28 Temmuz 2016

Şafağın Değirmeninde Öğüttüğüm Şeyler

Beş bin yıldır düşünülüp söylenenleri bir kenara bıraktım. Bugüne değin tek bir şeyin düşünülmemiş, tek bir şeyin söylenmemiş olduğunu kabul ettim. İlk ben düşüneceğim, ilk ben söyleyeceğim kabul ettim. Ve başladım düşünmeye: Neydi bu zaman dedikleri? Mahiyeti neydi? Özü, tözü neydi? Hakikaten, geçiyor muydu zaman, yoksa bir yanılgıdan mı ibaretti? 

Düşüne durdum. Düşünüyorken bir ara gözüm kolumdaki saate ilişti. Acaba bu saat benim kolumda olduğu için mi zaman geçiyordu? Neden olmasındı. Saati koluma takmakla zamanın geçiyor oluşunu peşinen kabul etmiş olmuyor muydum? Hal böyleyken zamanın geçip geçmediğinin üzerine düşünmemin bir anlamı var mıydı? Değil mi ya, peşinen kabul ettiğin şey senin için var anlamına gelir. O halde ne yapmalıydı? Evet, derhal saati kolumdan çıkarıp masanın bir köşesine bıraktım.

Kalkıp dışarı çıktım. Düşünmeye, bir şey bulmaya orada devam edecektim. Vakit öğleye doğruydu. Yürüdüm. Otobüse bindim. Çarşıya gittim. Dolandım durdum. Oturdum, kahve içtim. Yemek yedim. Sokakları boyladım. Parka gidip çimenlere uzandım. Başımı kaldırıp çocuklara, güvercinlere baktım. Sıkıldım. Kalkıp gene dolaştım. Yapacak bir şey yok, dedim kendime. Eve mi gitsem, diye düşündüm. Ama vakit henüz erkendi, eve gidip de ne edecektim. Derken farkına vardım. Zaman geçmiyordu! Sahiden de geçmiyordu. Demek ki aklıma gelen, gelip de yaptığım şey doğruymuş. Saati kolumdan çıkarmakla zaman duruyormuş. Gerçekten duruyormuş. Bak işte, bir dünya şey yapmıştım, sırf otobüsle çarşıya varmak bile kırk dakikamı almıştı, neredeyse bir saati parkta geçirmiştim. Bugün yaptıklarımı önceki günlerde yapsam şimdiye çoktan akşam olmuştu. Gelgelelim bugün vakit filan geçmemişti, hâlâ öğleye doğruydu. Evden çıktığımda da zaten böyleydi.

Demek ki bulmuştum. İnsan zamanı, zamanın geçişini kabul etmiyorsa zaman da canıma minnet diyormuş. O halde hayatımı oracıkta değiştirmeliydim. Hayat anlayışımı, dünya görüşümü, pılımı pırtımı, zilimi zırtımı, ne varsa değiştirmeliydim. Neden mi? E çünkü ben de o ana kadar bütün insanlar gibi hayatımı zamana göre planlayıp programlamıştım. Şimdi artık zaman olmadığına göre bütün bu planlar da kendiliğinden geçersizleşiyordu. 

Eve gitmeye karar verdim hemen. Sakin kafayla düşünmeliydim. Heyecanlanmıştım çünkü. Düşünsene, zaman yok, yaşlanmak yok, geç kaldım yok, erteleme sıkıntısı yok, yok oğlu yok. 

Eve geldim. Nasıl geldiğimi kendim de anlamadım. Dedim ya, heyecanlıydım. İçeri girdim. Bir bardak su içtim. Dışarıda hava esiyordu, geçip pencereyi açtım. Kanepeye oturdum. Başımı sola çevirince masanın üzerine bırakmış olduğum saatimi gördüm. Ve işte o anda başım dönüyor, gözlerim kararıyor gibi bir hisse kapıldım. Sonra sarsıldığımı sandım. Halbuki kanepede oturuyordum. Ne oluyor, diye sormaya kalmadan pencereden demin gelen apaydınlık ışığın epeyce azaldığını fark ettim. De ki biri perdeyi çekmişti. Elimi uzatıp saate baktım. Akşamın yedisini bilmem kaç geçiyordu. Üzerimdeki şaşkınlığı atmaya çalıştım bir süre. Atınca da anladım olup biteni. Sabah evden çıkmadan kolumdan çıkarıp masaya bıraktığım saatimi görür görmez büyü bozulmuş, her şey eski haline dönmüştü. Zaman da, kaldığı yerden bile değil, bana ödünç verdiği o birkaç saati de geri alarak geçmeye devam ediyordu.

Günler geçer ve çalışır şafağın değirmeni
Kim bilebilir ki kimi neyi eskittiğini
—Turgut Uyar

26 Temmuz 2016

Bir Kaz Aldım Ben Karıdan

Bir kaz aldım ben karıdan
Boynu da uzun borudan
Kırk abdal kanın kurutan 
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Kaza verdik birçok akça
Eti kemiğinden pekçe
Ne kazan kaldı ne kepçe
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Kaz değilmiş be bu azmış
Kırk yıl Kaf Dağı’nı gezmiş
Kanadın kuyruğun düzmüş
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Kazı koyduk bir ocağa
Uçtu gitti bir bucağa
Bu ne haldir Hacı Ağa
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Kazımın kanadı selki
Dişi koyun emmiş tilki
Nuh Nebi’den kalmış belki
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Kazımın kanadı sarı
Kemiği etinden iri
Sağlık ile satma karı
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Kazımın kanadı ala
Var yürü git güle güle
Başımıza kalma belâ
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Suyuna biz saldık bulgur
Bulgur Allah deyü kalkur
Be yarenler bu ne haldır
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Kaygusuz Abdal n'idelim
Ahd ile vefa güdelim
Kaldırıp postu gidelim
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.
        
Kaygusuz Abdal

20 Temmuz 2016

Yüz seksen derece

İçinde yaşadığımız kültürün yaşam anlayışından mı, eğitim sisteminin yetersizliğinden mi, yoksa başka bir şeyden mi kaynaklanıyor, emin değilim, insanlığın hep ilerlediği, medeniyetin de kültürün de hep geliştiği yanılgısı içindeyizdir çoğu zaman. Hatta hemen her zaman. Son beş gündür içinde bulunduğumuz toplumsal delilik haline benzer durumlar bu düşüncenin gerçekten de bir yanılgı olduğunu hatırlatır bize. İnsanlığın birtakım gelişmeler kaydettiği doğru olmasına doğru, fakat büyük bir geri gidişin olduğu da su götürmez. Evet, bütün çıplaklığıyla ortada duran gerçek bu, insanlık her zaman ilerlemez, bazen de geriler. İşin bizim açımızdan olabildiğince acı tarafıysa şu ki Orta Doğu dedikleri coğrafyada nice zamandır gerileme, ilerlemenin önünde gidiyor. Çok önünde. Öbür Orta Doğu ülkeleriyle karşılaştırdıkta bizim daha iyi bir konumda bulunduğumuz her ne kadar hep söylenegelmişse de son tahlilde bir Orta Doğu ülkesiyiz. Doğru, bazıları öteden beri ısrarla kabul etmek istemese de aynı zamanda bir Avrupa ülkesiyiz, fakat bir Hollanda olmaktan epey bir uzak olduğumuz da gerçek.
***
Beş yılı aşkın bir süredir kapımızın önünde yanıp duran, bir türlü sönmeye yüz tutmayan Suriye ateşi bize ne anlatıyor acaba? Pek çoklarına hiçbir şey anlatmadığını düşünüyorum.
***
Nasıl bir bozuk ruh hali içinde yaşayan bir ülke olduğumuzun hakikaten farkında değiliz. İnsan olan için nasıl da acı bir durum!

Bir yanda kırk yıldır "Darbelere karşıyız," "Darbeciler yargılansın," diyenler, öbür yanda son beş gündür darbelere ve darbecilere ölüm naraları düzen, bırakın yargılanmalarını, idam edilmelerini isteyen, darbe zihniyetine kesinlikle karşı duran demokrasi tutkunları... Birbirlerinin yüz seksen derece karşısında olan insanlar değil miydi bunlar? Şimdi ne oldu da bir fikirde buluştular?

Yahu, henüz daha geçen yıl darbeci general Kenan Evren'in cenazesi için devlet töreni yapılan ülke burası değil miydi? Yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum, Arjantin miydi? 

Ya bugün sabahlara değin en büyük kentlerinin meydanlarında demokrasi nöbeti tutulan ülke hangisi?

Peki, Kenan Evren'in hazırladığı darbe anayasasına yüzde 91,37 ile kabul oyu veren ülke hangisiydi? Hafızam beni yanıltmıyorsa Hindistan'dı, dimi? 

Bertolt Brecht yaşıyor olsaydı da şu ülkemiz için de bir şiir yazsaydı.

13 Temmuz 2016

Haysiyet

Batan geminin mallarını kapmak için yarışanlar, itişip kakışanlar ne geminin niçin, nasıl, nerede battığını, ne içindeki insanların akıbetini, ne de sinek gibi üzerine üşüşmeye çalıştıkları bu malların kimlere ait olduğunu merak ediyorlar. Bu acınası hallerine bakınca batan geminin malları arasında biraz haysiyet de bulmalarını diliyor insan.

9 Temmuz 2016

Köpek

Güven Park'ta oturmuş müzik dinliyordum. Demin ötede, heykellerin orada eğleşip duran üç köpek gelip yanımdan geçti. Az sonra biri dönüp geldi, “Yanınızda oturabilir miyim?” diye sordu. “Elbette,” dedim. Şaşırdım, “Siz konuşmayı nereden öğrendiniz Sayın Köpek?” diye sordum hemen. “Ben burada doğdum ve burada yaşıyorum, bütün yaşamım bu kalabalığın içinde geçti,” diyerek Kızılay Meydanı'nın o bilindik kalabalığını burnuyla işaret ettikten sonra sürdürdü: “her gün bunca insanla bir arada yaşarken insan dilini öğrenmek de zor olmadı haliyle.” 

Konuşan hayvan görmüşlüğüm vardı elbette fakat konuşan bir köpek görmek beni epey bir şaşırtmıştı doğrusu. Esasında beni şaşırtan konuşması değil, oturaklı, eli ayağı düzgün bir hale tavra sahip olmasıydı. Arkadaşları gelip onu çağırıncaya dek bir saat kadar konuştuk. Köpekler âlemiyle ilgili merak ettiğim konuları, o an aklıma gelenleri hep sordum, o da sağ olsun tamamına yanıt vermeye çalıştı. Onun da bana sordukları oldu tabii. Pek meraklı bir köpekti doğrusu. 

Konuşup ettiklerimizi şimdi uzun uzadıya anlatamayacağım, bir gün yazarım, fakat şimdilik şunu söyleyeyim. Konuşmamızın sonlarına doğru, “Aşağılık insanların neden 'köpek' diye nitelendirildiğini anlayamıyorum, ayrıca buna alınıyorum da,” dedi. Buna ne cevap vereceğimi bilemedim. “Haklısınız,” diyebildim sadece. Ne diyebilirdim ki? Böylesine iyi, efendi, ağırbaşlı bir köpeğin bu sorusuna nasıl bir cevap verilebilirdi ki? Bir kez daha “Haklısınız,” dedikten sonra yalnız (!) olmadığını göstermek için, “Yalnızca siz köpeklere mi?.. İnsanlar eşeğin, ayının, öküzün ve daha birçok hayvanın adına da böyle hakaret ediyorlar,” diye sürdürdüm. Beklediğim gibi pek de tatmin olmadı bu dediklerimden. Gülümseyerek başını salladı sadece. Konuşmamızın sonunda, “Sizinle tekrar sohbet etmek isterim,” dedi. “Tabii ki,” dedim ben de, “sık sık buralara gelirim. Siz de zaten hep buradaymışsınız.” Ön ayağını uzattı, tokalaştık. O arkadaşlarının yanına gitti, bense kalkıp metroya doğru yürüdüm. 

Trende okumak için kitabımı çıkardım ama ne çare, okuyamadım. Köpeğin söylediklerini düşünüp durdum. Hakikaten, seve seve en aşağı düzeylere inen, alçalmayı kendine yaşam biçimi belleyen insan sayısının köpek sayısını kat be kat geçtiği bir çağda bile köpek sözcüğünün bir hakaret sıfatı olarak kullanılması hiç de hakkaniyetli durmuyordu.
Sayfa başına git