11 Haziran 2017

Van balığı, namı diğer inci kefali

Bu yıl havaların biraz geç ısınması balık göçünü de bir-iki hafta geciktirdi. Mayısın on ikisinde Balık Bendi'ne pikniğe gittiğimizde suda tek bir balık yoktu. Bunu suya bakarak değil, havaya bakarak anlamıştım. Suda hiç balık olmayışı, havada hiç martı olmayışından anlaşılıyordu zira. Geçen perşembe gittiğimizdeyse havadan bildiğin martı yağıyordu. Yalnızca hava mı, su da martılarla dolup taşmıştı.
***
Martılar ziyafet çekiyor.
Halk arasında inci kefali diye bilinen balığın –son yıllarda yapılan araştırmalarla– kefal değil, sazangiller familyasına dahil bir tür olduğu anlaşılınca adı Van balığı olarak değiştirildi. Ne var ki yıllar yılı kullanılmış olan inci kefali adının hemen tutulup atılmayacağı, daha uzunca bir süre kullanılmaya devam edeceği de aşikâr. Bilimsel adı Alburnus tarichi. Endemik bir tür, yani dünyada yalnızca Van Gölü havzasında yaşıyor. Bundan ötürü, adının Van balığı olarak değiştirilmiş olması gayet isabetli. 

Bizim Van denizinin sodalı/tuzlu suları canlı yaşamına elverişli değil. Balıklar akarsuların denize döküldüğü ağız kesimlerinde yaşarlar daha çok. Üreme mevsimindeyse yumurtalarını bırakmak üzere bu akarsulara göç ederler. Yani yavru balıklar denizde değil, akarsularda gözlerini açarlar dünyaya. 

Sularını Van Gölü'ne boşaltan on kadar akarsu var. Bunların hepsinde de Van balığına rastlanabilir. Bir başka deyişle, ilkbahardaki söz konusu göç bu akarsuların tamamından gerçekleşir. Fakat aralarında bir tane var ki balıkların göçü kelimenin tam anlamıyla bir görsel şölene dönüşür. Erciş'teki Deliçay'dır bu. Bu akarsuyu farklı kılan şey, tam göle döküleceği yerde, yani bura halkının deyişiyle Balık Bendi'nde sularının bir-iki metre yükseklikten dökülmesini sağlayan taşlık bir zemine sahip olmasıdır. Ufacık bir şelale gibi yani. Tabii, göçün görsel şölene dönüşmesinde dağlardaki karların erimesiyle suların coşmasının da büyük payı var. Milyonlarca balık sertçe akan bir suyun tersi istikametine gitmeye çalışır.
***
Balıklar o kadar çok ki atlayacakları yere geldiklerinde kocaman bir balık havuzu oluştururlar. O kadar ki suyun rengi değişir. Bazılarıysa, fotoğrafta görüldüğü gibi, kenarlara yığışır. Bunlar bir nebze şanslılar, çünkü suyun kenarlarındaki seyir teraslarında boyuna insanlar durup izlediği için martılar yanaşamıyorlar. Yoksa suyun içindekileri yakalamaya çalışmakla uğraşmaz, doğrudan buralara konar, karınlarını doyururlardı bir güzel. Geceleyin martılar eve gidiyorlar mıdır bilmiyorum, bildiğim, insanların gittiği. E, insanlar gidince meydan martılara kalıyor demektir. Fakat, diyorum ya, onların da eve gitmiyor olması koşuluyla. İnsanlar dedim de, bu yıl ramazandan ötürü Balık Bendi tenha sayılırdı, izlemeye gelenlerin sayısında geçen yıllara göre gözle görülür düşüş vardı. Eskilerde sadece Ercişlilerin bildiği bir doğa olayıydı bu. Son on yılda, internetin de etkisiyle, epey bir tanındı, büyük olasılıkla gelecekte daha da tanınacak.
***
Balık Bendi
Van balığının etinin tadına bakan yalnızca martılar değil. Biz insanlar da kendimizi bildik bileli yeriz. Tabii, tazesini sadece ilkbahar aylarında, bir-iki ay kadar. Buraya özgü bir yöntem olarak tuzlanıp kış için de saklanır. Geleneksel pişirme biçimi tandır. Bizim burada tandır kuyu biçiminde olur, bir metre kadar yere gömülü. Balık tandırın duvarına yapıştırılmak suretiyle pişirilir. Piştikten sonraysa tat versin diye çay kaşığıyla ağzından tuzlu su verilir. Bazıları tandıra iyi yapışması, düşmemesi için cıvık bir hamura bandırır, biraz kuruyup yapışkan hale gelmesi içinse genişçe bir tepside ya da ekmek tahtasında bir saat kadar güneşte bırakır. İşte kedilerle saksağanların gelip bunları götürmemesi için de çocukluğumuzda başına bizi koyarlardı. O zamanlar sıkıcı bir işti haliyle, işin yoksa bir saat boyunca balıkların başında bekle, gelgelelim şimdi nasıl da özlüyor insan o günleri.
***
Etinin tadı orta karar. Deniz balığı yemeye alışkın birine çok da lezzetli gelmez. Bunun nedeni tahminimce yaşam ve beslenme alanının dar olması. Nasıl ki okyanusta yaşayan somon iç denizlerde yaşayandan daha lezzetli, açık denizde yaşayan çoğu balık da bizimkinden daha lezzetli. Ama, dedim ya, bu yalnızca bir tahmin. Deniz dedim de, acaba bunu götürüp denize bırakan, orada yaşayabilip yaşayamadığını deneyen olmuş mu, merak ettim şimdi?

Sözümü burada bitireyim artık. Bakmak isteyenler için birkaç yıl önceden kalma fotoğraflar şurada. Bu yıl çektiklerimdense dokuz videoluk bir oynatma listesi hazırladım:

 

26 Mart 2017

Kürkçü dükkânına dönüş

Ömrünü kürkçü dükkânında tüketenlere...

Çokluk insanlar kürkçü dükkânını herhangi bir dükkân genişliğinde, ortasında uzunca bir tezgâh duran, kürklerin duvarlar boyunca asılı ve tezgâhın üzerinde yığılı olduğu bir dükkân sanır. Öyle değildir halbuki. Kürkçü dükkânı geniş mi geniş, dilediğin kadar bırakıp gitmiş, dilediğin kadar dönüp dolaşıp gelmiş ol, gene de hiç görmediğin, bilmediğin köşe bucakları bir yerlerinde barındıracak kadar geniş bir dükkândır. Bununla birlikte, hayatının kaydadeğer bir kısmının geçtiği, arşınlamaktan kim bilir kaç ayakkabı eskittiğin, aşinası olduğun sokaklar, yollar, kaldırımlar da kürkçü dükkânındadır. İşte ne zaman dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına gelecek olsan seni ilk karşılayan bunlardır, bu sokaklığı kalmamış sokaklar, çamura bulanık yollar, kaldırımdan gayrı her şeye benzer kaldırımlar.
***
Beş gün önce kürkçü dükkânına döndüm. Çocukluğumda, yani bütün dünyamın bu dükkândan ibaret olduğu zamanlarımda ne çok severdim kürkçü dükkânımı bir bilseniz. Ben bir zamanlar bu dükkânı kürkçünün kendisinden bile daha çok benimser, kanıksar, sahiplenirdim. Oysa şimdi öyle mi? 
***
Benzetme ne derece yerine oturur bilmiyorum, kafeste büyüyen kuşlar uçmayı hastalık sanırlar, diye bir söz vardır hani, kürkçü dükkânından başka dükkân görmeyince burayı dünyanın en güzel yeri bellemişiz gibime geliyor. Ne zaman ki kürkçü dükkânımdan ayrılıp uzak memleketlere yelken açtım, işte o zaman ufaktan ufaktan yıllarca içinde yaşadığım bu dükkânın eksiği gediği çarpmaya başladı gözüme. Bir zaman sonra da içinde sürmüş olduğum zamanı yaşamaktan değil de debelenmekten saymaya başlar buldum kendimi.
***
Kavafis'i ne zaman tanıdım, hatırlamıyorum, lise olmalı, onun insanı çarpan Şehir şiirini ilk okuyuşumda nasıl da çarpılmıştım ben de. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. İşte en çok da bu dizede çarpılmıştım. Bugün hâlâ içimde bir kıpırdanma olur okuyunca.
***
Bizim kürkçü dükkânı işin doğrusu zaten depremden çıkmış gibiydi, kaderin cilvesi mi denir artık, birkaç yıl önceki depremle mecaza filan gerek kalmadan bugün artık hakiki anlamıyla da depremden çıkmış bir dükkân oluverdi. Hiçbir standardı olmayan, sözgelimi birbirine benzer iki kaldırımı kimsenin göremeyeceği, çarşısının nerede başlayıp nerede bittiğini hiçbir kulun bilmediği, binalarının boyayı geçtim, sıvaya hasret olarak ömür tükettiği, deniz kıyısında olmasına rağmen yıllar yılı denizden bihaber, şehir desen değil, kasaba desen değil, köy desen hiç değil bir kürkçü dükkânına tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de kahredici bir deprem vurunca bugün artık mecaz anlamıyla değil, gerçek anlamıyla adım atacak yer bulmakta zorlandığın garip, kimsesiz bir kürkçü dükkânı oldu çıktı. Erciş: Bugün yeryüzünün hiçbir köşesinde; ne Afganistan'da ne Sudan'da ne Haiti'de böylesine yıkık, dökük, savruk, harap, viran, perperişan bir yerleşim bulamazsınız, mumla arasanız.
***
Kürkçü dükkânındaki tek tilki sen değilsindir bunu unutma. Sencileyin başını alıp gitmiş, fakat dönüp dolaşıp gelmişler vardır. Buradan dışarıya adımını atmamışlar vardır. Tuhaftır, mutluluğu buradan özge hiçbir yerde bulamayacağına iman etmişler vardır. Ve sana bir teselli kahvesi niyetine, burada ailen ve dostların vardır. Son hesaplaşmada burası senin kürkçü dükkânındır. Gerçektir. Olanca çıplaklığıyla yerli yerinde duruyordur. İçinde senin geçmişini, nice yaşanmışlıklarını barındırıyordur. Kim bilir, belki de seni döndürüp dolaştırıp buraya getiren de odur. Zira bedenini, beynini ve hatta ruhunu alıp götürsen bile geçmişini götüremezsin, o burada, yaşandığı yerde durur. Kürkçü dükkânında.

29 Eylül 2014

Sararmış hayaller peşinde

Önceki gün köye gittim. Bu yaz nedense pek gitmemiştim. İkindi üzeri köye varır varmaz amcaoğlumun evinde yemek yiyip kendimi dışarı attım. Yeğenlerim de peşime takıldılar. Aslında önce yalnız gittim. Köyün çevresindeki dağların eteklerini her zaman yaptığım gibi şöyle bir yoklayıp dönecektim. Ama tam köyün dışına çıkıyordum ki fotoğraf makinemi çıkardım ve bataryasını almadığımı hatırladım. Eve telefon edip göndermelerini söyledim. Yeğenlerimden üçü beraber getirdiler bataryayı. Biri on dört, biri on bir, biri de altı yaşında.
*
Bir at çimenlikte otluyor. Sonbahar geldi, pek çimen kalmadı ama sulak bir yer, yine de fena sayılmaz. Atın küçük bir yavrusu var. Belli ki pek uzun zaman olmamış doğalı. Hayvanlar genelde ilkbaharda doğururlar ama bu at yazı seçmiş. Annesi otluyorken yavrusu da durmadan onu emiyor.
*
Bizim köyde, daha önce de birkaç kez yazmıştım, dağ eriği, dağ elması, yabanarmudu, kuşburnu, üvez gibi doğal meyveler bol miktarda yetişir. Yabanarmutları tatlılaşmaya başlamışlar. Dağ erikleri de kıpkırmızı bir renk almışlar. Üvezler de hiç fena değil. Elma bu yıl az.
*
Bu vakitlerde ayılar da aşağılara, köyün eteklerine inerler. Kış uykusuna yatmadan önce semirmek için ne bulurlarsa yerler. Armut bu yıl bol, ayılar pek bir seviniyordur şimdi. Son üç yıldır bu vakitlerde makinemi kapıp ayının takıldığı yerlere gidiyordum ama ayı bir türlü bana görünmek istemiyordu. Öyledir, gündüzün hiç ortalıkta dolaşmaz ayı, bir ağacın kovuğunu kendisine mesken tutar ve hava kararmadıkça da kolay kolay çıkmaz. Gene de yılda bir-iki kez uzaktan insanlara göründüğü olur. Görüp fotoğrafını çekmek bir türlü nasip olmadı. Bu kez yanımda çocuklar olduğu için ayının bölgesine yaklaşmadım.
*
Yaban hayvanlarının varlığı beni çok sevindiriyor. Doğanın henüz bütünüyle insanlaşmadığının en elle tutulur göstergesi. Çocukluğum boyunca annem hep gördüğü yaban hayvanlarını anlatırdı bize. Tabii, o zamanlar çok daha fazlaymış sayıları. Mesela rengârenk bir ördek türü vardır, angut, bir zamanlar bu yaylalardaki göletlerde binlercesi varmış, herkes bahseder durur, ne yazık ki şimdi binde bir rastlanıyor. Sayıları giderek azalan pek çok kuş türü daha var. Çobanaldatanların sayısında bile gözle görülür düşüş var. Çocukken hemen her gün onlarcasını görürdüm, şimdi tek tük görüyorum. Ayı diyorduk, ayı da eskiden çokmuş, şimdi o kadar olmasa da yine de var. İşin iyi tarafı bu yöredeki ayılar insandan zarar görmemişler. O yüzden saldırı tehlikesi de yok denecek kadar az. Bir ayı insana saldırıyorsa muhakkak başka insanlardan zarar görmüştür. Bayramda fırsat bulursam bir daha gideceğim, umarım bu kez bulurum. Birkaç kez kurt gördüm de, son yıllarda hiç ayı görmüşlüğüm yok. Umarım gelecekte çocuklarımız da bizim gibi şanslı olurlar da bizden dinlemekle yetinmez, görürler yaban hayvanlarını.
*
Birkaç yıl önce köye bir tilki dadanmıştı. Havanın kararmasını bile beklemeden uluorta köyün içine kadar geliyor, gözüne kestirdiği bir kümese dalıyor, Allah ne verdiyse alıp götürüyordu. Çok sayıda tavuk, hindi ve kaz götürdü o yıl. Bense hâlâ tilkinin o cesaretine şaşıyorum. İnsanları görünce kaçmıyordu. Hatta taş atıldığında bile bir-iki adımdan daha öteye gitmiyordu. Herhalde insanları taklit ediyordu, insanlar da doğaya dadanırken pek korkusuz davranıyorlar ya hani.
*
Ne diyorduk, yeğenlerimle iki saat kadar dolaşıp geldik. Dağ havası çektik içimize. Benim yabani bir ağaçtan birkaç yaprak koparıp aldığımı gören küçük kız yeğenim de yaprak istedi. Ona da birkaç tane koparıp verdim, söylediğine göre annesine hediye edecekmiş onları. Köye vardığımızda yapraklarını unuttuğunu anımsadı. Küçük bir kaynak bulup su içmek için durmuştuk, orada unutmuş. Bunun üzerine büyükçe bir ceviz yaprağı koparıp verdim. Ben de yapraklarımı yanımda eve getirdim, rafta duruyorlar.
*
Dağ havası demişken, pek çok insan dağ havasını daha sağlıklı sanır. Sağlıklı olmasına sağlıklıdır ama havanın kendisinden ötürü değildir bu. Yükselti arttıkça oksijen miktarı azalır, böylece insan farkında olmasa da daha sık soluk alıp verir. Böylelikle beyne daha çok temiz hava gitmiş olur. Yükselti düştükçe de tam tersi olur. Mesela bir deniz kıyısında oksijen miktarı daha fazla olduğundan, insan daha seyrek soluklanır. Böyle olunca da beyne daha az oksijen gitmiş olur. Bununla birlikte, araba egzozlarından, ev, iş yeri ve fabrika bacalarından çıkan zehirli gazlar olmadığı için dağ havası çok temizdir.
*
Böyle işte, ilk gün böyle geçti. İkinci günüyse neredeyse tamamen içeride geçirdik. Çünkü bir önceki günün aksine hava kapalıydı ve aralıklarla akşama kadar yağmur yağdı. Hem bir dağ köyü olması, hem sonbaharın başlamış olması, hem de yağmur yağıyor olması havayı da mevsime göre epey soğutmuştu. Ben de zaten ceketimi giyip de gitmiştim köye. Artık yavaş yavaş kışlıklar çıkmaya başlıyor zaten.

Hava kararmak üzereyken yağmur yine şiddetlendi, üstüne bir de müthiş bir fırtına çıktı. Karşı köy tamamen gözden kayboldu. Birkaç yıl önce de böyle bir fırtına kopmuş ve onlarca ağacı kökünden sökmüştü. O kalın ağaçları görünce rüzgârın sandığımdan kat be kat daha güçlü olduğunu bir kez daha görmüştüm. Neyse ki fırtına bu kez uzun sürmedi, yoksa yine ağaçları devirmesi işten bile olmayacaktı.
*
Sağlam olmayan ağaçlar fırtınada kırılır, sağlam olanlarsa kırılmaya karşı dirençli olsalar da köklerinden sökülürler. Ama en sağlamlarına hiçbir şey olmaz. İnsan da öyle değil midir?
*
Fırtınadan ötürü elektrik de kesikti. Biz de lamba ışıklarında oturup sohbet ettik. Sonra da, hem elektrik olmadığından, hem de sabahın köründe kalkacağımızdan erkenden yataklarımıza girdik. Gelgelelim benim uykum yoktu. Ben de yağmurun sesini dinledim boyuna. Bilen bilir, Doğu Anadolu karlı memleket olduğu için evlerin çatısında kiremit kullanılmaz. Onun yerine çelik sac kullanılır. Yağmur yağıp da çatıları dövünce çok huzurlu bir ses çıkar ortaya. Hele de geceyse. İşte ben de dün gece geç saatlere değin bu huzuru yarım yamalak yaşadım. Yarım yamalak diyorum, çünkü bir yandan yağmurun ve rüzgârın sesine vermiştim kendimi, bir yandan da düşüncelere ve hayallere kapılmıştım. Bir ara öyle güzel bir hayal kurdum ki, tuvalete gitmem icap edip de hayalden gerçeğe dönünce pek bir üzüldüm. Hayalimde eski zamanlarda küçük bir köyde yaşıyordum. İki katlı bir ev yapıyordum kendime. Kışın karlar yağınca çok mutlu oluyordum. Sabah erkenden kalkıp gece boyunca düşmüş karı atıyor, böylece günümün yarısını evin önünü, etrafını temizlemekle geçiriyordum. Biraz da atımın bakımıyla ilgileniyordum doğal olarak. Ama nasıl bir at, görmeliydiniz, kapılardan geçmez, safkan... Kışın günler zaten kısa olduğu için havanın kararmasına az bir zaman kala küçük evimin üst kattaki küçük odasına çıkıyor, küçük pencerenin yanına iyice bir kuruluyor, cayır cayır yanan sobanın sıcaklığında karşıki dağları izliyordum. Dağdan köye doğru gelen kurtlar çarpıyordu gözüme. Akşam olunca da kurtların eve iyice yaklaşan seslerini dinliyordum. Hasbelkader gökyüzü açıksa kurt ulumaları eşliğinde yıldızları izliyordum.

Ne güzel, değil mi? Adı üstünde, hayal işte. Güzel olan her şey aslında hayal. Platon haklıydı galiba, güzelin de hakikisi öbür her şey gibi bizim kafamızda bir idea olarak durur, gördüklerimiz, dokunduklarımız ise onların birer gölgesi yalnızca. Sözün kısası, hayaller gerçeklerden daha güzel. Zira hayalde dilediğimiz her şey olur, gerçekte olanlarsa dilediğimizin çok az bir bölümüdür.

31 Mayıs 2014

Gitmek isteyenler için Van ve Van Gölü çevresi

Bizim memleket üzerine gezip görme odaklı bir şeyler yazmak iki-üç yıldır aklımdaydı, ha bugün ha yarın derken şimdiye dek uzadı. Üç-dört ay önce de bundan söz etmiştim. Madem bu blogda her gün yazıp çiziyoruz, hem memlekete hem de bloğun takipçilerine bir hizmetimiz dokunsun, dedim ve Van taraflarına gelecekler için bir rehber hazırladım.
.
Büyütmek için üstüne tıklayınız. 
© Google Maps
Van Gölü çevresinde gezilecek çok sayıda yer, görülecek çok sayıda doğal, tarihi, kültürel eser var. Hepsini burada sayıp dökmeyeceğim. Çünkü pek çok yerde olduğu gibi burada da turistik uğrak noktaları bir kişinin ya da grubun bir kez gelmekle bitiremeyeceği biçimde serpilmiş durumda. Bir yola düştünüz mü o yol üzerindeki yerleri görme şansınız olur ama bu kez başka bir yol üzerindekilerini kaçırmış olursunuz. Bundan da önemlisi, günümüz insanı için gezme zamanının kısıtlı olması, yine bir yöredeki görülmesi gereken yerlerin yalnızca bir bölümünün görülebilmesine olanak sağlıyor. İşte bu nedenle, buraları gezip görmek isteyenler için Van Gölü merkez olmak üzere mutlaka görülmesi gereken yerlerin bir haritasını çıkardım. Bu benim fikrim tabii, başkaları daha fazlasına da yer verebilir, ama ben işin içine güzergâh, zaman gibi değişkenleri de koyarak çıkardım bu haritayı, böylece ister istemez bazı yerleri es geçtim, yoksa iki haftalık bir zaman için çok daha geniş bir harita çıkarılabilirdi.

Yukarıdaki haritada da görüyorsunuz, mutlaka görülmesi gereken 6 ana nokta seçtim. Sırasıyla: 

  • Van Merkez
  • Muradiye Şelalesi
  • Erciş
  • Ahlat
  • Nemrut Dağı ve
  • Ahtamar (Akdamar) Adası

İlk olarak geliş zamanından söz etmek gerekiyor. Van'a gelmek için en uygun zaman mayıs sonuyla haziran başıdır. Sıcak memlekette yaşayıp biraz serinlemek isteyenler için yazın ortası da çok uygun bir zamandır. Aslına bakarsanız, bu listedeki yerlerin her biri için ayrı bir ideal zaman söz konusu. Örneğin nisan ortalarından sonuna kadar Ahtamar Adası'na gitmek için mükemmel bir zamandır. Çünkü adadaki ağaçların çiçeklenme zamanıdır bu tarih. Yeryüzünde sadece Erciş'te görebileceğiniz İnci Kefali balığının mucizevi göçüne tanık olmak içinse mayısın yirmisiyle haziranın onu arasında gelmeniz gerekir, çünkü göçün en yoğun olduğu zaman aralığıdır bu. Muradiye Şelalesi için en uygun zamansa karların eriyip suyu coşturduğu nisan sonuyla mayıs başıdır. Nemrut Dağı'na çıkıp krater gölünün kıyısına kadar kalderanın içine inmek için karların erimiş olması gerekiyor, dolayısıyla haziran başı en uygun zaman. Bunların dışında, Van Kalesi, Ahlat Selçuklu Mezarlığı her mevsim görülebilir, gene de karsız mevsimlerde görülürse daha iyi olur. Gelgelelim, dediğim gibi, bütün bu yerlerin tek seferde gezilmesi öngörüldüğü için en uygun zaman mayıs sonu - haziran başıdır.

Bu altı noktadan kısaca söz edeyim. Van merkezde Van Kalesi ile tarihi Hüsrevpaşa ve Kaya Çelebi camileri ve Van Müzesi görülmesi gereken yerler. Van kahvaltısı yapılmalı. Edremit sahiline de uğranılmalı. Muradiye'de şelale ve Şeytan Köprüsü görülmeli. Erciş'te İnci Kefali göçü, Ahlat'ta Selçuklu mezarlığı, Tatvan Nemrut Dağı'nda krater gölü, Gevaş'ta Ahtamar Adası ve adadaki kilise... 

Bu noktaların harita üzerindeki konumu şöyle:
.


Şimdi bir gezi planı çıkaralım. Van Gölü'nün çevresi 400 km.yi aşar. Benim bu çizdiğim güzergâh Google Maps verilerine göre yaklaşık dokuz saat sürüyor. Bu da, sabah erkenden yola çıkıp hiç durmadan yol alsanız bile ancak akşam vakti tamamlayabileceğiniz anlamına geliyor. Gelgelelim her gittiğiniz durakta zaman harcayacağınız için bu gezi için iki gün ayırmak en mantıklısı. Bundan ötürü de bir geceyi Erciş, Ahlat ya da Tatvan'da geçirmelisiniz. Otel işlerini önceden halletmeniz yararınıza olacaktır tabii.
.
Süphan Dağı Van Denizinin kardeşidir. Gölün hangi kıyısında
olursanız olun görürsünüz. Erciş'ten Adilcevaz'a giderken 
dibinden geçersiniz. Müthiş fotoğraflık manzaralar sunar.
© Ali İhsan Öztürk
Van'a geldikten bir gün sonra gezinize başlayacağınızı varsayalım. Güne, sabah erkenden Van kahvaltısı ederek başlayın. Van'ın kahvaltısı ünlüdür, mutlaka duymuşsunuzdur. Ünü geçmişe dayanıyor. Esas özelliği bol çeşitli olması. Yöresel tatlar kahvaltının olmazsa olmazlarından. Otlu peynir çeşitleri, çökelek, un-yağ-yumurta üçlüsünden yapılan geleneksel Kürt kahvaltılığı mirtoxe (mırtoğe), Hakkari yöresi balları ve koyun kaymağının tadına bakmalısınız. Bir kahvaltıcıya oturmadan önce bunların olup olmadığını sormanızda yarar var. Tabii, kahvaltısı ünlü olduğu için haliyle bol miktarda kahvaltıcı var Van'da, doğal olarak da iyisi, kötüsü var. Gözünüze iyi birini kestirmeye çalışın. Kahvaltıdan sonra Muradiye'ye hareket edin. Burada, şehrin üç-beş km. dışında şelale ve onun yakınlarında da Şeytan Köprüsü vardır. Şelaleyi görüp değişik açılardan fotoğrafını çektikten sonra Şeytan Köprüsü'ne gidin. Orada da aynı şeyi yapın. Eğer Van'dan buraya kadarki bir saatlik yol sizi yorduysa Şelalede bir şeyler içip dinlenebileceğiniz bir yer var. Muradiye'den ayrılıp Erciş'e hareket edin. Erciş'te İnci Kefali göçünü izleme noktası yörede Balık Bendi diye bilinir ve Muradiye'den gelişte hemen yolunuzun üzerindedir. Burada tek yapmanız gereken, milyonlarca İnci Kefali balığının olağanüstü göçünü izlemek ve tabii ki bol bol fotoğraf çekmek. İnci Kefali aslında kefal değil, sazangiller familyasına ait, dünyada sadece Van Gölü'nde yaşayan bir balıktır. Adı geçmişte öyle konmuş ve öyle bilinegelmiş. Gölde yaşayan tek canlı türüdür ayrıca. Her yıl mayıs ayının başlarından başlayarak yumurtalarını bırakmak için gölden akarsulara doğru hareket eder. Tam da bu sırada dağlardan eriyen karlar akarsulardaki su seviyesini oldukça yükseltir. Böylece gölden ayrılıp akarsulara giden balıklar doğal olarak suların akış yönünün tersine hareket etmek zorunda kalır. İşte bu sırada olağanüstü bir manzara çıkar ortaya ve gerçekten görülmeye değerdir. Tarihe meraklıysanız, çoğu sular altında kalan ve şimdiki Çelebibağı beldesinin sahilinde yer alan Eski Erciş şehrinin kalıntılarını da görebilirsiniz. Ayrıca birkaç tane de kümbet var.
.
İnci Kefali
Erciş'ten sonraki durağınız Ahlat. Upuzun mezar taşlarıyla ilgi çeken buradaki Selçuklu mezarlığı büyükçe bir açık hava müzesi görünümündedir. Ahlat'tan Tatvan'a yol alırken şehrin hemen çıkışında yolun üzerindedir. Mezarlığı görüp gezdikten, fotoğraflar çektikten sonra artık Nemrut'a gidebilirsiniz. Van'dan Ahlat'a kadar geçireceğiniz zaman kaba hesapla 6-7 saattir. Doğal olarak yorulmuş olacaksınız. O yüzden aynı gün Nemrut'a gitmek yorgunluğunuza yorgunluk ekleyebilir. Bu nedenle de Nemrut'a ertesi gün gitmek daha iyi bir fikir olabilir. Eğer bir önceki geceyi Erciş'te geçirdiyseniz veya Ahlat'ta geçirecekseniz Nemrut Dağı'na Ahlat'tan yol var, o yoldan gidin, ancak eğer geceyi Tatvan'da geçirecekseniz, Ahlat'tan doğrudan Tatvan'a, oradan da ertesi gün Nemrut'a gidin. Unutmadan söyleyeyim, kafanız karışmasın, Türkiye'de iki tane Nemrut Dağı var, biri Adıyaman'da, üstündeki heykellerle ünlü, biri de Tatvan'da, öbürü kadar bilindik değildir ancak kelimenin tam anlamıyla bir doğa harikasıdır. Dağa çıktıktan sonra bir o kadar da inip krater gölünün kıyısına varırsınız. Yakın zamanda yol yapıldı. Birkaç yıl içinde otel motel yapılıp oranın da tahrip edileceğini tahmin ediyorum. O yüzden bir an önce davranıp doğal halini görmek lazım. Zaten bir-iki ufak tesis var şimdiden. Nemrut'ta ne kadar kalacağınıza siz karar verin ama bana kalırsa iki saat kadar kalın. Nemrut'tan indikten sonra Tatvan'a döneceksiniz. Eğer önceki geceyi burada geçirmişseniz doğrudan Ahtamar'a hareket edebilirsiniz, ama buraya Ahlat'tan geldiyseniz Tatvan'ın sahiliyle çarşısını gezmelisiniz. 
Van Gölü'nün kıyısına konmuş güzel bir şehirdir Tatvan. 

Bir sonraki durağınız Ahtamar Adası. Sizi oraya götürecek teknelerin kalktığı iskele yolun hemen yanında. Manzarası çok güzel olan adada yakın zamanlarda restore edilen tarihi bir Ermeni kilisesi var. Tam karşısında da Vizontele'den hatırlayacağınız Artos Dağı. Adada ayrıca oturup çay-kahve içebileceğiniz bir kafe de var. Ahtamar'dan sonraysa Edremit'e gideceksiniz. Ama oraya varmadan, Gevaş'ta yine tarihe meraklı olanlar için İzettin Şir Camisi ve Halime Hatun Kümbeti var, görülebilir. Evet, iki tane Nemrut Dağı olduğu gibi iki tane de Edremit var, biri Balıkesir'de, biri de bizim burada. Van Gölü'nün kıyısında, yeşil ile mavinin buluştuğu şipşirin, çok güzel bir yer. Buradaki çay bahçelerinin birinde oturup çayınızı içerken Van denizini izleyebilirsiniz.
.
Ahtamar Adası
Edremit'ten çıktınız mı ilk durağınıza, Van merkeze geldiniz demektir. Van'da Van Kalesi'ni görmelisiniz. Kalede Urartu Çivi Yazıtları atlanmamalı. Tarihe meraklıysanız, kalenin yakınında iki tane de eski cami var, Kaya Çelebi Camisiyle, Mimar Sinan'ın yaptığı Hüsrev Paşa Camisi, onları da görün. Van Urartulara başkentlik yaptığı için Van Müzesi'nde o döneme ait çok sayıda eser var, onları görebilirsiniz. Van'a gelmişken Van kedisini görmemek olmaz elbette. Üniversite bünyesinde kampüs içinde Van Kedisi Evi var, oraya gidip kedileri görüp fotoğraflayabilirsiniz.
.
Deveboynu Yarımadası ve İnköy.
© Turgut Tarhan
Bu kadar ayrıntı yeter sanırım. Ana hatlarıyla anlattım gezilip görülmesi gereken yerleri. Ancak, bu kadarı beni kesmez, ben gezmek için doğmuşum diyorsanız, ayrıca bol zamanınız varsa, bu arada bütçeniz de müsaitse, yukarıda da söylediğim gibi, Van ve çevresinde gezilip görülebilecek bir dünya yer var. Birkaç tanesini liste halinde sayayım, ayrıntılarına girmiyorum ama görmek isterseniz internet üzerinden yeterli miktarda bilgi bulabilir, Van'da turizm danışma bürosundan detaylı broşürler de edinebilirsiniz.
  • Van Gölü'nde Adır ve Çarpanak adaları,
  • Gevaş ilçesinde Deveboynu Yarımadası,
  • Eskiden yılın yedi ayı boyunca dünyayla bağlantısı kesildiği için "9. Gezegen" olarak adlandırılan Bahçesaray ilçesi ve buradaki Kırmızı Köprü,
  • Göçmen flamingolara ev sahipliği eden Erçek Gölü,
  • Gürpınar ilçesinde Hoşap Kalesi,
  • Gevaş Altınsaç köyünün kıyısında yer alan St. Thomas manastırı kalıntısı,
  • Başkale ilçesinde halkın "Vanadokya" adını verdiği, Kapadokya'dakilerini andıran peri bacaları,
  • Çatak ilçesinde Kanisipi Çağlayanı ve Çatak Çayı üzerindeki 15. yüzyıldan kalma tarihi köprüler,
  • Van'ın Yukarı Bakraçlı köyündeki Yedi Kilise kalıntıları..
Bunların dışında, İshakpaşa Sarayı'ndan da söz etmek gerekiyor. Doğubayazıt'ta ama o da Van'a pek uzak sayılmaz. Aslında bu listeye ilkin onu da almıştım, ancak sonra programı sadece Van Gölü çevresiyle sınırlandırdım. Ama sizin kararınız tabii, eğer orayı da görmek istiyorsanız, Muradiye Şelalesi'nden sonra yola devam eder, Çaldıran'a, oradan da Doğubayazıt'a varırsınız. Aynı yoldan dönerek de Erciş'e ulaşırsınız.


Van kedisi
Van'a geliş ile ilgili bir-iki kısa bilgi de vereyim. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Antalya'dan Van'a karşılıklı direkt uçuşlar var. İstanbul'dan THY, Anadolu Jet ve Pegasus'un haftanın yedi günü uçuşu var. Ankara'dan Anadolu Jet her gün, İzmir'den Sun Express pazar hariç altı gün uçuyor. Adana'dan Pegasus salı, perşembe ve cumartesi günleri, Antalya'dan Sun Express pazartesi, çarşamba, perşembe, cuma günleri geliyor. Uçak dışında, Türkiye'nin her yerinden Van'a otobüsle gelmeniz mümkün. Ayrıca maceraperestler trenle de gelebilirler. Van Gölü Ekspresi Ankara'dan salı ve pazar günleri Tatvan'a geliyor.

Van'da konaklama ile ilgili herhangi bir sıkıntı yok. Beş yıldızlısından tek yıldızlısına, pahalısından ucuzuna çokça otel var. Ondan ötürü bu konu üzerinde durmuyorum. Yalnız şunu vurgulamak isterim, zaten anlaşılmıştır da, ben bu yazıyı özellikle herhangi bir tura vs. dahil olmadan, tek başına ya da bir arkadaş grubuyla geleceklere yönelik yazıyorum. Öbür türlü zaten turist rehberleri size eşlik edecektir. Kendi başınıza gezmeniz için size bir araba lazım olacaktır doğal olarak. Van merkezde araç kiralayabilirsiniz. Ancak unutmamalısınız ki Van Gölü'nün çevresi 400 km.den fazladır. Bu da hem aracın kirasına, hem de yakıtına ayıracağınız paranın biraz fazla olabileceği anlamına gelir. İlle araba kiralamak zorunda değilsiniz. Bütün bu şehirlerin arasını dolmuşlarla da gezebilirsiniz. Yine de benim önerim araba kiralamanız. Çünkü dolmuşların her yerde olduğu gibi burada da belli saatleri var. Örneğin küçük bir ilçe olan Muradiye'den Erciş'e gitmek için beklemek zorunda kalabilirsiniz. Bir de Nemrut Dağı'na çıkmak için her halükarda bir araba bulmanız gerek. Kısacası, araba kiralamanız gerek rahatlık, gerekse bütçeniz açısından daha iyi.

Tüm bu yerleri gezip tozarken elbette yanınızda fotoğraf makineniz olacak. Gideceğiniz yerlerde fotoğrafını çekmeyi isteyeceğiniz o kadar çok şey göreceksiniz ki... Bu nedenle yanınıza yedek pil vs. almayı sakın unutmayın. Profesyonel bir fotoğraf makineniz varsa, geniş açılı bir objektifiniz de mutlaka olsun.

Evet, olur ki yolunuz buralara düşer, bu yazı size bir katkımız olsun. Doya doya gezin ve, bunu özellikle öneriyorum, doya doya bakın. Uzaklıklara bakın. Denize, dağlara bakın. Farklı şeyler hissedeceğinize eminim. Bu topraklara sinmiş farklı bir şeyler var çünkü.


9 Ocak 2014

Van Gölü Adaları

Van Gölü'nde 4 tane ada vardır. Bunlar, Adır, Ahtamar, Çarpanak ve Kuş adalarıdır. Bunlardan en büyüğü Adır Adası, en küçüğü de Kuş Adası'dır.

İki-üç yıldır, ha bugün ha yarın, derken erteledim durdum ama deyiş yerindeyse artık farz oldu yazmak. Çünkü koskoca Atlas Dergisi bile aynı hataya düşmüş. Naçizane, bu hatayı düzeltmek de bizim işimiz olsun.

Efendim, Van Gölü'nün Türkiye'nin en büyük gölü olduğunu herkes bilir, çünkü henüz ilkokulda öğretilir bu, ancak Van Gölü'nde kaç tane ada olduğunu bazı Vanlılar bile bilmez. Peki, ya Van Gölü üzerindeki adaların en büyüğü hangisidir? İşte bunu bilenlerin sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. Evet, pek çok kimse Van Gölü'nün en büyük adasının Ahtamar (Akdamar) olduğunu sanır. Nedeni de basittir, aslında Ahtamar, göldeki en büyük değil, en ünlü adadır, bundan ötürü de insanlar, düz mantık mı dersiniz artık, en büyük adanın da o olduğu yönünde yanlış bir kanıya sahiptirler. Sözünü ettiğim, ve Türkiye'nin tartışmasız en önde gelen coğrafya dergisi Atlas'ın da düştüğünü söylediğim hata bu. Atlas'ı yıllardır takip ederim, bir zamanlar aboneydim de, geçen gün yeni sayısını aldım, yanında Her Güne Bir Cennet adlı 2014 takvimi de hediye olarak veriliyor bu sayıda, takvimin her yaprağında muhteşem bir fotoğraf yer alıyor, Artos Dağı manzaralı Ahtamar Adası fotoğrafı da var, baktım şöyle yazıyor: "Akdamar, Van Gölü'ndeki üç adadan en büyük olanı." Haydaa, dedim içimden, bunu herkesten beklerdim ama Atlas'tan değil, çünkü Atlas'ın birçok profesyonel muhabir, fotoğrafçı ve gezgine sahip olduğunu biliyorum. Söz konusu hataya düşen yalnızca Atlas Dergisi değil, şu cümle Van Valiliği'nin resmi internet sitesinde yer alıyor: "Akdamar Adası Van Gölü'ndeki en büyük ada olup, uzunluğu 1,5 km. ve genişliği 500 m.dir." İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün sitesinde de aynı yanlış bilgi var, orada da Van Gölü'ndeki en büyük adanın Ahtamar olduğu yazılı.

Ahtamar Adası, üzerindeki kiliseden dolayı tanınan ve yerli yabancı çokça turist çeken, Doğu Anadolu'nun en önemli uğrak noktalarından biridir. Gerçi, Adır ve Çarpanak'ta da kiliseler bulunuyor ama onlar Ahtamar'daki kadar şanslı değil, acınacak haldeler, Ahtamar'daki, Yaşar Kemal'in de katkılarıyla korunarak ünlenmiş, böylece dünyaca tanınan bir yer haline gelmiş. Bir ara o meseleyi de anlatırım burada, şimdi konumuz ayrı, Ahtamar Adası diyordum, belirttiğim gibi, kilisesinden dolayı ünlü olduğu için insanlar en büyük ada olduğunu sanıyorlar. Kendi halindeki halkın bunu böyle bilmesi normal karşılanabilir de Valilik, Atlas Dergisi, Kültür Turizm Müdürlüğü falan işin içine girince garipsiyor insan. Peki, bu kurumlar, kuruluşlar nereden edinmiş olabilir bu yanlış bilgiyi? Sanırım hiçbir yerden. Tahminimce zamanın birinde vatandaşın biri bunu böyle yazmış ve bugüne kadar da böyle devam edegelmiş. Araştırma gereği duyulmamış, kimsenin de aklına bu adalardan hangisinin daha büyük olduğu gelmemiş, gelmişse de fazla önemsenmemiş. Halbuki bu ilin otuz iki yıldır üniversitesi var, nasıl olmuş da birileri bu konuda bir şeyler yazıp çizmemiş, hayret. Ben iki yıl önce bu konuyu o zamanki valiye de yazdım ama ses seda çıkmadı. 

Şimdi diyeceksiniz ki, sen nereden biliyorsun? Anlatayım. Beş yıl kadar önce Adır Adası'na pikniğe gitmiştik. Güzel fotoğraflar eşliğinde anlatmıştım burada o günü. Adır'a ilk gidişimdi bu. Pek gidilip gezilen bir ada değildir, Ahtamar'a haftanın her günü, günün her saati tekneyle ulaşım var örneğin, ama Adır'a gitmek için ya Erciş'ten ya da kıyısındaki köyden tekne tutmak zorundasınız. Adayı daha önce defalarca görmüştüm, Erciş-Van yolunun 60. km.sinden rahatlıkla görünür, ama gerçek büyüklüğünü oradan kestirmek çok güçtür, birkaç km. uzaktır çünkü, hem de kıyıdaki yola dikey bir doğrultuda uzanır, bu nedenle pek çokları gibi ben de Adır'ın gerçek büyüklüğünün farkına varmamıştım gidip görene dek. İşte, oraya o ilk gidişimde Adır'ın Ahtamar'dan daha büyük olduğunu gördüm. O gün eve gelince Google Maps'ten de kontrol ettim, sahiden de gölün en büyük adası olduğu açıkça görülüyor. İşte, aşağıya da aldım, görüyorsunuz. Az kalsın unutuyordum, adaların en büyüğü Adır, en küçüğü de Kuş Adası'dır dedik, peki ya Ahtamar'la Çarpanak'tan hangisi Adır'dan sonra geliyor? Wikipedia'ya göre Ahtamar. Bu arada, bazı eski haritalarda Adır Adası'nın Gadir Adası diye geçtiğine de rastladım. Birkaç kez de Yaka Adası diye anıldığını gördüm.

Bu, Adır Adası. Van Gölü üzerindeki en büyük ada. Normal adımlarla adayı 
boydan boya yürümek 40-45 dakika alır. Nisan-mayıs aylarında yumurtlama ve 
yavrulama döneminde yeryüzünün hiçbir yerinde göremeyeceğiniz kadar çok 
martı bu adayı mesken tutar. Şuradan daha ayrıntılı bakabilirsiniz.

































Bu da Ahtamar Adası. Bir üçgen
prizmasına benziyor. Biraz açıklarında
bulunan Kuş Adası'yla birlikte şurada 
Ve bu da Çarpanak AdasıŞuradan 
görebilirsiniz, eskiden kıyıdaki uzantının devamıyken sonraları adaya dönüşmüş.

Toparlayıp bitirelim. Van Gölü'nde Adır, Ahtamar, Çarpanak ve Kuş adında dört ada bulunur. Bunlar, anıldıkları biçimde büyükten küçüğe sıralanırlar. Adır Adası gölün kuzeyinde, Çarpanak doğusunda, Ahtamar ve Kuş da güneyinde yer alırlar. Kuş Adası oldukça küçüktür, bu yüzden Kuş Kayalığı diye de anılır. Bu adalar, martı başta olmak üzere ilkbahardan sonbahara kadar pek çok kuşa ev sahipliği yapar.

Dikkatinizi çekmiştir, adaların tarihiyle ilgili pek bir şey söylemedim. Ayrıca Tamara Efsanesi de var, ondan da hiç söz etmedim, onlar da başka bir yazıya kalsın.

Bu taraflara gelecekler, gelip görmek isteyenler için de bir şeyler yazmış, haritalar falan hazırlamıştım bir ara, bu yazı vesilesiyle onu da hatırladım, yakınlarda derleyip toparlar, burada yayımlarım. Memleketimdir diye demiyorum, Van Gölü çevresi gerçekten güzeldir, mutlaka görülmesi gereken çok yer var buralarda. Şimdilik sağlıkla kalın.


27 Eylül 2013

Sileyim mi Abi?

İsmail diye boyacı bir çocuk var. Her gün oturduğumuz çay bahçesinde, kardeşi ve diğer iki çocukla birlikte ayakkabı boyuyor. Masalardaki küllükleri ve bahçedeki çöp tenekelerini boşaltma karşılığında orada boyacılık yapmalarına izin veriyorlar. 

Çay bahçesinin müdavimleri çoğunlukla genç ve spor ayakkabı giyen kesim. Eskiden boyacılar ayakkabınıza bakar, eğer spor giymişseniz hiç sormazlardı boyamak için. Devir değişti haliyle, artık eskisi kadar boyanacak ayakkabı da yok. Çoğunluk insanlar da evde kendileri boyuyor ayakkabılarını. 

Zamana ayak uydurmak lazım. Uyduramazsan zaman seni bir köşeye bırakıp yoluna devam ediyor. Doğal seleksiyon: Ayakta kalmayı becebilirsen doğa seni "selekte ediyor", yani seçiyor ve sen yaşamaya devam ediyorsun. Yok, beceremezsen gözünün yaşına bakmıyor. İsmail ve arkadaşları bakmışlar olacağı yok, boyacılıkta eskisi kadar iş yok, ne yapalım, ne edelim derken, bir çıkış yolu bulmuşlar. Eskiden yalnızca boyama vardı, şimdi bir de silme var. Çay bahçesine gidip oturduğunuzda hemen yanınıza gelip soruyor içlerinden biri: Hocam, çıkarın ayakkabınızı, sileyim? 

Bugün yine gittim. İsmail koşarak geldi. Elinde de terlikler, önüme koydu, hocam çıkarın sileyim, dedi. Üstünde de Galatasaray forması var. Galatasaraylıysan sildirtmem dedim. Bu kez kardeşi koşup geldi, onda da bir Beşiktaş bilekliği var, uzattı gösterdi. Yine olmadı, dedim. Hangi takımı tutuyorsunuz, diye sordu İsmail, Barcelona dedim. Dudağını büktü. 

Adam girişimci. Ne yaptı etti, ayakkabımı çıkarttırdı. Silip getirdikten sonra da, ceviz yer misiniz hocam, diye sordu. Yerim dedim. Cebinden birkaç ceviz çıkardı, iki tanesini masanın üstüne koydu. Bu cevizlerden sevgiline de götürüyor musun, diye sordum. Utandı. Bizim buranın çocukları hep böyledir. Sevgiliden söz açılınca utanırlar işte.

24 Eylül 2013

Ekşi Reçel

Annem geçen yıl bir reçel yaptı ama yalnızca o ve babam yediler. Ben bir iki kez yedim ama o da pek yemek sayılmaz, tadına baktım yalnızca. Çünkü çok ekşi bir reçeldi. Reçelin ekşisi de mi olurmuş, demeyin, oluyor işte. Üstelik annem bir dünya şeker de katmıştı reçele, hani, hiç şeker atılmadı sanmayın.


Şu gördükleriniz dağ eriği. Geçen gün bizim köyden söz ederken onun da sözü geçmişti. Burada doğal olarak yetişiyor. Ortalama olarak kiraz büyüklüğünde. Tatlı olanı da var, ekşi olanı da. Neden böyle, ben de bilmiyorum. Bakıyorsunuz, yan yana iki ağaç, birinin meyvesi tatlı, öbürünün ekşi. Üstelik ekşisi de bildiğiniz gibi değil, limondan bile daha ekşi oluyor kimisi. Bilimsel adı Prunus spinosa olan bir tür var ama bu bizimkiler tam olarak o türe mi dahil, bilmiyorum.

İşte, annem bunlardan reçel yapıyor. Ve dediğim gibi, bu dağ eriğinin reçelini bildiğiniz tatlı reçellerin kıvamına getirmek öyle kolay değil, oldukça çok şeker katacaksınız ki tatlı olsun, ki o zaman da artık reçel değil, bildiğin şeker olur herhalde.


Bu kış biraz daha fazla yemeyi düşünüyorum, bakalım. Evet, içine şeker giriyor ama doğal bir ürün sonuçta. Baksanıza, organik morganik diyorlar, öyle şeylere çok rağbet var. E, organikse al sana organik. Tamamen doğal. Bugüne dek ne herhangi bir zirai müdahale yapılmış, ne ilaçlanmış, ne de gübrelenmiş. 


Bizim köylülerle bazen konuşuyorum, İstanbul'da diyorum, hatta İstanbul'u bırak, Paris, Londra gibi büyük Avrupa kentlerinde böyle tamamen doğal ürünlere inanılmaz rağbet var, öyle böyle değil. Çoğunluk köylüler, üstünde yattıkları hazinenin farkında değiller.

30 Ağustos 2013

Köyde

Geçen kış bizim köye günübirlik bir kaçamak yapmış, o günkü maceramı da şurada anlatmıştım. Bu kez de yazın bir kaçamak yaptım. Aslına bakarsanız, yazın vakit çok olduğu için dilediğim kadar gidebiliyorum köye. Şimdi yazacağım bu kaçamağı da bir ay kadar önce, geçen ramazanda yaptım.


Yaz, bütün köylerde iş mevsimidir. Çünkü köyde temel geçim kaynağı hayvancılık ve tarımdır. Bizimki bir dağ köyü olduğundan pek tarım ürünü yetişmez, daha çok hayvancılık yapılır, koyun, keçi ve sığır yetiştirilir.


Köyün etrafı doğal çayırlıklarla doludur. Mayıs sonunda bu çayırlıklar otlanmaya kapatılır, hayvanlar yaylalara gönderilir. Bu sırada çayırlar iyice büyür, iki ay kadar sonra biçilir, toplanır, böylece hayvanların kışlık yiyeceği çıkmış olur.

16 Mayıs 2013

Van Kitap Fuarı

(İçimden hep, bir gün olur mu olur, diyordum, baktım sahiden de sonunda oldu.)

Okuma gözlüğü kedimize çok yakışmış. :) Slogan olarak "kitapla barış" seçilmiş. Kim seçmiş bilmiyorum ama muhtemelen barış sürecinden esinlenilmiş. Tamam da, kitap fuarıyla barışın ne ilgisi var, diye nedenini merak edebilirsiniz. Ben bile ilkin meraklandım, ne demek acaba, kitapla barış, diye. Efendim, maalesef bizim bura insanı kitapla pek barışık değil. Maalesef ki ne maalesef. Nüfusu bir milyonu geçen, 32 yıldır üniversitesi olan bu kentte, gerçek anlamıyla kitabevi diyebileceğin bir yer yok maalesef. Evet, elbette kitapçılar var, aradığın kitabı bulmak çok da zor değil ama demek istediğim, ildeki kültür-sanat ortamı 200 bin nüfuslu bir kenttekinin düzeyinde. Umarım bir gün olması gereken düzeye gelir, diyelim.

24 Nisan 2013

Ah Tamara Ah!

Geçen yıl çok iyi bir ekip olmuştuk. Deprem sonrasının yarattığı psikolojik havanın da katkısıyla dayanışmacı bir ruhun egemen olduğu bir ekip oluşturmuştuk. Ha bire geziyorduk. Üstelik de deprem telafisi için cumartesileri de okullar açık olmasına rağmen. Tek pazarımız vardı, onu da dolu dolu geçiriyorduk. Gezilecek yer vardır, iki kişiden fazla gittin mi bir tat alamazsın, ama gezilecek yer de vardır, olabildiğince kalabalık gideceksin ki gezdiğinden bir şey anlayasın. İşte, geçen yıl gezdiğimiz yerler hep de bu türdendi. Çoğuna önceden de gitmiş olmama rağmen geçen yılki kadar tat alamamıştım. Çok yer gezdik, kimine birkaç kez birden gittik. Bizim buralardan Van Kalesi, Erciş Balık BendiMuradiye Şelalesi, İshakpaşa Sarayı, Ahlat Selçuklu Mezarlığı; Güneydoğu taraflarından da Hasankeyf, Midyat, Mardin, Urfa, Diyarbakır.

Ve tabii ki Van Denizi'nin incisi Ahtamar Adası.

Geçen yıl tam da bu vakitler... Ahtamar'daydık. Arkadaşlardan biri, Tamara'nın efsanesinden dem vurarak, "kim karşıdan buraya kadar yüzmeyi göze alabilir yahu?" diye serzenişte bulundu. Yanıtlamak için atıldım: Aşık olan biri.

2 Nisan 2013

Yok

Geçenlerde bir arkadaş anlattı: 
Biz Van'da falanca lisede okurken, okula bir tür yardım adı altında her öğrenciden yirmi lira alınırdı. Arkadaşlardan biri, parayı henüz vermemiş olduğu için müdür bir gün onu yanına çağırır. Aralarında şöylece bir diyalog geçer:
"Parayı neden vermiyorsun çocuğum?"
"Hocam, çünkü param yok."
"Ne demek param yok?"
"Yok işte hocam."
"Oğlum, nasıl yok lan?"
"Yok hocam işte, bildiğiniz yok!"
Müdür, o bilindik züppe yurdum müdürü edasıyla üsteler:
"Yok nedir, ben anlamıyorum?"
"Hocam, yok yoktur."
"Anlat bakim, yok nasıl yoktur?"
"Hocam sizin hiç Yakup adında bir kardeşiniz var mı?"
"Yok."
"İşte yok budur."
Balon falan değil, aynıyla vakidir.

24 Şubat 2013

Ayağında Kundura


Çok rastlıyorum böylelerine ama şansıma makine her zaman yanımda olmuyor.

Bir ara yine bizim burada vatandaşın biri "Kumaşbank" diye bir dükkan açmıştı. Herhalde iyi satış yapıyordu ki, bir diğeri hemen onu taklit etmek adına, açtığı dükkanın adını "Kumaşkent" koymuştu. Cehalet her yerde.

Kumaşbank'ta anlam bakımından bir sorun yok. Banka, bir şeyin bol olduğu yer anlamında çok kullanılır, kan bankası gibi. Ama Kumaşkent de neyin nesi? Maksat yeşillik olsun. İkisinin de resmini çekmeye fırsat bulamadım, depremde yıkıldılar galiba.

6 Şubat 2013

Köy

Günübirlik bir kaçamak yaptım bizim köye. Kışın köye gittiğimde hep Ahmed Arif'in Karanfil Sokağı şiiri gelir aklıma. Dört yön, on altı rüzgar / ve yedi iklim beş kıta / kar altındadır, diyor ya. Bizim köy de o misal, kışın hep kar altındadır.


Uzaktan bakınca her şey bir farklı görünür ya, karlı memleketler de her nasıl olmuşsa romantik bir anlayış'a kurban gitmiştir. Sanki oralarda kış romantizmden ibaretmiş gibi; soba, içinde çıtırtılar, üstünde kestaneler, yanında kedi, dışarıda usul usul yağan kar, pencerede seyirlik manzara...    

28 Mayıs 2012

Göç Başladı

Dünyada sadece Van Gölü'nde yaşayan İnci Kefali balığı, yumurtalarını bırakıp üremek üzere denizden akarsulara doğru yol alırken dünyada eşi benzeri olmayan bir doğa harikasına imza atar. Akarsuların akış yönünün tersine yüzen balıklar, özellikle suyun yüksekten döküldüğü yerlerde, yüksekliği aşmak için "uçarlar". İşte bu sırada eşsiz bir görüntü çıkar ortaya. Dünyanın başka hiçbir yerinde rastlayamayacağınız bu doğa mucizesinin en iyi görüldüğü yer Erciş Balıkbendi Mevkii.

İnci Kefali Göçü Kültür Sanat Festivali, bu yıl 8-9-10 Haziranda yapılacak. Bu doğa harikasını görmeye, hepinizi Erciş'e davet ediyorum.

(Not: Erciş'teki bütün oteller depremde yıkıldı. Gelirseniz, sizi evimde misafir ederim.)

17 Mayıs 2012

Kurtlar, köpekler, koyunlar ve insanlar üzerine

Geçen gün bir kurt amcamın koyunlarının arasına dalmış. Akşam saat on bir sıralarında. Hava ısınmaya başladığı için koyunlar ahırda bunalıyor, bundan ötürü gece yarısına kadar dışarıda bekletilip o saatten sonra içeri alınmaya başlıyorlar. "Tam da kalkıp artık ahıra koyacaktım," diyordu amcam.

Amcamın evi köyün orta yerinde. Hayvanlar evin önündeki ağılda dinlenmeye çalışıyorlarmış. Ağılla ev arasındaki mesafe on metre var yok. Kurdun bu işe nasıl cesaret ettiğini hâlâ aklım almıyor. İlk duyduğumda bir ekip işi sandımdı. Bizim burada kurtlar yedi üyeli ekipler halinde dolaşır. Altı tanesi köyün dışında bekler, içlerinde en tecrübelisi gelip evlere fazla yaklaşmadan köpeğe görünür, köpek onu kovalar, o arkadaşlarının olduğu yere doğru kaçar, köpeğin bin yıllık içgüdüleri cesaretini alevlendirir, biraz sonra hayatının oyunu oynanacaktır ve işin ilginç yanı o bunun farkındadır; zafere emin adımlarla koşar, kurt biraz yavaşlar, köpek kendinden epey emin bir şekilde hızlanır, tam o sırada diğer kurtlar saklandıkları yerden çıkarlar. Köpeğin hiçbir şansı yoktur artık. Bin yıldır bu düzen böyle.

Köpeklerle kurtların kadim savaşı insanların birbirleriyle savaşına çok benzer. Kurt, köpek, ikisi de aynı aileden, amca çocukları, hatta kardeş. Evet evet, kardeş: biri Canis lupus, diğeri Canis lupus familiaris. İki kardeş bin yıllardır birbirinin kanına giriyor. Sebep? İnsanların sebebi bir fikir verebilir belki. 

Konumuza dönelim. Ben bu işi de bir kurt ekibinin kotardığını sandım ilkin, amcama geçmiş olsun dedikten sonra kaç "kişi" olduklarını sordum, oradakiler hep bir ağızdan "bir" dediler. Şaşırdım.

Tek başına bir kurt, dağda, kırda, bayırda değil, köyün orta yerinde bir ağıla saldırıp on dört koyunu bertaraf edebiliyorsa durup düşünmek gerek. Elbette bundan evvel düşünülmesi gereken bir şey var. Çoğu kez olaylar bizi yanlış yönlendirir, bakmamız gereken yere bakmayız da sonuç olarak yanlış kanılara varırız. Bu kez de tam öyle oluyordu ki aklıma geliverdi: köpekler neredeydi?

Yüze yakın koyunu olan amcamın neden bir köpek beslemediği bu konuştuklarım bağlamında asla anlaşılmayacak bir konu. Bunu bildiğimden hiç üstünde durmadım, sadece neden bir köpek almıyorsun ki, deyip geçiverdim, o da sırf demiş olmak için.


Görevini suistimal etmeyen köpekler de var. Geçen kış
komşu köylerden birinin köpekleri bir kurt indirdiler. 
Kurt köyün tam içine gelmiş ve köyün hiçbir köpeği ortada yok. Gerçekten çok ilginç. Hani olağanüstü koku alma yetisi? Hani görev bilinci? Hani zihniyet? Bu konuda beni kuzenim Faruk Abi aydınlattı. Bizim bir köylü, kışın şehir merkezine iner, yazın koyunlarını alıp köye, yaylaya gelir. Geçenlerde yine gelmiş, koyunlarıyla beraber dişi köpeğini de getirmiş. Dişi köpeğe halk arasında kancık derler, bilirsiniz. Kancığın çiftleşme döneminde civarda ne kadar köpek varsa hepsinin ağzının salyası akar, ona sahip olmak için. İşe bakın ki o hiçbirini kırmaz, hepsine gösterir ama sadece biriyle çiftleşir. Kurdun geldiği o gece köyün tüm köpekleri misafir kancığın davetlisi olarak kim bilir neredelerdi? Alın size insanlarla köpekler arasındaki bir benzerlik daha. Dişiliğin gücü erkekleri ne hale sokuyor.

Gelelim koyunlara. Sürü psikolojisinin insanı insanlığından uzaklaştırdığını biliyorduk da, demek ki hayvanı da hayvanlığından uzaklaştırıyormuş, ne diyelim. Kaçacak onca güvenli yer varken sen gel dağlara doğru kaç. Kurdun meskenine kendi ayağınla git. Evet, aynen böyle olmuş. Kurt sürüye dalınca amcamın koyunları dağa doğru kaçmışlar, biri de dememiş, evin kapısına yaklaşıp meleyeyim diye. Kurt dünyanın belki de en kaypak hayvanı, yakaladığını oracıkta öldürüyor. Uzun da sürmüyor bu iş üstelik, boğazına sokuyor dişlerini, on saniyede ölüyor koyun, ölmese bile yaşayacağı en fazla iki gün. Halbuki o "ayı" diye aşağıladığımız hayvan bir sürüye girdiğinde sadece bir tanesini yakalar, yer  ve gider. Kurt gibi değildir ayı, çok temiz bir hayvandır özünde. Kurt vakti varsa bin koyunu bile boğazlar. Her neyse, koyunlar diyordum, aptal hayvanlar, neylersin. "Koyun gibi" diyoruz ya, hiç de haksızlık etmiyormuşuz böyle diyerek.

Doğanın kanunu... İnsan doğaya parmağını soktukça doğa da kanununu değiştiriyor, bunda şaşılacak bir şey yok.
Sayfa başına git