28 Kasım 2020

Hakikat bir hayal ve hayal bir hakikat gibi görünürdü

Leonardo “Resme Dair” başlıklı notlarında şöyle yazar:

Resim yapmak için hususi bir atölyen olmalıdır. Uzun dört köşeli bir salon, yirmi arşın uzunluğunda, on arşın genişliğinde duvarlar, siyah önünde bir dam çıkıntısı ve güneşe karşı keten bir perde. Bu perde ihtiyaca göre açılıp kapanabilmeli. Perdesiz olarak yalnız alaca karanlıkta veya bulutlu ve sisli havada resim yap. Bu ışık mükemmel bir ışıktır.

Leonardo ev sahibi Martelli'nin evinde işte böyle bir atölye yaptırmıştı.

1505 yılının ilkbahar sonu idi. Sisli bir gündü. Güneş ıslak bulut örtülerinden geçiyordu. Gölgeler narindi ve duman gibi uçuşuyordu. Leonardo bu ışığı çok severdi, çünkü ona göre bu ışık, kadın yüzüne müstesna bir güzellik verirdi.

Gelmeyecek mi diye düşündü. Düşündüğü kadın kendisi için alışıldık olmayan bir sebatla, büyük bir gayretle üç senedir portresini yaptığı kadındı.

Atölyeyi hazırlamıştı. Talebesi Beltrafiyo onu yan gözle inceliyordu. Daima sakin olan hocasının sabırsızlıkla bir şey bekleyişini hayretle temaşa ediyordu. Leonardo fırçasını, boyalarını hazırlamıştı. Portreyi açmıştı. Odanın ortasında, o kadını eğlendirmek için kurduğu fıskiyeyi açtı. Düşen sular cam kürelere çarpıyor, garip hafif bir müzik yaratıyordu. Fıskiyenin etrafında Leonardo kendi eliyle kadının çok sevdiği iris çiçeklerini dikmişti. Halının üstünde bir beyaz Asya kedisi uyuyordu. Onu da kadın için satın almıştı. Kedinin bir gözü topaz sarısı, bir gözü de safir mavisi idi. Talebesi Saleno notaları açmış, viyolasını akort ediyordu. Sonra Leonardo'nun Milano'dan beraber getirdiği ikinci bir müzisyen geldi. O da Leonardo'nun icadı olan ve bir at kafasına benzeyen gümüş lavtayı çalıyordu.

Kadını eğlendirmek için Leonardo en iyi şarkıcıları, hikâyecileri ve şairleri davet ederdi. Kadının yüzünde, bu seslerin uyandırdığı çizgileri takip ederdi. Fakat son zamanlarda bu toplantılara pek lüzum kalmamıştı. Çünkü kadının bunlarsız da sıkılmadığını görmüştü. Yalnız müzik devam ediyordu.

Her şey hazırlanmıştı. Fakat kadın, hâlâ görünmüyordu.

Gelmeyecek mi diye düşündü Leonardo, bugün ışık ve gölge tam bu işe elverişli, acaba birisiyle çağırtsam mı? Fakat beklediğimi biliyor. Herhalde gelecektir. Talebeleri üstatlarının sabırsızlığının gittikçe arttığını görüyorlardı. Birdenbire pınarın suları yan tarafa eğildi, cam küreler ses verdi ve su damlaları altında iris yaprakları titreşiyordu.

Üstadın yüzünde, kadının geldiği belli oluyordu. Odaya önce rahibe Kamila girdi. O her defasında beraber gelirdi. Odanın bir köşesine oturur; İncil'i açar, onu okurdu. Varlığından kimse haberdar olmazdı. Konuştuğunu da duyan yoktu. Arkadan beklenen kadın içeri girmişti. Otuz yaşlarında basit, koyu elbiseli, alnının ortasına kadar varan şeffaf koyu bir örtü örtülüyordu. Bu Monaliza Gioconda idi. Kadın, Napoli'nin kadim bir ailesindendi. Vaktiyle zengin olup Fransızların yağmasından sonra fakirleşmiş Mösyö Gerardini'nin kızı ve Floransa jokontunun karısı idi. Bu adam, önce iki defa evlenmiş, iki karısı da ölmüştü. Monaliza üçüncü karısı idi. Bu tabloyu yaparken sanatkâr elli yaşındaydı. Kadının kocası ne fena ne iyi, tutumlu, orta adamdı. Güzel karısını evin münasip bir ziyneti sayardı. Ama Monaliza'nın güzelliğini Sicilya öküzlerinin güzelliği kadar olsun anlamazdı. Bu kadını da kendi arzusuyla değil, babasının zoruyla almıştı. Kadının ilk âşığı harpte ölmüştü. Kadını başka sevenler de oldu, fakat kadının hiçbirisine ümit vermediği de söylenirdi. Sakin, mütevazı ve dindardı. Kilisenin bütün emirlerini yerine getirirdi. İyi bir ev kadını, sadık bir zevceydi. On iki yaşındaki üvey kızı için de şefkatli bir anneydi.

Talebeleri biliyorlardı ki Leonardo bu kadını ancak çalışma esnasında görebilirdi ve hiçbir zaman yalnız kalmazlardı. Ama talebesi Giovanni hissederdi ki sanatkârla kadının arasında, onları diğer insanlardan ayıran esrarlı bir bağ vardı. Ve bu sır başkalarının aşk dedikleri şey değildi.

Leonardo'dan işitmişti ki sanatkârlar yaptıkları portrelerden kendilerine benzeyen bir yüz yaratmaya meylederler. Çünkü Leonardo'ya göre insanın vücudunu ruhu biçimlendirirdi. Giovanni dikkat ediyordu ki yalnız portre değil, bizzat Monaliza da zamanla Leonardo'ya benzemeğe başlamıştı. Bu benzeyiş yüz hatlarından ziyade, gözlerde ve gülümsemede idi.

Giovanni hayretle hatırlıyordu ki aynı tebessüm İsa'nın yaralarına elini dokunduran Thomas'ın yüzünde de vardı. Çünkü Verrocchio'nun bu tablosuna genç Leonardo model durmuştu.

Üstadın ilk eserlerinden birisi olan Havva'nın portresinden sonra, Melek portresinde de bu tebessüm görülürdü. Sanki Leonardo her yerde kendi güzelliğinin tam bir yansımasını aramış ve onu nihayet Monaliza'nın yüzünde bulmuştu.

Bazan Giovanni ikisinin yüzündeki bu gülmeye bakarken âdeta korkar ve bir mucize karşısında olduğunu sanırdı. Hakikat bir hayal ve hayal bir hakikat gibi görünürdü. Sanki Monaliza canlı bir kadın değil ve Mösyö Jokont'un karısı değil de Leonardo'nun çağırdığı bir hayalet, bir büyü ve Leonardo'nun kadın dublörü idi.

Monaliza, kucağına sıçrayan kediyi okşadı. Leonardo işe başladı. Bazan fırçayı bırakır, dikkatle onun yüzüne bakardı. Bu yüzdeki en küçük gölge, en hafif değişiklik onun gözünden kaçmazdı.

“Madam,” dedi Leonardo, “bugün o kadar sakin değilsiniz.” Monaliza sakin bakışını Leonardo'ya yönelterek, “Evet,” dedi “biraz yorgunum. Üvey kızım hasta, bütün gece uyumadım.”

“Bugün çalışmayı bırakalım mı?”

“Hayır, böyle bir güne yazık değil mi? Şu narin gölgelere, şu canlı gün ışığına bakın, tam benim günüm. Beni beklediğinizi biliyordum. Erken gelecektim ama Madam Sofonizba…”

“Kim?” dedi Leonardo. “Anladım... Sesi pazar karısına, kokusu bir bakkal dükkânına benzer.”

Kadın gülüyordu:

“Madam Sofonizba bana dün akşam Madam Anjelika'nın verdiği ziyafeti, kadınların kıyafetlerini; kimin kime kur yaptığını anlatmağa geldi.”

“Anlaşıldı. Sizin keyfinizi kaçıran, kızınızın hastalığı değil, bu dedikodu. Madam farkında mısınız ki herhangi manasız gündelik bir dedikodu bile bazan ruhlarımızı karartır ve ağır bir ıstıraptan fazla keyfimizi kaçırabilir.”

Kadın başını eğdi. Zaten ikisi kelimesiz anlaşıyorlardı. Resme devam etmeğe çalıştı.

Monaliza üstada: “Bana bir şey anlatın,” dedi.

“Ne?”

Kadın bir an düşündükten sonra: “Venüs’ün âleminden bir şey,” dedi.

Leonardo onun bilhassa sevdiği hikâyeleri, seyahat hatıralarını, tabiat gözlemlerini, resim planlarını bilirdi. Ve her defasında, hafif bir müzik eşliğinde, bir çocuk basitliğiyle bunlardan birisini anlatırdı. Leonardo'nun bir işareti üzerine “Venüs Âlemi” hikâyesine refakat etmek üzere sazlar çalınmağa başladı.

“Sicilya sahillerinde oturan gemiciler hikâye ederler ki denizde ölmesi mukadder olanlar en şiddetli fırtınada aşk ilahesinin biri olan Kıbrıs'ı görebilirlermiş. Adanın güzelliğine meftun olan nice gemiciler kayalıklarda denize dökülmüşlerdir. Nice batmış gemilerin bakiyeleri hâlâ oralarda görülür. Bunlar o kadar çoktur ki sanki mahşer olmuş ve batan gemiler ortaya çıkmıştır. Lakin adanın üstünde ebediyen mavi bir gök parıldar ve güneş çiçekli tepeleri aydınlatır. Hava o kadar sakin ki bacalardan çıkan dumanlar dimdik havaya yükselir. Denizde ölecek olanlar bu yakın ve sakin denizi görürler. Rüzgâr onlara çiçek kokuları getirir. Fırtına ne kadar şiddetli ise, Kıbrıs'taki sükûn da o kadar derindir.”

Hikâye bitince, Leonardo sustu. Çalgılar da sustular. Böylece bütün seslerden daha şahane olan bir sükûn, müzikten sonraki sükûn peyda oldu. Monaliza, müziğin ninnisiyle ve sükûnla hakiki hayattan uzaklaşmış vuzuh dolu yüzüyle sakin sular gibi esrarlı, şeffaf fakat hiçbir bakışın derinlerine inemediği bir gülümseme ile Leonardo'nun yüzüne bakıyordu.

Giovanni'ye öyle geliyordu ki Leonardo ile Monaliza karşı karşıya konmuş ve birbirinde sayısız yansımalar yapan iki ayna idiler.

Sadi Irmak, Leonardo da Vinci ve Rönesans.

Mona Lisa
Monna Lisa, Leonardo da Vinci, 1503-1506.


18 Kasım 2020

Bloğuma yazamıyorum, ne yapmalıyım hocam?

Bloğunu boşlayanların, istediği gibi yazamayanların, çok istediği halde yazamayanların, eskisi kadar hevesle yazamayanların, yazmak için vakit bulamayanların, kafasını toparlayamayanların sayısı az değil bloglar âleminde. Naçizane, bunca yıldan edindiğim tecrübeye dayanarak bunun gayet olağan bir durum olduğunu, her blogger'ın başına zaman zaman geldiğini söylemek isterim. Kendine bir blog açıp bu yolculuğa çıkmış kişiye bunları peşinen kabullenmesi gerektiği söylenmelidir. Kaldı ki bu yalnızca blogcuların değil, yazmaya bir biçimde bulaşmış herkesin yaşadığı bir sorundur.

Bu tür tıkanma durumlarında üzerinde ilk durulacak nokta, yazılacak bir şeyin olup olmadığıdır. Öyle ya, blog yazmaya karar verdiğinde yazacağı konuları kafasında biriktirmiş biri, bunların hepsini yazıp bitirdiğinde kendini birden boşlukta bulacaktır. İşte bu boşluk bir yol ayrımıdır. Ya blog macerası burada sona erecek ya da kahramanımız yeni konuları, ilgi alanlarını beklemeye koyulacaktır. Gelgelelim bu durum söz konusu değilse, yani sözünü ettiğimiz, "yazacağım her şeyi zaten yazdım" noktası değilse fakat buna rağmen tıkanmışsa o zaman sorunun kaynağını başka yerde aramalıdır.

Blogcunun kendisinden beklentisi nedir? Bu yolculuğa çıkarken ne aralıkla yazacağını kendine söylemiş midir? Bir başka deyişle, yazma potansiyelinin farkında mıdır; günde bir mi yazacaktır, ayda bir mi? Hatta üç ayda bir mi? Eğer ki blogcu bu sorunun cevabını kendine verebiliyorsa tıkandığında tıkanmanın kaynağını bulması kolaylaşır. Haftada bir yazı kotarabileceğini düşünen, kendinde o potansiyeli gören ya da zaten bunu önceden yapmış olan bir blogger diyelim bir aydır, iki aydır yazamıyorsa o zaman ortada sorun var demektir. Ama yok, baştan beri mesela hep ayda bir yazmışsa, şimdiyse ritim iki ayda bire düşmüşse bunun bir sorun olduğu söylenemez.

Diyelim bir zamandır bir bloğunuz var, bir yıldır veya beş yıldır; bir de belli bir yazma hızınız var, haftada bir veya ayda bir; şimdiyse bir süredir tekliyor, eski hızınızı yakalayamıyorsunuz, ne yapmalısınız? Bu durumda bir arabanız olsaydı nasıl bir süreç işlerdi mesela? Bir süredir tekleyen bir araba karşısında tamircinin ilk yapacağı şey, teklemenin kaynağını bulmaya çalışmaktır. O halde bir blogger da bir süredir tekliyorsa bunun kaynağını bulmaya çalışmalıdır.

Çoğu dallı budaklı pek çok konuda yazıyor olsa da bir blog yazarını yazmaya güdüleyen esas bir etmen vardır. Örneğin kimisi yaptığı çalışmalar, ürettiği ürünler hakkında insanlara bilgi vermek için yazıyordur, kimisi hayat karşısındaki memnuniyetsizliğini içinde tutamayıp dışarıya konuşmak için yazıyordur, kimisi neşesini insanlarla paylaşmak, belki de gözlerine sokmak için yazıyordur, kimisi kendi çapında ün kazanmak için yazıyordur, kimisi yapıp ettiklerini, sözgelimi, okuduğu kitapları, izlediği filmleri yorumlamak yazıyordur, kimisi öykü, şiir gibi edebi çalışmalarını insanlara ulaştırmak için yazıyordur vs. Buradan hareketle, blog yazarı kendisini blog yazmaya sevk eden o esas itkiyi bulmalı ve o itkinin içinde hâlâ durup durmadığını sorgulamalıdır. Peki, bunu yapması yeter mi? Yetmez.

Unutulmaması gereken çok önemli bir konu var: Blogger'lık amatörce bir iştir. Amatör kelimesi Türkçede anlamını neredeyse yitirip yeni bir anlam kazandı, bugün artık acemiliğe amatörlük deniyor, oysaki gerçek anlamında amatörlük hevesle yapılan işlere denir. Hiçbir zorunluluk olmadığı halde istekle yapılan iş amatörce iştir. Çocukların toplanıp oyun oynaması amatörlüktür. Karşıtı ise profesyonelliktir. Para kazanmak için yapılan iş profesyonel iştir. Sevsen de sevmesen de o parayı kazanmak istiyorsan yapmak zorunda olduğun iştir. Blogger'lık diyorduk, amatörce bir iştir. O halde amatörce işlerin kurallarına tabidir. Nedir o kurallar? Aslına bakılırsa bir ana kural vardır, o da hevesin kendisidir. Değil mi ya, hevesi olmayan biri oyun oynamak istemez, halbuki profesyonellikte bu yoktur, pazartesi günü kim kalkıp güle oynaya işe gider ki? Mecburen gideceksin, hevesin olsa da olmasa da. O halde şuraya varalım mı: Bloğunuza bir süredir yazamıyorsanız hevesinizin kaçmış olması çok büyük bir olasılık. Dolayısıyla şimdi kendiliğinden yeni bir soru çıkıyor ortaya: Heves niye kaçar, nasıl kaçar?

Elbette hevesin kaçmasının pek çok nedeni vardır. Hem bunlar kişiden kişiye, koşuldan koşula, şehirden şehre vb. değişir de. Bir kimse nelere heves ettiğini, kendisini yaşama bağlayan bağların ne olduğunu, yaşam enerjisi dedikleri şeyi nereden aldığını en iyi gene kendi bilir. O halde böyle bir durum karşısında yapılacak şey, kaçmış olan hevesi geri getirmeye çalışmaktır.

Peki, sadece hevesin kaçması mıdır kişiyi yazmaktan kesen? Bunun tam tersini savunan bir görüş de yok mudur? Çoğu yazara, şaire, eleştirmene göre, yazan insan derdi olan insandır. Derdi olmayan yazamaz ya da kendisi zaten yazmaya yeltenmez. O vakit şöyle bir sonuca daha varalım mı: Yazmaktan kesilmiş biri olarak siz hevesiniz kaçtığı için mi yazamıyorsunuz, yoksa bir derdiniz olmadığı için mi? Bu soruya da bir cevabınız olmalı. Bu noktada da şu sorunun akla gelmesi mümkün: "Evet, benim öyle büyük bir derdim yok çok şükür, gelgelelim yazmayı da çok istiyorum." Olabilir elbette. Şayet sözünü ettiğimiz iki etmen, hevesinizin kaçmış olması ve derdinizin olmaması söz konusu değilse fakat gene de yazmak isteyip de yazamıyorsanız bunun başka bir nedeni olabilir. 

Mesela okumak? Evet, yazmak okumakla yakından ilişkilidir. Okumayan yazamaz da. İyi bir yazar çok iyi bir okurdur. Peki, siz okuyor musunuz? Kendinizi besliyor musunuz? Okuma hızınızla yazma hızınızı, okuma zamanınızla yazma zamanınızı vb. karşılaştırmayı hiç denediniz mi? Örneğin az okuduğunuz mevsimlerde az yazdığınız, çok okuduğunuzdaysa çok yazdığınız oluyor mu? Üzerinde düşünmeye bir hafta sonunuzu ayırmaya değer.

Önemli bir konuyu da atlamayalım. Marifet iltifata tabidir, demişler. Kişi, yapıp ettiği iş her ne olursa beğenilmek, takdir edilmek ister. Bloğunuza yazdıklarınız beklediğiniz kadar okunmuyorsa hevesiniz kaçabilir. Bu konuda iyimser bir şeyler söylemek isterdim ama görünen köy kılavuz istemiyor. Bugün nüfusu seksen milyonu aşkın ülkede en ünlü yazarların bile yeni kitapları bin adet basılarak yayımlanıyor. Bunu hiç unutmayın. İnsanlar artık yazı okumuyor kardeşlerim. Onu dahi geçtim, on dakikalık videoları izlemek bile insanlara zor geliyor artık, böyle bir çağdayız. Demem o ki, beklentilerinizi olabildiğince düşük tutun, bir; karamsarlığa kapılmayın, iki; kendinizi büyütmeyin, üç. Alt tarafı bir blog yazarısınız. Tevazu iyidir.

Şunu da söylemeden geçmek olmaz elbet, sakın ama sakın başkaları beğensin diye, yorum yapılsın diye yazmayın. Hiç kimse okumayacakmış gibi, denizdeki balıklara yazıyormuşçasına yazın. Balıklar için yazın, fakat yazıp bitirdikten sonra vazgeçip insanlar için yayımlayın.

Bitirmeden önce hatırlatmakta yarar var, ne kadar yazacağınız konusunu belirleyin ama kendinizi zorlamayın. Bu kadar ya da şu kadar yazmak zorunda değilsiniz. Neticede kendi bloğunuzda yazıyorsunuz, sizden haftada beş gün yazı bekleyen bir editörünüz yok. Editör de sizsiniz yazar da.

17 Kasım 2020

Türlü türlü cefânın adını aşk vermişler

Türlü türlü cefânın adını aşk vermişler
Bu cefâya katlanan dosta halvet ermişler
Aşkdurur türlü belâ döndürür hâlden hâle
Dost elinden piyâle key melâmet olmuşlar

Kime kim aşk ulaştı her dem kaynaya taşa
İyi dirlik hem yavuz dört yanında durmuşlar
Her kim aşk eri ise aşka müşteri ise
Aşk onun yâri ise canına od urmuşlar

Miskin Yunus’un canı başında ser–encâmı
Aşka münkir âdemi bu meydandan sürmüşler

Yunus Emre

14 Kasım 2020

Selimiye nerededir?

Messenger'dan bir mesaj gelmiş, biri YouTube kanalının linkini göndermiş, abone olursanız sevinirim, demiş. Geçenlerde beni Facebook'tan ekleyen biri, tanımıyorum. Zaten şahsen tanımadığım o kadar çok kişi var ki listemde. Benim gibi, edebiyat çevrelerini filan takip edenler.

Videoya tıkladım. Şiir okuyor. Kendi yazmış. Daha on beşinci saniyeye varmadan "Pırıl pırıl Kapalıçarşı," sözü bir yerden tanıdık geliyor. Tabii ki Orhan Veli'nin ünlü İstanbul'u Dinliyorum şiirinden. Hemen ardından da "Avlusunda pır pır uçuşan güvercinlerinle Selimiye'nin" demez mi. Yeter bu kadar, diyerek videoyu durdurup kendisine bir mesaj gönderdim. Aramızda şu kısa diyalog geçti:

—Selimiye Camii Edirne'dedir.
—Eskiden Edirne  İstanbul'a bağlıydı
—Ne zaman?
—Osmanlı döneminde
—Dolayısıyla da Selimiye Camii İstanbul'daydı.
—İstanbul gibi tarihi geçmişi çok eskilere dayanan bir şehri anlatıyorsanız böyle düşünmelisiniz.
—Kesinlikle haklısınız. Ulu Cami de çok önemli bir tarihi eserimiz ama, keşke şiirde o da olsaydı.
—Bir başka şiirde ona da yer veririz
—İnşallah.
—İyi dinlemelet
—Sağolun.

Dunning–Kruger Etkisi nedir, bilir misiniz? Türkiye'de daha çok "cahil cesareti" olarak bilinir, "Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır." diyen şu teori. O kadar büyük bir cesarettir ki bu, çok bariz bir yanlışlarını düzelttiğinizde bile aslında yanlışı yapan onlar değil, sizsinizdir. Misal, boş bulunup, limon ekşidir, demişsinizdir, limonun aslında tatlı olduğuna kendileri zaten emindir de size de oracıkta dersinizi verirler tatlı olduğuna dair. Nitekim ne Selimiye Camisi'nin Edirne'de olması mühimdir, ne de Ulu Cami'nin Bursa'da olması, onlar nasıl biliyorsa doğrusu odur. Selimiye icabında İstanbul'dadır, icabında İzmir'de. Gelgelelim, bu örnekte Dunning-Kruger sendromundan fazlası var sanki. Adam muhtemelen İstanbul'un Süleymaniye'siyle Edirne'nin Selimiye'sini karıştırmış, birisi benim bu tür bir hatamı düzeltse kendisine oracıkta teşekkür eder, ayrıca minnet duyarım, bense ne bu vatandaşın teşekküründeydim ne minnetinde, oysaki onun bunu kabul etmek gibi bir niyeti yoktu, dedim ya, Dunning-Kruger'den fazlası bu, "Ben yanlış yapmam ama tutalım yaptım, bu durumda da benim yanlış yapmadığıma dair birinci madde geçerlidir" kafası bu.

Ben de az değilim doğrusu, zaman zaman insanları trollemek öyle hoşuma gidiyor ki. Nitekim, Ulu Cami'den dem vurarak vatandaşa ufak bir yem attım ama sonrasında vazgeçtim. "Eskiden Şam da İstanbul'a bağlıydı, dolayısıyla oradaki Emevi Camisi de İstanbul'dadır," diye de sürdürebilirdim pekala, neyse ki havamda değilim uzun zamandır.

Video şurada. Bu da Orhan Veli'nin şiirinin "ilgili" bölümü:

(...)
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı 
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular 
Çekiç sesleri geliyor doklardan 
Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları; 
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. 
(...)

8 Kasım 2020

Sonbahar Günü

Tanrım, zamanı geldi. Çok büyüktü yaz. 
Gölgeni güneş saatlerinin üstüne yay, 
ve bırak kırlarda essin rüzgarlar. 
Emret son meyveler dolgunlaşsın; 
onlara iki güney günü daha ver, 
onları olgunlaşmaya zorlayıver 
son tatlılıkları ağır şarapta son bulsun. 
Şimdi evi olmayan, ev kurmayacak bir daha. 
Şimdi yalnız olan, yalnız kalacak uzun süre, 
uyanacak, okuyacak, uzun mektuplar yazacak 
ve yapraklar sürüklendiğinde, ağaçlı yollarda 
huzursuzca dolaşıp duracak oradan oraya.

Rainer Maria Rilke
Çeviren: Sabah Kara
Sayfa başına git