Annesi, her zamanki gibi yine o yumuşak sesiyle uyandırdı onu. Gözlerini açtı, annesine baktı. Bir o tarafı, bir bu tarafı yokladı. Değişen bir şey yoktu. Annesi hep olduğu gibi yine sabah erkenden kalkmış, oraya buraya koşuşturmaya başlamıştı. Bu her halinden belliydi. Öte yandan, duvarlar her zaman durdukları yerde duruyor, kapı ve pencere onlara eşlik ediyordu. Ama bir şey vardı. Gün başkaca bir gündü. Uyanma töreni, oda, annesi, eşyalar vesaire. Her şey yerli yerindeydi de... Bakındı durdu. Hiçbir değişiklik yoktu ortada. Ama bir şey vardı, buna emindi.
Bir hareketle hafif vücudunu yataktan dışarı fırlattı. Kapıdan öyle bir hızla çıktı ki, ablası az daha elindeki bardakları düşürüp kıracaktı. Soluğu avludaki çeşmenin başında aldı. Yalaktaki sebze döküntüleriyle meşgul tavukları kovduktan sonra, yüzüne yıkama niyetine biraz su çırptı. Kahvaltı için içeri girmeye hazırlanırken bakışları gökyüzüne ilişti. İşte tam o anda içine tarif edilemez bir coşku doldu. Bir şey vardı, evet. Hisleri onu yanıltmamıştı. Bugün sıradan bir gün değildi. İşte, güneşin sarısı, gökyüzünün mavisini önüne katmış, yaz geliyordu.
Yaz onun için hayat demekti. Geride kalan ilkbaharın yağmuru, çamuru çoğu vaktinin evde geçmesine neden olmuştu. Hele kış... İçeride, pencereden dışarıdaki karları ve tavuklarla birlikte yemlenen serçe kuşlarını izleyerek geçirmişti koca kışı.
Henüz altı yaşındaydı. Buna rağmen olabildiğince hareketli bir yapısı vardı. Kışın evin içi hapisten farksızdı onun için. Bundan ötürü yaz, onun en sevdiği mevsimdi. Akşama kadar dışarıda gezmek, dolaşmak, oynamak, koşmak, yüzmek… Düşündükçe içi içine sığmıyordu. Hayat sanki yeni başlıyordu. Yaz geliyordu.
Bir tek geçen yazı hatırlıyordu. Zaten hayatçığından kaç yaz geçmişti ki? İki yıl önce, bebeklikten yeni çıkmış mini minnacık bir çocukken, ablası ellerinden tutup sık sık dışarı çıkarmıştı. İlk o zaman hayranlık duymaya başlamıştı yaza. Ancak şimdi tek hatırladığı geçen yazdı. İlk arkadaşlıklarının tohumlarını atmış, ilk oyunlarını oynamaya başlamıştı. Şimdi içi kıpır kıpırdı yine.
Şüphesiz, arkadaşları da aynı duygular içindeydi. Yaz demek çocukluk demek değil midir? Onlar da hayata yaz ile başlıyorlardı işte. Henüz hiçbir menfaat, kırgınlık, dargınlık, art niyet yoktu aralarında. Olmayacaktı da. Büyüyüp eski dost olacaklardı ve eski dostlar hiçbir zaman düşman olmayacaktı. Üç dört arkadaştılar. Ebeveynleri kapı komşusu oluyordu, onlarsa küçücük arkadaşlar. Hepsini toplasan bir büyük adamın hacmini geçmezlerdi ama kalpleri coşkuyla dolup taşıyordu.
Hepsinde de ilk çocukluğun o bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi vardı. Dünyayı tanıma hevesi. Bu uğurda, elbette türlü yaramazlıklardan da geri kalmıyorlardı. Bir gün oynaşırken, yakınlardaki bir bahçeden kendilerinden büyük çocukların çıkıp kaçtığını, yanlarından geçerken de kendilerine avuç dolusu erikler atıp uzaklaştıklarını, hemen sonrasında da pala bıyıklı bir adamın peşleri sıra koşuşturduğunu gördüler. Çocukların bırakıp kaçtıkları erikleri topladıktan sonra her biri kendince, ilk kez karşılaştıkları bu olayın sebebini düşünüyordu. Şimdilik anlamaları mümkün değildi ama gelecekte o denli iyi anlayacaklardı ki biri ağaçtan düşüp kolunu incitecek, bir diğeri elma ağacına fırlattığı taşı geri kafasında bulacaktı.
Günler böyle mutlu, hareketli geçip gidiyordu. Etraflarında yaşanan hiçbir şey ilgilendirmiyordu onları. Çocuktular. Yazın tadını çıkaran çocuklar. Bazı bazı fark etseler de dünyanın onlar gibi çocuk olmadığını, görmezden geliyorlardı bunu. Çocukluklarının tadını çıkarıyorlardı. Ne var ki, yaz yavaş yavaş büyütüyordu onları. Ama onlar hiç büyümemek, hep çocuk kalmak istiyorlardı. Yazın çocukları olarak kalmak vardı içlerinde. Kimi zaman içlerinden büyümek istekleri geçmiyor değildi ama çocukluğu da bırakmak olmazdı ki. Yaz hiç bitmemeliydi. Çocukluk hiç bitmemeliydi.