31 Aralık 2013

Akıyor...

2009'da bunu, 2010'da bunu, 2012'de bunu, 2013'te de bunu paylaşmışım yeni yıla dair. 

Eskiden "Su gibi akıp geçiyor" derlerdi, zaman sudan da hızlı akıyor artık. Zaman su olup akarken köprünün üstünde durup onu izlemek istiyorum. Evet, yalnızca bunu istiyorum.

Yeni yılınız gönlünüzce olsun!




30 Aralık 2013

baharı bekleyen'e

ben kışın güzelliğini söylerim ne gelirse dilime
çünkü kış bir hazırlıktır soluğuma kıpkırmızı gülüme

nice kırmızı ayaklar gelip geçti o gün katar katar
kış günleri sözgelişi ben bir cop bile almadım elime

altı kız bir ayışığı def çalıp şarkılar söylediler
beri yanda ormanlar yanardı, ciğerpareler lime lime

artık su uyur aşk uyanır mendilim kana boyanır
bilirim bu baharda da herkes hasetlenir halime

ve ellerim batık bir suda akar gözlerim her şeye bakar
bahar bir gelsin yeter artık eksikse de bırak elleme

su uyur düşman uyumaz suların dibi güllerde
"imrenir dururdum eski gecelerime"

altı kız bir oğlan def çalıp şarkılar söylediler
baktım birinin kara bir gecesi düşüvermiş mendilime

şimdi elimde baston silâh, başımda şapka öyle
ağzımda kurşun hızında seçtiğim her kelime

şu. hiç kimse durmazsa her şey yürür, bu aşk demektir
her şey kullanılmazsa dirim bir ihanettir ölüme

sakiniz elimiz filan temiz baharı filan bekleriz
fincanı taştan oyarlar içine bâde mi koyarlar

biz silâh kuşanırız bize bir şey söyleme

Turgut Uyar

28 Aralık 2013

Masalın Sonu

Masalın sonunda gökten düşe düşe üç elma düşüyordu. Bu kocaman gökyüzüne bunca çok yıldız sığıyorken üç elma az değil miydi?

Hem sonra, bu güzel masalın birçok dinleyeni vardı, her biri için bir elma düşmesi de mi mümkün değildi?

Bütün gece bunları düşünürdü İbrahim. Sonra uykuya dalardı. Rüyasında ne gördüğünü kimse bilemezdi.

27 Aralık 2013

Vıladimir'e İkinci Mektup

Kıymetli kardeşim Vıladimir, 

Satırlarıma başlamadan önce selam eder, her iki karakaş gözlerinden hasretle öperim.

Biliyorum, bu giriş sana epey tanıdık gelecektir, çünkü yazdığım son mektuba da aynen böyle başlamıştım. Ne yapayım, gelenek bir yerde, bir zamanlar mektup yazmanın pabucu henüz dama atılmamışken dünyanın bütün mektupları böyle başlamaz mıydı?    

Nasılsın, iyi misin, diye de soracağım elbette ama sen sorma, çünkü pek de iyi sayılmam. Evet, böyle davranmak şık değil, insan hiç olmazsa âdet yerini bulsun diye iyiyim, der ama ben demeyeceğim. Peki niye iyi değilsin, diye de sormazsan çok sevinirim. 

Elbette, orada havalar nasıl, diye de soracağım. Zira bu da yine dünyada bugüne dek yazılmış olan tüm mektupların değişmez cümlelerinden biri. Geçen yıl sorup cevabını kendim vermiştim, bu yıl da aynısını yapacağım. Yalnız, bir fark var geçen yılla bu yıl arasında. Burası bu yıl çok soğuk. Hepimizin temennisi bundan daha fazla soğuk olmaması. Geçen gün çocuklara son on yıldır böyle kış görmediğimi söylüyordum, baktım oradan yaşlıca bir amca, "On yıl dediğin ne ki evladım, ben son elli yıldır böyle kış görmedim," dedi. Var anla artık bu yılki kışın sertliğini. Bir-iki gün önce de bir arkadaşla konuşuyorduk. "Burası böyleyse Sibirya nasıldır acep?" diye söylendim ben, arkadaş, "Sibirya mibirya diyoruz ama sanırım burası bu yıl Sibirya'yı da geçti," deyince, sahiden de öyle, diye geçirdim içimden. Neyse, bu hava muhabbetini fazla uzatmayayım, sözün kısası, burası bu yıl pek bir soğuk. 

Aleksey Amca ile Galina Teyze ne yapıyorlar? Çok çok selamlarımı söyle, her ikisinin de ellerinden öperim. Galina Teyzenin turşularını nasıl özledim anlatamam. Yahu, bazen düşünüyorum da Tanrı insanlığı yaratırken siz Rusları biraz kayırmış galiba, ne dersin? Anneleriniz ayrı bir marifetli, kızlarınız ayrı bir güzel... 

Geçen yılki mektubumun üzerinden neredeyse bir yıl geçmiş. Ocağın yirmi birinde yazmışım. Haliyle bu da bu yıl sana yazdığım ikinci mektup oluyor, sonra alınmak yok haa, yılda bir mektup yazıyorsun, deme yani.

Yarın bizim burada cumartesi. Eskiden hafta sonlarını nasıl severdik, hatırlıyor musun, dört gözle beklerdik? Şimdi artık o tat tuz yok. Cumartesiyle pazarın tek sevdiğim yanı saati kurmadan yatağa girmek. Gerisi yalan dolan.

Geçen gün ne oldu, biliyor musun? Bir kızla karşılaştım. "Aman Tanrım," dedim hemen, "işte aradığım kız!" Hani her bekâr erkeğin aklının "tam evlenilecek kız" köşesinde biri oturur ya, işte öyle biriydi. Oracıkta hayaller kurmaya başladım. İlk hayalimde Palamutbükü'ndeydik, balayında. Sabah erkenden kalkıp tekneyle günübirlik Rodos gezisine katılıyorduk. Bol bol fotoğraf çektiriyorduk. Rodos çarşısında gezerken bir dükkânın önünde durup gazete standındaki Yunan gazetelerine bakıyordum. Yunanca bildiğim yok, Yunan alfabesini okuyabiliyor muyum, diye kendimi denemeye yelteniyordum yalnızca, ne var ki kız, "Öff yaa, burada da mı gazete-kitap!" diyerek tepkisini gösteriyordu ve ilk kavgamızı henüz daha balayındayken yapıyorduk. İşin ilginç yanı, ben hayalimde kızla evlenmiştim ama daha adını bile bilmiyordum. Kız kimdi, diye soracaksın. Geçen gün kafedeydim, oturmuş dergi okuyordum, birden masama iki kişi yaklaştı, baktım biri kuzenim, teyzemin kızı, öbürünü tanımıyorum. Buyurun oturun dedim, oturdular, zaten boş masa da yoktu, işte hayalimde kendimle evlendirdiğim kız kuzenimin arkadaşı olan o kızdı. Tanıştık, sohbete daldık tabii, ancak ben oradan da hayallere daldım hemen. Zaten bu yüzden kızın adını da aklımda tutamadım. Oyla kuzenim bana bakıp bir şeyler söylüyorlardı ha bire, ben de dinliyordum güya, ne var ki bedenim oradaydı ama aklım hayallerimin beni götürdüğü yerlerdeydi. İkinci hayalimde bütün bir kışı Yeni Zelanda'da geçiriyorduk ve böylece o yıl hiç kardı, buzdu, soğuktu görmeden kış mevsimini atlatıyorduk. Ben tam da bu hayali kurarken, –oturduğumuz masa da pencerenin bitişiğindeydi– dışarıdan soğuk hava geliyordu ve kuzenim de üşüdüğünü söylüyordu. Her neyse, üçüncü hayalimi anlatmayacağım. Tabii, dördüncü, beşinci ve altıncıyı da. Neden mi? Çünkü kızın nişanlı olduğunu öğrenmemle bütün o hayallerim Türk kahvesinin yanında gelen bir bardak suyun içine düştü. Allah aşkına sen söyle, bu bendeki de şans mı şimdi?

Ee, sen neler yapıyorsun? Yeğenimin okulu nasıl gidiyor? Umarım her şey yolundadır. Aleksey Amca hâlâ ava çıkıyor mu? Söyle de artık emekli olsun bu avcılık işlerinden. Günün birinde ayının biri onu avlayacak, ondan korkuyorum.

Neyse kardeşim, bu mektup da burada sona ermiş olsun. Nasıl olsa artık sana yılda iki mektup yazabiliyorum. Bol bol mektuplaşacağız demektir bu da. Tüm tanıdıklara selamlarımı ilet. Kendine de çok iyi bak.

Satırlarıma son vermeden önce tekrar selam eder seni hasretle kucaklarım.

Selamlar...

26 Aralık 2013

800

Nasıl ki bazı şeyler, siz farkında olun ya da olmayın, ama yavaş yavaş, ama aniden, hayatınızdan silinip giderler, bazı şeyler de aynen o şekilde hayatınıza girerler. Silinip gidenleri, onlar her ne iseler, bir zaman sonra unutursunuz. Olur da bir gün onları hatırlatan bir şeylerle karşılaşırsanız ya özlemle iç geçirirsiniz, ya da unutarak ne iyi etmiş olduğunuzu içinizden geçirirsiniz. Bir de hayatınıza bir yerden sonra giren şeyler vardır. Onların bir zaman sonra hayatınızda ne denli yer edindiğini de ancak bazı belirtiler aracılığıyla görebilirsiniz. Tıpkı benim de sekiz yüzüncü bu kayıt aracılığıyla bu blogun hayatımda ne denli yer edindiğini gördüğüm gibi.

Evet, fazla uzatmayayım, bu blogda yayımlanan 800. kayıttı bu okuduğunuz. Böyle sürerse önümüzdeki yaz 1000. kayıtla ilgili de bir şeyler yazacağım. Hatta o vesileyle size kitap mitap da dağıtacağım, bekleyin siz. :)

25 Aralık 2013

2014'te yapacaklarım

Üç gün önce bu listeyi yapacağımı söylemiştim. İşte yapıyorum.
  1. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da her gün yemek yiyeceğim,
  2. Her gün pencereden dışarıya bakacağım, gökyüzüne daha çok bakacağım,
  3. Yeni arkadaşlar bulacağım, arkadaşlarımı arayacağım,
  4. Daha fazla şiir okuyacağım, yeni şairler keşfedeceğim,
  5. Daha fazla fotoğraf çekeceğim, yeterli parayı bulur bulmaz iyi bir SLR makine alacağım,
  6. Artık evlenmeyi düşüneceğim, ama bunun için önce bir sevgili bulmalıyım, bulacağım,
  7. Yıllar oldu paraşüte binmeyeli, bu yıl iki elim kanda da olsa bineceğim, ayrıca yeğenim Rengin'i de bindirecek, böylece ona verdiğim sözü tutmuş olacağım,
  8. Yıllar oldu bir dergiye abone olmayalı, bu yıl birine olacağım, bu dergi büyük ihtimalle bir edebiyat dergisi olacak,
  9. Yıllar oldu tiyatroya gitmeyeli, bu yıl ilk fırsatta hangi oyun olduğuna bakmadan gideceğim,
  10. Yeni kelimeleri sevmeye devam edeceğim, kullanacağım da, ama yazın yerine edebiyat demeyi sürdüreceğim,
  11. Kahve içmeye devam edeceğim,
  12. İlk fırsatta Mardin'e gidip o teras katındaki kafede Mezopotamya Ovası'na bakıp bir öykü yazacağım,
  13. Mardin dönüşü Diyarbakır'da surlara çıkacağım, Keçi Burcu'nda kaçak çay içeceğim,
  14. Yaşar Kemal'e, "Ne olur Ustam, bunca roman yazdın, bir de şiir yaz" konulu bir e-posta göndereceğim,
  15. Halihazırda en çok sarf ettiğim küfürler "öküz herif", "kazma herif" olup, öküz'ü bir daha hiç kullanmamak üzere bırakacağım, kazma'yı kullanmaya devam edeceğim, hepsinden önemlisi, hiç kimsede olmayan yepyeni, tamamen kendime ait küfürler bulacağım,
  16. Art arda olmamak kaydıyla üç gün telefonumu kapatacağım, ulaşılmaz olacağım,
  17. Facebook hesabımı elden geçireceğim. Bugüne dek paylaştığım her şeyi gözden geçirip büyük bölümünü sileceğim,
  18. Photoshop ve Illustrator öğreneceğim,
  19. Bir hafta boyunca hiç internete girmeyeceğim,
  20. Yazın yine denize gideceğim.

22 Aralık 2013

Yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır!

Bitirmek üzere olduğumuz bu yılın ilk gününde, yıl boyunca yapacaklarımın listesini çıkarmıştım. Çok gerçekçi bir liste olduğunun garantisini de vermiştim. Zaman her zamanki gibi çabucak geçti, işte bir yıl, göz açıp kapayıncaya dek geçip gitti. Şimdi bir bakıp görelim, yaptığım liste sahiden gerçekçi miymiş? 

On beş maddelik bir liste yapmıştım. 
  1. En az 365 kere yemek yiyeceğim, demiştim, yedim.
  2. Her gün dışarı çıkacağım. Dışarıda hiçbir işimin olmadığı günlerde de en azından balkona çıkacağım, demiştim, çıktım.
  3. E-Okul'a çocukların notlarını gireceğim, demiştim, girdim.
  4. Blogumda yazmaya devam edeceğim, demiştim, yazdım.
  5. Müzik dinleyeceğim, demiştim, dinledim.
  6. Yeni bir telefon almayacağım, demiştim, almadım.
  7. Bir kere televizyon izleyeceğim, demiştim, maalesef bu sözümü tutamadım, yanlış hatırlamıyorsam beş kere izledim.
  8. Çokça kahve içeceğim, demiştim, içtim.
  9. Karıncaları çok seveceğim, demiştim, çok sevdim, seviyorum, seveceğim.
  10. Yaşlı kedimiz Ramazan ölmezse baharda fotoğrafını çekeceğim, demiştim, çektim.
  11. Yazın denize gideceğim, demiştim, gittim.  
  12. Kendime yeni bir çift çorap alacağım, demiştim ama birkaç çift birden aldım.
  13. Kitap okuyacağım, demiştim, okudum.
  14. İnşallah bilgisayarım emekli olmaz, demiştim, olmadı.
  15. Şu an dışarıda hem güneş var hem kar, demiştim, vallahi şu anda da dışarıda hem güneş var hem kar. 
Şimdi elinizi vicdanınıza koyarak siz söyleyin, bugüne dek verdiği sözlerin neredeyse tamamını tutan birini gördünüz mü? Ben görmedim. Hesapladım, %87 oranında tutmuşum sözümü. E daha ne? Yarın öbür gün cumhurbaşkanlığı seçimiydi, şu seçimiydi bu seçimiydi, aday olursam oylarınızı beklerim, şimdiden söyleyeyim. 

Maden böyle, 2013 için verdiğim sözlerin büyük bölümünü tutmuşum, o halde yeni hedef 2014 için vereceğim sözlerin tamamını tutmak olmalıdır. Bir-iki gün içinde çok daha gerçekçi bir yeni yıl listesiyle yeniden karşınızda olacağım.

21 Aralık 2013

En Uzun Gece

Bu gece kış. Kuzey Yarımküre'de, yani burada en uzun gece yaşanacak. Tam da şu anda yaşanıyor işte. Ben bilgisayarın karşısına oturmuş bu yazıyı yazmakla meşgulüm. Ama dünyamızın nüfusu yedi milyarı geçti biliyorsunuz, kim bilir, şu anda bu yedi milyar insan neler yapıyor? Bizim ev halkı salonda televizyon izliyor, onu biliyorum da, ya diğerleri? 

Gerçekten ilginç mi ilginç bir zamanda mı yaşıyoruz, yoksa bana mı öyle geliyor? Bir ara bu blogun adı Bizim Zamanımız'dı, birkaç ay oldu değiştireli, nedeni tam da buydu, içinde yaşadığımız zamanın ilginçliği beni çok etkilemiş olacaktı ki bloga o adı seçmiştim.

Ben çocukken, uzun kış gecelerinde annem bizi etrafına toplar, bize masal anlatırdı. O zamanlar dünya bugünkü gibi berbat bir yer miydi bilmiyorum, çünkü farkında değildim, ama hayat olabildiğince güzeldi. Tek derdim kederim annemin masalındaki kurdun zavallı keçi yavrularını yemesiydi, ki o da masalın sonunda belasını buluyordu, keçi, boynuzuyla karnını yarıp yavrularını çıkarıp eve götürüyordu. 

Birkaç yıl önce yeğenim Pelin henüz küçükken ona aynı masalı anlattığımda sonuna dek âdeta nefesini tutarak dinlemişti, masal biter bitmez de, "Peki, keçi yavrularını eve götürünce banyo yaptırmış mı?" diye sormuştu. Öyle ya, kurdun karnında kalmıştı yavrucaklar, kirlenmiş olmalıydılar. Çocuklar böyle detaylara takılırlar işte, dünyadaki en mantıklı detaylardır bunlar. Oysa biz büyüdükçe hayatımızdaki detaylar artar, arttıkça da mantıksızlaşır. Bir düşünün, bir çocuğunkine oranla hayatımızda ne kadar çok ayrıntı var. Gelgelelim bu ayrıntıların neredeyse hepsi de gereksiz, anlamsız ayrıntılardır. "Biz büyüdük ve kirlendi dünya" diye boşuna dememiş Murathan Mungan.

Hakikaten de bugün çok kirli bir dünyada yaşıyoruz. Ne yazık! Birkaç saat önce eve geldiğimde annem, aç mısın, diye sordu, hayır, dedim. Annemin masallarında aç kurtlar vardı, aç tilkiler vardı ama hiç aç insan yoktu. Şu anda içinde yaşadığımız dünyada, masal değil, gerçekten aç insanlar var. Kim bilir sayıları ne kadardır, belki milyonlarca. Sayı önemli mi gerçi, ha bir, ha bir milyon. Şu anda ben bu yazıyı yazmakla meşgulken, milyonlarca insan facebook'u, twitter'ı mesajlara boğarken, dünyanın bir yerlerinde aç karnını nasıl doyuracağını düşünen insanlar da vardır muhakkak. Elden ne gelir, diyerek kestirip atmak işe yarar mı bilmiyorum.

Geçenlerde bir öğrencim, "Hocam, neden kendinize dokunmatik bir telefon almıyorsunuz, bu ne ya?" diye soruyordu. Şimdiki öğrenciler de hiç sözlerini sakınmıyorlar. Çalıştığım okul memleketin en fakir semtlerinden birinde, öğrencilerin tamamı fakir ailelerin çocukları, ne var ki bu durum bir şeyi değiştirmiyor, fakir çocuklar neden fakir olduklarını düşünüp dert edeceklerine benim telefonumun fiyakasını dert ediyorlar. Bu örnek beni haklı göstermeye fazlasıyla yetiyor mu? Bu zaman dünya tarihinin görüp görebileceği en ilginç zamandır, derken o kadar da haksız sayılmam galiba.
***
Çocuklarım olsaydı ben de bu uzun kış gecesinde onlara masal anlatıyor olurdum. Masal dediğinin de anlatması değil ama dinlemesi güzel olur. Çünkü bir masalın masal olduğunun farkında değildir dinleyen, ondan ötürü kendini kaptırır dinlerken, hatta iyi bir dinleyiciyse masalın içine girdiği bile olur. Oysa anlatıcı bir an önce masalı bitirmenin derdindedir. Ama bazı usta masalcılar da vardır ki, masalı ne denli ustaca anlattıklarının ayırdında oldukları için sindire sindire anlatırlar, bu masal bittikten sonra dinleyicinin bir masal daha isteyeceğini bilirler çünkü, buna emindirler.

Çocukluk insan hayatının masal dönemidir. Masallarda her şey güzeldir. Evet, güllük gülistanlık değildir hayat ama en azından adalet vardır; kurt ölür, tilkinin kuyruğu kesilir ama nedensiz değildir bunlar, işledikleri suçların karşılığı olarak cezalarını bulmuşlardır. Gerçek hayatta ise –bizim ülkemizde olmaz elbette öyle şeyler ama baklava çalan bir çocuk, bir katilden, bir tecavüzcüden daha çok hapis yatar.

Konumuzla ilgisi yok ama adalet deyince aklıma geldi. Biliyorsunuz, İsviçre Avrupa'nın ortasında ufak bir ülke. Denizi yok fakat İtalya ve Hollanda'da iki tane deniz ticaret filosu var. Rivayete göre bir gün Avrupa'daki uluslararası bir toplantıda bizim bakanlardan biri İsviçreli bir bakana takılır: "Yahu, ne ilginç ülkesiniz, deniziniz yok ama denizcilik bakanınız var." İsviçreli bakan hemen cevabı yapıştırır: "Ona bakarsan sizin de adaletiniz yok ama adalet bakanınız var." Demem o ki, adaletin olduğu ülkelerde uzun kış geceleri de bir başka güzel oluyordur.

19 Aralık 2013

Kara kış

Akşamüzeri arkadaşlardaydım. Saat sekizi biraz geçiyordu, kalkıp eve geldim. Bir km. kadar yürüdüm. Eve vardığımda kapıda botlarımı çıkarmaya yeltendim haliyle, ama o da ne, çıkaramadım, çünkü bağcıkları donmuştu. Uzatmaya hiç gerek yok, son on yıldır hiç böyle kış görmemiştim, berisini pek hatırlamıyorum zaten.

18 Aralık 2013

Linguistik Olanaksızlıklar

  • İngilizcede b harfinin okunuşu "bi", d'ninki "di" olduğu halde z'nin okunuşu "zi" olmadığından ZBD diye yazıp "zibidi" diye okuyamıyoruz. Ne yazık!
  • Çin yazı sisteminde harf yok ama binlerce karakter var, buna rağmen /r/ sesini çıkaramıyor adamlar. Ne büyük talihsizlik!
  • Bir İngiliz, other, near, beggar ve daha pek çok kelimeyi söylerken zaten /ı/ sesini çıkardığı halde, ona Türkçedeki ı'yı öğretene kadar saçınızı başınızı yolarsınız.

17 Aralık 2013

Virgül deyip geçme

  1. Dükkan sizin, her istediğinizi alabilir, gidip daha sonra gelebilirsiniz. 
  2. Dükkan sizin her istediğinizi alabilir, gidip daha sonra gelebilirsiniz. 
Bu iki cümleyi İngilizceye çevirelim de aralarındaki farkı; tek bir virgülün doğurduğu farkı görelim. Bu farkı görebilmek için İngilizce bilmeye de gerek yok, yalnızca her iki cümlenin kelimelerine, kelimelerin yerlerine bakmak yeter.
  1. The shop is yours, you can take whatever you want, go, and come back later.
  2. The shop can take whatever you want, you can go and come back later. 

Cümleye şimdi kelimesini de ekleyip bir daha deneyelim:
  1. Dükkan sizin, her istediğinizi alabilir, şimdi gidip daha sonra gelebilirsiniz.
  2. Dükkan sizin her istediğinizi alabilir şimdi, gidip daha sonra gelebilirsiniz.
İngilizce karşılıkları:
  1. The shop is yours, you can take whatever you want, now go, and come back later.
  2. The shop can take whatever you want now, you can go and come back later. 

Virgülün gücüne bir örnek daha verelim:
  1. Bunu yapan benim, oğlum.
  2. Bunu yapan benim oğlum.
Birinci cümlede bir kişi oğluna hitaben, "bunu yapan benim" diyor. İkinci cümledeyse bir başkasına hitaben, bunu yapanın kendi oğlu olduğunu anlatıyor.


Ey virgül, nelere kadirsin!

15 Aralık 2013

Yeller Esiyor

Başlarda beni çok seviyordu. Hayır, o zamanlar beni o kadar sevdiğini bilmiyordum. Şimdi anlıyorum bunu. Ne bileyim işte, bazı şeyler zamanla daha iyi anlaşılıyor. O zaman görememişim demek ki. Ben de biraz hoyrat bir adam sayılırım, elimdekinin kıymetini elimdeyken bilemem pek çokları gibi, uçup gittikten sonra da oturur başımı ellerimin arasına alırım. Ama bütün suçu da kendime yüklemiyorum tabii, onun da kabahati yok değildi. Bak mesela, o zamanlar ben bir kitap adı söylemeye göreyim, hemen o gün gidip bulurdu bir yerlerden, okurdu. Beğenmese bile bana fark ettirmezdi. Düşüncelerime de çok önem verir, hemen her konuda bana danışırdı. Kısacası beni severdi. Sonra ne oldu bilmiyorum, yavaş yavaş benden soğumaya başladığını fark ettim. Beni eleştirmeye başladı örneğin. Oysaki önceleri ben yanlış şeyler söyleyip yapsam bile eleştirmeyi aklından geçirmezdi, hatta bazen bunu bilerek yaptığım olurdu, hoşlanmayacağını bildiğim bir şeyler söyler ve ne tepki vereceğini beklerdim. Normalde karşı çıkması gerekirdi söylediklerime, ama bana sevgisinden, hiçbir tepki göstermez, yalnızca susardı. Gitgide değişmeye başladı tabii, ilkin eleştirmeye, sonra ufaktan ufaktan kızmaya başladı. Hakkını yemeyeyim, yerinde kızıyordu, benim de herkes gibi kızılacak huylarım vardır. Gelgelelim günler geçtikçe ufak tefek, üstünde durulmayacak meselelere de kızmaya başladı. Ne bileyim, masanın üstünde bıraktığım bardağa bile kızabiliyordu mesela. Sonra, efendime söyleyeyim, bir gün beni aşağılamaya kalkıştı. Halbuki hiç de hak etmemiştim bunu. İşte o gün anladım ki, o eski sevgilim gitmiş, yerine bambaşka biri gelmiş. Çok acı gelmişti bu bana, ama daha da acı olan, artık o eski halinin geri gelmeyeceğini görüyor olmamdı. Tuhaf bir biçimde sezebiliyordum bunu; o eski sevgilim, beni seven, bana sonuna kadar bağlı sevgilim gitmişti. Henüz beraberdik ama gitmişti ve ben, dediğim gibi, bunu sezebiliyordum. Bana olan sevgisini de işte ancak o vakit kavrayabildim zaten. Halbuki o güne dek sevgisinden ötürü yapıp ettiği her şeyi normalmiş gibi algılıyordum. Ne bileyim, beni her şeyin üstünde tutuyor olmasını örneğin, o kadar da olsun canım, sevgiliyiz şunun şurasında, türünden düşüncelerle değerlendiriyordum. Oysa benim ona olan sevgim, şimdi Allah'ın bildiğini senden mi saklayacağım, onunkinden daha azdı. Neyse, böyle böyle, benden iyice soğudu. Artık başlardaki gibi bahanelere sığınma gereği de duymuyordu üstelik, açık açık gösteriyordu soğuduğunu. Bense gitgide yalnızlaşıyordum. Çok sevdiğim bir yakınımı yitirmişçesine –ki, bir anlamda öyleydi– yalnız ve çaresiz hissediyordum kendimi. Onu bir daha asla elde edemeyecektim, nasıl da uçup gitmişti elimden! Beni çok acıtan ve gün geçtikçe acımı büyüten de, güya hâlâ birlikte oluşumuzdu. Ancak bu durum çok da uzun sürmedi. Şimdi bile sevineyim mi, üzüleyim mi bilmiyorum, uzun sürmediğine... Uzatmayayım, ikimizin de uzun zamandır beklediği şey nihayet oldu. Bir sabah kalktığımda gördüm ki eşyalarını toplayıp gitmiş. İşte böyle kardeşim. Söyleyen ne güzel söylemiş: Bir zamanlar şişenin durduğu yerde şimdi yeller esiyor.  

İki saat kadar konuşmuştuk o gün. Hayır hayır, o konuşmuş, ben dinlemiştim. Çok dolmuştu, içini döktükçe rahatlamıştı. Beni görür görmez yüzünde öyle bir sevinç belirmişti ki, görmeliydiniz. Yalnızdı. Haline acımıştım. Hem de çok. Ondan ötürü hiç sesimi çıkarmamış, yalnızca onu dinlemiştim. Arada bir onaylayıcı bir iki söz çıkmıştı ağzımdan, o kadar. İşte bunları da o gün anlatmıştı bana. Anlattıktan sonra da uzun uzadıya susmuş, sonra birden kalkıp gitmişti. Bir daha da hiç görmedim onu.

14 Aralık 2013

Gözlerin Düşer Aklıma

Üşüyüp yorgun düştükçe yüreğim 
Kendime görünmez sıkıntılar büyütürüm. 
Ne senin o dilsiz uzaklığın 
Ne benim bu rezil gerçeğim 
Bir çift kanat kesilir gövdem 
Çıkar gelirim; esmerliğine senin 
Günışığı giyinmiş o sıcacık tenine. 
Akşam yüzüme yüzüm sulara 
Bir korku gölgesi gibi vurdukça 
Düşerine sığınırım senin, aydınlık 
Anılarına.. 
Gözlerin düşer aklıma, kirpiklerin 
Saçların, avuçlarıma 
Alırım, tel tel sarınır 
Isınır avunurum...

Şükrü Erbaş

12 Aralık 2013

Göğerçin

Dün gece korkunç bir gürültüyle uyandım. Dışarıdan gelen ses öyle ürküttü ki beni, neyin ne olduğunu anlayamadım. Gürültü kesildikten sonra hava birden bire soğudu. Bir şeyler oluyordu ya, ne olduğunu çıkaramıyordum. Ortalık kapkaranlıktı çünkü. Çok korktum. Hiçbir şey yapmadan öylece pusup kaldım. Nasıl uykuya daldığımı bile hatırlamıyorum. Sabah olup da gözümü açtığımda ne göreyim, kaç zamandır altında barındığım çatının yerinde yeller esiyordu. Gökyüzü bütün enginliğiyle çatının yerini almıştı. Olanca şaşkınlığım bir yana, bu manzara içime gizemli bir güven duygusu doldurdu. Gökyüzünün sahibiyim ben çünkü. Çokluk insanlar bilmez bunu. Hava oldukça soğuk olmasına karşın üstümde gökyüzünü görmek içimi ısıtmıştı. Güneş uzaktaki dağların ardından çıkıp yavaş yavaş yükselmeye başlayınca da içim dışım birden ısındı. Öylece kalmak istedim orada. Kaldım da. Çok ilginç şeyler hissediyordum. Çatının gitmesiyle sanki birden dünyam değişmişti. Benim için yepyeni bir yaşam başlıyor gibiydi. Öbür yandan, onlarca garip düşünce kafamın içinde gidip geliyordu. Ne kadar zaman öylece kaldım bilmiyorum. Sıyrıldım. Doğruldum. Ama oradan ayrılmak istemedim. Bir ara çocuk sesleri duydum. Ne kadar severim çocukları, bir bilseniz! Arka sokaktan geliyordu sesleri, birazdan gelip önümden geçeceklerdi, o yol buradan devam ediyordu çünkü. Az sonra ilk çocuk göründü. Ardından birer birer öbürleri. Birden onu görmekle yüzümde bir gülümseme belirdi. Demek o da okula başlamıştı. Önlüğünü giymiş, küçük çantasını sırtına takmış, ablasının elinden tutmuş okula gidiyordu İbrahim. Bu semtin çocuklarından en çok onu severim, çünkü onunla neredeyse aynı zamanda doğmuşuz, annem söylerdi. Evlerinin çatısına konmuşluğum da çoktur hani. Ama ne yazık ki İbrahim’in ne benden, ne de onu bu denli sevdiğimden haberi var. Biz güvercinler böyleyizdir, hep uzaktan severiz insanları.

10 Aralık 2013

Kral ve Soytarı

Çok eski zamanların birinde bir kral vardı. Adı Aşormahun'du. Ülkesini çok seviyordu ve çok iyi yönettiğine inanıyordu. Onun, ülkesine duyduğu sevginin herkes farkındaydı. O da bunun haklı gururunu yaşıyordu. Vicdanı olabildiğince rahattı. Gelgelelim işler bir türlü yolunda gitmiyordu.

Aşormahun'un vicdanı rahattı rahat olmasına, ama kafası rahat değildi. Bu durum halkına da yansıyordu. Halk onun ülke sevgisinden zerre kadar kuşku duymuyordu ama ülkeyi iyi yönetemediği konusunda neredeyse herkes hemfikirdi. Kral da elbette bunun farkındaydı, kafasının rahat olmamasının nedeni de buydu zaten. 


Geceleri yatağına girdikten sonra uzun uzadıya nerede yanlış yaptığını düşünüyordu Aşormahun. Küçüğünden büyüğüne, önemsizinden önemlisine her hareketini, her davranışını düşünüyor, verdiği her kararı sorguluyordu. Ne var ki yanlış gelebilecek bir şey göremiyordu. Zaten uzun zamandan beri, verdiği en önemsiz kararı bile enine boyuna düşünerek veriyordu. O halde yanlış neredeydi?


Elbette bunun da devamı var. Henüz Soytarı'sı bile görünmedi bu öykünün. Zaman, her şeyin ilacı zaman.

9 Aralık 2013

Tembelliğe Övgü

Meksika'da Harvard mezunu bir ekonomist kumsalda yatan bir balıkçıyla konuşuyordu:
— Günde kaç saat balık tutuyorsun? 
 İki saat. Sonra çocuklarımla filan oyalanıyorum. 
 Niye, daha sonra balık çıkmıyor mu? 
 Çıkıyor. 
 Ee, o zaman akşama kadar balık tutsan, sonra fazla balıkları satsan... 
 Eee...
 Kendine bir kayık alsan, açılıp daha fazla balık tutsan...
 Eee...
 Sonra daha çok balık tutsan... Yakaladığın balıkları kasabaya götürüp satsan... Sonra bu sattıklarınla bir araba alsan, tuttuğun balıkları onla taşısan... Kazandıklarınla bir tekne daha alsan, onda beş-on kişi çalıştırsan...
 Eee... 
 İki tekneyle tuttuklarını şehre taşısan... Bir soğutuculu kamyon alsan... 
 Sonra... 
 Sonra üçüncü tekne, yeni kamyon, sonra da kasabada bir konserve fabrikası kursan... 
 Eee...
 Sonra oradaki balık konservelerini ABD’ye satsan... Sonra şirketleşsen iyice...
 Eee... 
 Kendine profesyonel yöneticiler tutsan... Sonra sen de yan gelip yatsan...
 Ama ben zaten şimdi de yatıyorum. 

Metin Yeğin

8 Aralık 2013

Savruk şeyler

Yılın ilk karı düştü bugün. Bunu buraya yazmış olayım da gelecek yıl bu vakitler geldiğinde, "geçen yıl ilk kar ne zaman yağmıştı, hatırlıyor musun?" diye kimseye sormaya gerek kalmasın. Olur da bir arkadaş sohbetinde karın bu yıl erken mi, geç mi yağdığı/yağacağı konusu açılırsa açıp bakarım bu yazıya, işte, geçen yıl aralığın sekizinde yağmış, derim. Ne de olsa bu yazı da öbürleri gibi duracak burada. Çok mu önemli bir şeydir bu? Yok tabii ki, neresi önemli bunun? Bizim bir arkadaşın annesi kendisini ziyarete gelmiş Manisa-Akhisar'dan, geçen yıl tam da bu zamanlarda yine buradaymış kadın, dediğine göre önceki yıl da kar ayın beşinde yağmış. Duyunca biraz şaşırdım, taa Akhisar'dan birinin burada bir önceki yıl yağan karın tarihini aklında tutması, nasıl desem, bana biraz tuhaf geldi. Ama bu tuhaflıklar da olmasa hayat geçmez. 

Küçük kardeşim Elif'e youtube'dan çizgi filmler falan izletirken bir Rus çizgi filmine rastladık. Elif çok beğenince bir daha izlemek istedi, ben de izlettim. Sonra bir daha... Baktım olacağı yok, zaten internet sınırsız değil, youtube da çok yakıyor biliyorsunuz, iyisi mi indireyim dedim, nasıl olsa Elif'in daha sonra yine izlemek isteyeceğini biliyorum, indirdim filmi. Saydım, oracıkta tam sekiz kere üst üste izledi. Allah'tan çok da uzun bir şey değil, yedi dakika. Akşam oldu, üç beş kez daha izledi. Ertesi gün yine aynı... Kısacası, iki gün içinde filmi neredeyse kırk kez açmak zorunda kaldım. Üçüncü günün sabahı Elif yine odama geldi, gelir gelmez de, "Abi, bana küçük kızın filmini aç" dedi. Açtım, izlemeye başladık. İşte o an aklıma bir şey geldi. Kardeşin için de olsa aynı filmi bu denli çok açmak zorunda kalsan gına gelir, kızar mızarsın, ama hayret, ben hiç de kızmıyordum bu duruma. Neden, biliyor musunuz? Ben de ilkin fark etmemiştim ama işte o üçüncü gün birden aklıma geldi, filmi kendim de çok sevmiştim.


via
Ayıptır söylemesi, yıllar önce ben de iyi bir gazete okuruydum. Neredeyse her gün gazete alırdım. Bazen durup düşünür, gazeteye para vermenin de sigaraya vermekten hiçbir farkının olmadığı sonucuna vardırırdım kendimi. Şimdi bir daha düşününce, tam olarak değil ama kısmen haklı olduğum söylenebilirmiş gibime geliyor. Sonuçta sigara sana zevk veriyor, e, gazete de öyle, zevk vermese alıp okur musun? Sonra, ikisini de kendi isteğinle alıyorsun, herhangi bir gereklilik değil yani. Olur mu öyle şey, gazete okumak bir gereksinimdir, denebilir. Ama yalnızca denebilir. Günümüzde televizyonun, hele hele internetin elimizin altında olduğu bir durumda gazeteye para vermek bana artık gereksiz görünüyor. Kaldı ki zaten internet varsa, gazete de içinde. Üstelik de yalnızca bir tanesi değil, tüm gazeteler internette. Her neyse, ne söylüyorum ben böyle, neden gazeteden söz açtım? Ha evet, Sevin Okyay diyecektim, kendisini her gün gazete okuduğum o zamanlardan tanırım, Milliyet'te yazardı. Şimdi Milliyet'i hiç sevmiyorum. Bazen Çetin Altan'ı okumak için internet sitesine girdiğimde bile kendimi kötü hissediyorum. Keşke o da bir an önce ayrılsa oradan. Ne diyordum, Sevin Okyay, kendisini o zamanlar tanıdım. O da kendine bir blog açmış. Ne zaman açmış bilmiyorum, ben yeni gördüm, birkaç gün oluyor.  Önceki gün Aramızdaki bir sır başlıklı yazısını okudum. Diyor ki, insanın kimseyle paylaşmak istemediği hazineleri vardır. Sahiden de öyle, bazı kitaplar, şarkılar, filmler, masallar, meseller vardır ki onları hiç kimseyle paylaşmak istemezsin. Ondan ötürü de, örneğin şarkıyı bir başınayken dinler, kitabı kitaplığın en görünmeyen köşesine saklarsın. Aslında senin değildir, kitabı bir yazar yazmıştır, filmi bir yönetmen çekmiştir falan, ama senin bulunduğun ortamda kimsenin onlardan haberi yoktur, sen de bir tür beyaz bencillikle sahiplenirsin onları ve paylaşmak istemezsin. Sevin Okyay da Alice Munro'yu kimseyle paylaşmak istemiyormuş. Söz konusu yazıyı bu nedenle yazmış zaten. Alice Munro, biliyorsunuz bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan ablamız. Kendisinin henüz bir kitabını okumadığımı da yeri gelmişken belirtmek isterim. Şimdi bu uzunca paragrafı neden yazdım? Efendim, bir üstteki paragrafta Elif'le çok sevdiğimiz Rus çizgi filminden söz ettim ya, onun adının ne olduğunu sormayın diye. Görüyor musunuz, bir cümlelik bir şey söylemek için bir dolu söz etmek gerekiyor bazen. Ee, söz bu, herkesin harcı değil. Kimdi o, "kısa yazacak kadar vaktim yok" diyen arkadaş, İngiliz miydi? Sevin Okyay'ın bloğu iyi güzel de içinde arama çubuğu yok, bu yazıyı bitirir bitirmez hemen facebook'tan kendisine mesaj gönderip bu konuyu ileteceğim. Bloğundaki şuşu ve şu yazıları okumanızı şiddetle öneririm. (Şu, şu, şu yazıyı demek mi doğru, şu, şu, şu yazıları demek mi? Ulan, gün geçtikçe daha çok yazım sorunu ortaya çıkıyor be!). Neyse arkadaşlar, bu paragrafa bir son verelim bence. 

Keşke bütün yazarların bir bloğu olsa! Buna Yaşar Kemal de dahil. Biri bunu kendisine söylese fena mı olur? Hayır, ben söylerdim söylemesine de facebook'u yok. Yaşar Kemal bir blog açsın, bloğunun tüm teknik işlerini üstleniyorum, ahan da buraya yazıyorum, en güzel bloğu yaparım kendisine, söz. Aklıma gelmişken söyleyeyim, eğer ki sevdiğiniz, takip ettiğiniz bir blog varsa, bir yazarın ya da herhangi birinin bloğu olabilir bu, hiç fark etmiyor, mutlaka yazılarını, özellikle de çok sevdiğiniz, dönüp dönüp bir daha okumak istediğiniz yazılarını bilgisayarınıza indirin. Çünkü blog bu, hiç belli olmaz, bir gün açar bakarsınız ki yerinde yeller esiyor. Bloğunu kapatanların sayısı az değil. Ondan ötürü size şiddetle tavsiyemdir, muhakkak yapın bunu, demedi demeyin. Ben mesela, bloğunu takip ettiğim bazı yazarların sevdiğim yazılarını çoktan bilgisayarıma kaydetmiş bulunuyorum, her biri için bir klasör var. Cem Akaş bunlardan biri. Gerçi onun, bloğunu kapatacağını hiç sanmıyorum ama yine de tedbirli olmakta yarar var, zira internet çağında neyin ne olacağı hiç ama hiç belli olmuyor. 

Yukarıda da söyledim, yılın ilk karı düştü bugün. Daha düne kadar her yer kupkuruyken bugün beyaza büründü. Gündüz vakti dışarıya çıkınca kendimi başka bir memlekete gelmişim gibi hissettim. Hakikaten mevsimlerin olması güzel bir düşünce. Mevsimlerin olmadığı bir iklimde yaşadığınızı düşünsenize, bir bakmışsınız on yıl geçmiş, yaşlanmışsınız, zamanın nasıl geçtiğinden haberiniz olmamış. En azından kışın olması, doğanın birkaç ayda bir renk değiştirmesi, beyazdan yeşile geçiş falan, insana zamanın geçtiğini anımsatıyor. Peki de, zamanın geçtiğinin farkında olmak daha mı iyi? Bilemiyorum. Tabii, bana itiraz edenler de olacaktır: "Burada dört mevsim var da ne oluyor sanki, biz yine zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz." Buna bir şey diyemem işte. Sağlıkla kalınız. 

6 Aralık 2013

Orijinal Değil

İbrahim, akşamleyin salonda oturmuş televizyon izliyordu. Evde kimse yoktu, ama ilginçtir, ev halkının nerede olduğundan haberi de yoktu. Televizyonda bir Kemal Sunal filmi oynuyordu. Filmin ortalarında kapı çalındı. Hayırdır bu saatte, diye meraklanarak kalkıp kapıya yöneldi. Açınca karşısında postacıyı gördü. Bu saatte postacının gelmeyeceğini, mesainin saatler önce bittiğini anımsayamadı o an. Postacı elindeki zarfı verip gitti. 

İbrahim zarfı alıp salona döndü, kanepeye oturdu, açtı. Zarftan antetli, otomatik olarak katlanmış bir kâğıt çıktı. Kâğıdın üst kısmında büyük puntolarla yazılmış bir başlık ve altında da normal büyüklükte bir yazı vardı. İbrahim bir başlığa, bir yazıya baktı, ama hiçbir şey anlamadı. Yazı İngilizceydi çünkü. "Windows is not genuine!" yazılıydı başlıkta. Ortaokul ve liseden kalma bölük pörçük İngilizce bilgileriyle çözmeye çalıştı. Evirdi, çevirdi, "Windows is not" kısmını anlayabildi. Gelgelelim, "genuine" ne demekti? Hiç de tanıdık bir kelime gibi durmuyordu. Üstelik de sonunda bir ünlem işareti vardı. Önemli bir şey olmalıydı. İbrahim işkillendi. Kumandayı alıp televizyonun sesini kıstı. Tam o sırada kâğıdın alt kısmında, daha küçük puntolarla, "Bu yazıyı kendi dilinizde okumak için lütfen zarftaki diğer kâğıdı çıkarınız." yazısını gördü. Ufaktan irkildi. Zarfta bir kâğıt daha mı vardı? Yanına koymuştu zarfı, aldı eline bir daha, içine baktı. Evet, sahiden de bir tane daha vardı. Heyecanla çıkardı kâğıdı, o da öbürü gibi katlıydı, açtı ve okumaya başladı. 


"Windows orijinal değil!" uyarısı, tıpkı öbür kâğıtta olduğu gibi büyük puntolarla yazılıydı. Devamında da, "Windows'un kullanmakta olduğunuz bu kopyası orijinal değil. Windows'un, orijinal sürümleri için sağladığı tüm güncellemeleri almak için işletim sisteminizi doğrulatmış olmanız gerekmektedir." yazılıydı. Gerisini okumadı İbrahim. Kafası karıştı çünkü. Kâğıdı elinden bıraktı, biraz düşündü. Ama işin içinden çıkamadı. Ne anlama geliyordu bu? Windows ne zamandan beri eve özel mektup gönderiyordu? Evet, bilgisayarında yüklü olan Windows'un orijinal olmadığını biliyordu, kendisi yüklemişti çünkü. Arkadaşında bir format CD'si vardı, oradan yüklemişti. Evet ama, Windows'un bundan nasıl haberi olmuştu? Hadi diyelim bir biçimde haberi oldu, ev adresini nereden biliyorlardı? Yazılım sahtekârlığına maruz kalanlarla ilgili bir şeyler okumuştu gazetelerden, ama kendisinin de bir gün bu işlere bulaşacağını hiç düşünmemişti. İş o kadar ciddiydi demek. "Ne yapıp edip, bir an önce bu durumdan kurtulmanın bir yolunu bulmalı," diye söylendi. Tam da o sırada kapı bir kez daha çalındı. Çalınmasıyla da İbrahim hafifçe irkildi. 


İrkilmeyle uyandı İbrahim. Etrafına baktı, sabah olmuştu. Kısa bir süre gördüğü rüyanın etkisinde kaldı. Sonra, "Alt tarafı bir rüya," diyerek rahatlatmaya çalıştı kendini, "dünya âlem kopya Windows kullanıyor, ne olacak." Hemen ardından içine bir kurt düştü, "Ulan, sakın rüya gerçeğe dönüşmesin?" diye geçirdi içinden. Bazı rüyaların gerçek çıktığını herkes gibi o da duymuştu. Ama bu rüya hiç de öyle gerçeğe dönüşecek bir rüyaya benzemiyordu. Ne yani, koskoca Windows kalkıp eve mektup mu gönderecekti? Tam da bunu düşünürken, "Eve değil ama, ya e-posta adresime gönderirse?" diye içinden geçirerek heyecanla yataktan çıktı. Çıkar çıkmaz da masanın başına oturdu, bilgisayarın düğmesine dokundu. İçinden bir ses, "Hapı yuttun oğlum, ilk kez böyle bir rüya görüyorsun. Kesin, bir şey var, kesin!" diyordu. 


Bilgisayar açıldı, Windows'un o bilindik sesi işitildi önce, sonra parola ekranı göründü. İbrahim parolasını girdi hemen, mavi ekran göründü, hemen ardından da masaüstü görüntüsü geldi. İşte tam o sırada bir uyarı sesiyle bir pencere göründü ekranda. Şunlar yazılıydı üstünde: "Windows orijinal değil." 


İbrahim, uyarı penceresindeki bu yazıyı okuyunca öyle bir rahatladı ki, kendini tutamayıp güldü. Sonra, hafif bir sesle, "Ulan, ilk kez bir rüyamın gerçek çıktığını görüyorum!" diyerek bir kez daha güldü ve bilgisayarı kapatarak kalkıp salona geçti.

4 Aralık 2013

Petrol mavisi

Etimolojiye devam... İnsanın özel ilgi alanlarının olması ne güzel bir şey be! Bazen öldüğümü düşünüyorum, ama bazen de, işte böyle meraklarımın hâlâ olduğunu görünce, yaşamaya devam ettiğimi anlıyorum. Söylemenin yeri değil ama eski günlerimi çok özlüyorum. Şimdi o günleri düşündükçe kendime inanamadığım bile oluyor; o bitmez tükenmez merakların, araştırma isteğinin sahibi ben miydim? Hakikaten de insan çok değişebiliyormuş. Lisedeki yıllarımı gözümün önüne getirince örneğin, sanki ben değilmişim de bir filmde izlediğim biriymiş gibi geliyor. Ne ara böyle oldum ben Tanrım, duruma müdahale etmeni canı gönülden istiyor ve bekliyorum vesselam.
***
Yine çokça kullandığımız iki kelimeden gidelim, biri Batı kökenli, öbürü Doğu, başlıktan da anlaşılmıştır zaten: petrol ve mavi. Petrol, birleşik bir kelime, petra ve oleum'un birleşmesinden doğmuş, Latincedir. Mavi ise Arapça. 

Petra Latincede "taş" demektir. Grekçe petros'tan geçmiştir Latinceye. Oleum da yine Grekçe kökenli Latince bir sözcük olup "yağ" anlamına gelir. İkisini yan yana getirdiğinizde yeni sözcük kendiliğinden ortaya çıkar: "taş yağı". Niye taş yağı dendiğini, pek ihtimal vermiyorum ama, merak edebilirsiniz. Lisede gördüğünüz kimya derslerini unutmuşsanız –benim gibi– ve petrolün hidrokarbonlardan, organik maddelerden falan oluştuğunu bilmiyorsanız bile, yer altından çıktığına bakarak taş'ın mantığını bulabilirsiniz. Yağ'da kafanızın karışacağını sanmıyorum, örneğin yer altından çıkan bu sıvıya neden taş suyu değil de taş yağı denmiş olabileceğini merak edeceğinizi sanmıyorum, zira bu sıvı sudan daha yoğun, kendine özgü bir rengi var, ayrıca kokusu var, yani sudan çok yağa benziyor. 

Fazla derinleştirmeyelim. Her ikisi de Grekçeden evrilerek Latinceye geçmiş olan petra ve oleum kelimelerinin Ortaçağ Latincesinde birleşmesiyle petroleum diye yeni bir kelime ortaya çıkmış. Fransızcada pétrole olmuş, oradan da Türkçeye petrol diye geçmiş. En sonunda da Ajda Pekkan şarkısını söylemiş, amaan petrol, canıım petrol...

Gelelim mavi'ye. Onun hiç de petrol'ünki kadar uzun bir yolculuğu olmamış. Ma Arapçada "su" demektir. Dolayısıyla maî "su gibi, su renginde" anlamına gelir. Detaylı açıklama istediğini sanmıyorum. Denizin suyuna bakmışlar, onun renginde olan şeylere "su rengi" demişler. Tıpkı bugün kahverengi dediğimiz gibi. Hiç rastladınız mı, bazı yerlerde "kahveyi" diyorlar, aynı mantık. Mai ve Siyah diye Halit Ziya'nın bir romanı vardır, lisede okumuştum. Peki, mai nasıl mavi olmuş diye sorarsanız, oradaki /v/ harfinin Arapça waw'dan (و) geldiğini ve kaynaştırma görevi gördüğünü tahmin etmek zor değil. Türkçede /w/ sesi olmadığı için, daha doğrusu bugün standart Türkçe olarak kullanılan İstanbul Türkçesinde olmadığı için haliyle "mawi" diye değil, "mavi" diye geçmiş. 

Peki, petrol mavi midir, yeşil mi? Yok yok, ona girmeyeceğim. İsteyen girsin. 

3 Aralık 2013

Being a Lone Wolf

"Karlar düşüp de soğuk rüzgarlar estiğinde, yalnız kurt ölür ancak sürü yaşamayı sürdürür."

Neymiş? 
Yalnız kurt olmanın dezavantajları da varmış.

Başlık: Yalnız Kurt Olmak.

30 Kasım 2013

Çeviri kadına benzermiş

"Çeviri kadına benzer; sadıksa güzel olmaz, güzelse sadık kalmaz."

Sabahattin Eyüboğlu'nun The Blue and the Black'ine Erol Güney'in yazdığı önsözden.

29 Kasım 2013

Sordu kendine adam

"Yazacak hiçbir şeyin yoksa, sırf günü kurtarmak için bir şeyler karalamak ne kadar ahlakidir?" diye sordu kendine adam. Daha önce de kendine sorular sorduğu olmuştu ve her defasında da içindeki ses yanıtlamıştı sorusunu. Bu kez de yanıtın geleceğini biliyordu. Çok sürmedi ve içinden gelen bir ses duydu adam. Ancak hemen ardından bir başka ses, onun da ardından bir başka ses duydu. Sesler birbirini izledi ve tam on ses, art arda yanıtladı adamın kendine sorduğu soruyu.

İlki, "Ahlaki midir, değil midir, anlayabilmek için önce ahlakın ne olduğuna bakmak gerek," dedi. Bir sonraki de onun dediklerini destekleyici nitelikte bir şey söyledi: "Ahlak dediğin kime göre, neye göre?" Üçüncü ses, "Yahu, ne canını sıkıyorsun, alt tarafı bir blog burası, sanki roman mı yazıyorsun? Millet doktora tezi yazarken hırsızlık yapıyor da kimsenin gıkı çıkmıyor, sen bir blog yazısı için ahlakı önemsiyorsun, olacak şey mi?" dedikten hemen sonra dördüncü ses ona itiraz edecek oldu: "Ahlak dediğin bir erdemdir, işin büyüklüğüne küçüklüğüne göre değil, fakat bir ilke olarak her zaman her yerde önemsemeliyiz." O bunu dedikten sonra da beşinci ses duyuldu, şöyle diyordu o da: "İyi güzel de, burada ahlakı işin içine katacak bir konu göremiyorum ben. Bir yazının yazılıp yazılmaması, blogda yayımlanıp yayımlanmaması bana daha çok teknik bir konuymuş gibi görünüyor, ahlaksal bir durum göremiyorum." Tam da bu sesten sonra altıncı ses işitildi: "Millet blogunda neler neler yapıyor, sen oturmuş neyi dert ediyorsun. Blog senin, klavye senin, yaz gözüm, yaz, kim ne der?" Yedinci ses de, "İlle yazacak mısın yani? Bugün de bir şey yazmayıver, ne olacak, ne zaman yazacak bir şeyler gelir, o zaman oturur yazarsın," diyerek sözü sekizinci sese bıraktı: "Yazacağın şeye bağlı. Günü kurtarmak için bile olsa dişe dokunur bir şey yazmak var, boş bir şey yazmak var." Ardından dokuzuncu ses, "Yazmak, denize atmaktır, diyen sen değil misin? O halde yaz ve denize at," diyerek kestirip attı. Ve son olarak onuncu sesi duydu adam: "İçindeki seslere kulak vermek iyidir hoştur ama dışındaki sesleri de ihmal etmemen gerek. Aç hoş bir müzik, kalk kendine bir kahve yap, carpe diem."


Adam, içinden gelen tüm bu sesleri dinledikten sonra, hepiniz haklısınız, dedi kendi kendine ve sırf günü kurtarmak adına bir şeyler yazıp yayımlamaya karar verdi.

28 Kasım 2013

Ey kuş, geldiysen ses ver

Şu işe bak, İngilizler hindiye Türkiye'nin adını vermişler, Türkler de Hindistan'ın adını. 

İngilizce öğrenmeye başlayan pek çok Türk çocuğu, İngilizcede hindiye turkey, yani Türkiye dendiğini eninde sonunda öğrenince, vatan-millet-sakarya duyguları canlanır hemen ve bu adlandırmanın da Batının, özellikle de Amerika'nın bize karşı güttüğü kinin bir yansıması olduğunu düşünür. Halbuki mesele çok daha başkadır.

İngilizcede hindiye neden turkey dendiğini bir ara araştırmayı, sözcüğün etimolojisine bakmayı düşünmüştüm ama daha sonra unutmuşum. Dün New York Times'ta çıkan bir yazıyı okumakla da, deyiş yerindeyse gökte ararken yerde bulmuş oldum. Yazıyı, Mark Forsyth adlı bir vatandaş yazmış. Bu kişinin The Horologicon: A Day’s Jaunt Through the Lost Words of the English Language [Saatler Kitabı: İngiliz Dilinin Kayıp Sözcükleri Arasında Günübirlik Bir Gezinti] adlı bir kitabı da varmış. Türkiye'de yok ama okunacaklar listeme aldım hemen. 

Düşündüğümden de ilginçmiş turkey sözcüğünün yolculuğu. İsterseniz gelin önce sözünü ettiğim makaleyi okuyalım, sonra konuşmaya devam edelim. Bu arada, yazının Şükran Günü dolayısıyla yazılmış olduğunu da belirteyim, çünkü Amerika'da kasımın dördüncü perşembesi Şükran Günü olarak kutlanır ve hindisiz bir Şükran Günü de düşünülemez.

Hindinin Türkiye Bağlantısı (The Turkey's Turkey Connection)
Şükran Günü bütün bir Amerika'da kutlanır. Hindi de bütün bir Amerika'nın kuşudur. Öyle ki, Kolomb'un ve Hacılar'ın gelmesinden çok daha önce buradaydı. İlk kâşifler geniş hindi sürülerinin manolya ormanında yuvalandıklarını yazmışlardı. Denebilir ki, hindi elmalı börekten daha bir Amerikalıdır, gelgelelim adını 7127 km. ötedeki bir ülkeden almıştır.
Bu bir rastlantı değildir; söz konusu olan, yalnızca bir ses benzerliği değildir. Turkey (hindi) kelimesi Türkiye'den geliyor. Ancak, bir bağlantı noktası da var işin içinde. Bunu görmek için de Madagaskar'a uğramanız lazım. Nasıl mı?
Bir zamanlar İngiliz sofraları o kadar fakirdi ki, üstünde ne patates vardı, ne cigar, ne de hindi. Günün birinde insanlar ülkeye ilginç mi ilginç, egzotik bir kuş getirmeye başladılar. Bilimsel adı Numida meleagris olan bu kuşun şimdiki normal adı da miğferli gine kuşu'dur, çünkü alnında bir miğferi andıran kemikli tuhaf bir çıkıntı vardır. Bu kuş, Madagaskar'dan, Afrika'nın güneydoğu kıyısından geliyordu, ancak İngilizlerin bundan haberi yoktu. Tek bildikleri, etinin çok lezzetli olduğu ve  tüccarlar tarafından Avrupa'ya Türkiye'den getirildiğiydi. Böylece çok kısa bir süre sonra bu kuşlara turkey denmeye başlandı. 
Fakat bunlar, bugün kızılcık sosu ve kabak püresiyle servis ettiğimiz hindilerden değildi. Dediğim gibi, bugün hindi dediğimiz, bir Amerika kuşudur. İspanyollar Yeni Dünya'ya vardıklarında bilimsel adı Meleagris gallopavo olan bir kuşla tanıştılar. Ancak bilim onların pek de umurunda değildi. Umursadıkları tek şey, bu kuşların etinin hakikaten çok lezzetli oluşuydu. Turkey'e benzer, muhteşem bir tadı vardı bunların. 
Böylece İspanyollar bunları Avrupa'ya da satmaya başladılar. Bir süre sonra da bu kuş İngilizlerin sofrasında görünmeye başladı. Tam da İngilizlerin Amerika'da ilk kolonileri kurdukları zamanlardı. İki kuş arasındaki farka bakılmadı bile, bu kocaman kuşun tadına baktılar ve akıllarına turkey geldi. İngiliz dilinde böyle şeyler hep olur.
İşte, sizin bu aralar [Şükran Günü] yiyeceğiniz kuşa Karadeniz kıyısındaki bir ülkenin adının verilmesi böyle olmuştur. Diğer diller aynı hatayı yapmadılarsa da başka hatalar yaptılar. Mesela Fransızlar dinde (d'Inde) diyorlar, çünkü onlar da Hindistan'dan geldiğini sanıyorlar. Ve Türkiye'de de pek çok insan böyle düşünüyor olmalı ki, onlar da hindi diyorlar.
...
Asıl ilginç olan da ne, biliyor musunuz? Biz Türkçede bu hayvana hindi diyoruz ama sanmayın ki Hindistan'dan geldiği için öyle diyoruz. Adam söylüyor zaten, hindinin anavatanı Amerika'dır diye. Kuş Amerika'dan gelmiş, Hindistan'sa doğuda, peki de, Türkçede niye hindi deniyor bunlara o zaman? İpucu hemen yukarıda var zaten, Fransızlar d'Inde diyorlar ya, "Hindistan'dan gelme" gibi bir anlamı var bu kelimenin, yani tam da Hindi demek. Nasıl ki İngilizler Madagaskar'dan gelen o ilk kuşun Türkiye'den geldiğini sanıp ona turkey adını verdiler, aynı şekilde Fransızlar da Hindistan'dan geldiğini sanıp ona dinde dediler. Bir zaman sonra da, yukarıdaki makalede söylendiği şekilde, Amerika'dan gelen benzer bir kuşa, yani bugün bildiğimiz hindiye onun adını verdiler. İşte bu hindi kelimesi Türkçe'ye de Fransızca'dan geçmiş olmalı. 

Hindi kelimesinin Türkçeye Arapçadan geçtiğini söyleyenler de var. Örneğin TDK'nın sözlüğünde böyle deniyor. Dil Derneği'nin internet sözlüğünde nereden geldiği belirtilmemiş. Evet, Araplar da hindi diyorlar bu hayvana, ne var ki, bu sözcük Arapçadan gelmiş olamaz. Çünkü hayvanın kendisi, denildiği gibi, doğudan değil batıdan geliyor. Türkçenin bu kelimeyi Arapçadan alması için bu kuşu da onlar aracılığıyla tanımış olması gerekirdi mantıksal olarak. Oysaki öyle olmamıştır. Hindi, yukarıda da söylendi, İspanyollar aracılığıyla Britanya'ya ve bütün Avrupa'ya getirildi, Avrupa'dan da dünyanın geri kalanına dağıldı.

Pazılın parçaları dağıldı biraz, evet, isterseniz derleyip toparlayalım. Hatta isterseniz maddeler halinde yazalım.
     1. Madagaskar'dan İngiltere'ye ilginç bir kuş getirilir. Garibim, Madagaskar'dan gelmiştir ama İngilizler Türkiye'den geldi sanırlar, haksız da sayılmazlar, çünkü onu getirenler Türkiye'yle ticaret yapan tüccarlardır. Böylece bu kuşa hiç eğip bükmeden turkey derler, yani türkiye.
      
     2. Daha sonra Avrupa'ya İspanyollar aracılığıyla bu kez Amerika'dan bir başka kuş gelir ki biraz öncekine çok benzemektedir. Hem fiziksel yapısı benzemektedir, hem de etinin tadı kokusu. Aslına bakılırsa biyolojik bakımdan ikisi arasında akrabalık da vardır. Böylece İngilizler zahmete girip yeni bir kelime bulacaklarına ona da benzerinin adıyla turkey demeye başlarlar. Çok doğal bir şeydir bu, çocuklar da her gördükleri sakallıya dede derler, aynı mantık.
     
     3. İngilizler Amerika'yı kolonileştirip daha sonra Amerika Birleşik Devletleri adıyla yeni bir devlet kurduktan sonra da doğal olarak dillerini de götürürler, böylece bu turkey kelimesi de gitmiş olur. 
     
     4. Böylelikle, zaten Amerika kıtasından gelmiş olan kuş, hiç ilgisi alakası yokken turkey diye bir ad almış olarak yine Amerika'ya gider.

Şimdi benim merak ettiğim esas konu ne, biliyor musunuz? Bugün Türkçede hindi, İngilizcede turkey dediğimiz bu hayvanın gerçek adı neydi peki? Öyle ya, Avrupalılar gidip istila etmeden binlerce yıl önce de Amerika kıtasında uygarlık vardı. İşte İnkalar, Aztekler, Mayalar falan... Uygarlık olduğuna göre de bu kuşun muhakkak bir adı vardı, değil mi? Evet ama neydi? Araştırılmasına araştırılmıştır mutlaka, acaba bulunmuş mudur? Yani hindi dediğimiz bu kuşlara Amerika'nın yerlilerinin vermiş olduğu ad veya adlar biliniyor mudur? Bir araştırmak lazım tabii, bakalım ne zaman...

Bu arada, Madagaskar'dan Avrupa'ya gelen, Türkiye'den geldiği sanılan o ilk kuşun Türkçe adı da beçtavuğu. Beç, Osmanlıların Viyana'ya verdiği ad. Bundan da, Osmanlıların bu kuşu Avusturyalılar aracılığıyla tanımış olduğu sonucuna ulaşabiliriz. 

Merak ettiğim bir şey daha var. Acaba Madagaskar'dan gelen o kuşla Amerika'dan gelen o diğer kuş, bir başka deyişle beçtavuğuyla hindi hiç karşılaştılar mı? Karşılaştılarsa neler konuştular? Düşün dur.
Sayfa başına git