13 Aralık 2019

Yavru kedili bir rüya

Gene ilginç bir rüya gördüm. Sezen Aksu ağacın dibine oturmuş, şarkı söylüyor. Hem de kime? Kedilere. Evet, yavru kedilere. Gelgelelim kediler aslında kedi değil, ağacın yaprakları. Öyle tuhaf bir rüya işte. Yavru kedilerde bir tuhaflık olduğunu görür görmez sezmiştim sezmesine de ne olduğunu çıkaramıyordum. Sezen Aksu anlamamı sağlıyordu. Yanına yaklaşıp, "Ne yapıyorsun burada Sezen Hanım," diye sorunca, "Bunu mu merak ettin şimdi," diye çıkışıyordu ve ardından, "Bak, her bir yaprak bir yavru kedi olmuş," diyordu. O anda kafama dank ediyordu. Sahi ya, bunlar bildiğin yaprak. Ama aynı zamanda kedi. Gülümsüyorlar bir de. Sezen'in şarkısından epey keyiflenmişler besbelli. Halbuki şarkının kendisi hüzünlü. "Bu ne iştir, Sezen Hanım," diye sorunca da anlamakta zorlandığım bir cevap veriyordu: "Güz bitmek üzere, kışa yüz tuttu, yakında bunlar da hep dökülecekler." Biraz pişkince sürdürüyordum ben de sözümü: "Yaprakların kaderi bu, neylersiniz." O esnada hafif bir rüzgâr esiyor, üç-dört kedi yere düşüyordu. Ama tam anlamıyla yaprak gibi, havada sallana sallana, döne döne. Bu düşenlere öbürleri yukarıdan şaşkınca bakıyorlardı. Az biraz bakmayı sürdürdükten sonra şarkıya dönüyorlardı gene. Düşen yavrulardan bazıları yerde de sürüklenmeyi sürdürüyordu. Nasıl güzel bir rüyadır bu, diye geçiriyordum içimden, hiç bitmese. Fakat tam da o sırada uyanıverdim. Rüyanın bitmiş olması tabii ki pişmanlığa benzer bir duyguya büründürdü beni. Elim telefona uzandı. YouTube'a tıklayıp şarkıyı açtım ve uyanmış olsam da rüyamı biraz daha sürdürmeye çalıştım: "Seni kimler aldı, kimler öpüyor seni, dudağında dilinde, ellerin izi var..."

5 Kasım 2019

Kasımlarda

Sen hiç yerle birolmuş kentler gördün mü
Gördüm dediğin de ne
Nerede ne zamandı

Bende benim buruk tarihim gibi durur

Bil bunu.

Zaman ki nedir
Kasımlarda bir yaprak
Bir çocuğun gidip gelen ağzı
Bir gül
İçip yarıda bıraktığın bir bardak su

Benim Topağacı'nda tam orda bir gülcüm vardır
Kasımlarda kapalı dükkanlar gibidir yüzü
En eski rüzgarlar gibidir

Ben ki uzak bir istasyonda durmuş bir gar saatı gibiyim.
Rüzgarlar üşüşmüş içime

Bil bunu.

İlhan Berk

29 Ağustos 2019

Mahmut

Bizim çalışanlardan Mahmut anlatıyor: Ben burada işe başladığım gün, şansa bak, telefonumun bozulacağı tuttu. Yenisini almaya param yok. Maaşı da bir aydan önce alamıyorum. Çaresiz, bir süre telefonsuz dolaşacağız, dedim kendime. Yirmi gün kadar geçti, sizden avans istemiştim ya, verdiniz, gittim o parayla tuşlu bir telefon aldım. O kadar da meraklanmıştım ki, acaba kimler kimler beni aramış diye? Yüz kişi mi aramıştır, yüz elli mi? Telefonumu aldım, getirip biraz şarj ettim, kartımı takıp açtım. Mesajların gelmesini beklemeye koyuldum. Nitekim az sonra bir mesaj geldi. Hayret, ben çok daha fazla mesaj bekliyordum, makinalı tüfek patlar gibi mesaj patlayacağını sanıyordum. Oysaki gele gele bir mesaj gelmişti. Açıp baktım, en yakın arkadaşımın geçen gün beni aradığını bildiriyordu. Hem de kaç kez, biliyor musun, bir kez. En yakın arkadaşım beni bir kez aramış, düşünebiliyor musun? O da bir şey sormak için aramıştır kesin olarak. O değil, annem babam bile hiç aramamıştı. Bir an düşündüm, bu hayatı galiba fazla ciddiye alıyorum, dedim.

21 Ağustos 2019

O Günler

O günler geçip gitti
O güzel günler
O dopdolu kusursuz günler
O pırıl pırıl gökyüzü
O kiraz yüklü dallar
O sarmaşıkların yeşilliğine sığınıp birbirine yaslanmış evler
O haylaz uçurtma damları
O akasyaların kokusundan başı dönmüş sokaklar

O günler geçip gitti
Kirpiklerimin arasından
Şarkılarımın hava kabarcıkları gibi uçuştuğu
Gözlerimin baktığı her şeyi
Taze süt gibi içtiği o günler
Göz bebeklerimin ortasında
Her sabah yaşlı güneşle birlikte
Merakın ve arayışın bilinmez kırlarına gidip
Her gece karanlığın ormanlarına dalan
Mutluluğun ele avuca sığmaz tavşanı vardı sanki

O günler geçip gitti
O sükut içindeki karlı günler
Sıcacık odanın penceresinden
Dışarıyı merakla seyre dalardım hep
Tüy gibi yumuşak tertemiz kar tanelerim
Köhne ahşap merdivene
Gevşek çamaşır ipine
Kocamış çamların saçlarına
Usulca yağardı
Ve ben yarını düşünürdüm, ah
Yarın -
Kaygan beyaz oylum

Büyükannenin çarşafının hışırtılarıyla başlardı
Ve onun kapı aralığında beliren titrek gölgesiyle
- Ki ansızın ışığın soğuk dünyasına bırakırdı kendini -
Ve renkli camlara yansıyan
Güvercin uçuşlarının avareliğiyle
Yarın...

Altındaki mangalla ısınan yatak uyku verirdi
Ben çarçabuk ve korkusuzca
Annemin bakışlarından uzakta
Eski ödevlerimdeki hatalı yazıları silerdim
Ve kar dinince
Bahçede dolaşmaya çıkardım hüzünle
Kurumuş yasemin saksılarının dibine
Ölü serçelerimi gömerdim

*

O günler geçip gitti
O cezbe ve hayret günleri
O uyku ve uyanıklık günleri
Her gölge bir giz taşırdı o günlerde
Ağzı kapalı her kutu bir hazine saklardı
Sandık odasının her köşesi öğlen sessizliğinde
Bir dünyaydı sanki
Karanlıktan korkmayan herkes
Gözümde bir kahramandı

O günler geçip gitti
O bayram günleri
O güneş ve çiçek bekleyişleri
Kışın son sabahında
Şehri ziyaret eden
Suskun ve mahcup kır nergisi demetlerinin
Burcu burcu kokuları
Yeşil lekelerin uzayıp giden caddesinde seyyar satıcıların sesleri

Çarşı baş döndüren kokular içinde yüzerdi
Keskin kahve ve balık kokuları içinde
Çarşı ayaklar altında yassılaşır, uzar, yolun her anına karışırdı
Ve dönüp dururdu oyuncak bebeklerin gözlerinde
Çarşı anneydi, hızla gidiyordu akışkan, renkli oylumlara doğru
Ve geri dönüyordu
Hediye paketleriyle, dolu sepetlerle
Çarşı yağmurdu, yağıyordu, yağıyordu, yağıyordu

*

O günler geçip gitti
O bedenin gizleri içinde kaybolunan günler
O çekingen tanışma günleri
Bir dal çiçekle uzanan bir el
Mavi damarların güzelliğiyle başka bir ele
Bir duvarın ardından seslenirdi
Ve küçük mürekkep lekeleri, bu şaşkın, kaygılı, ürkek elin üzerinde
Ve aşk
Utangaç bir selamla açığa vururdu kendini

Sıcak, dumanlı öğle saatlerinde
Biz aşkımızı sokağın tozunda okurduk
Biz elçi çiçeklerin sade diline aşinaydık
Biz kalplerimizi masum sevgiler bahçesine götürüp
Ağaçlara ödünç verirdik
Ve top, buse mesajlarıyla ellerimizde dolaşırdı
Ve aşktı, o tanımlanamaz duygu
Holün karanlığında bizi ansızın kuşatan
Yakıcı nefeslerin, çırpınışların, kaçak gülüşlerin arasından
Bizi kendine çeken

O günler geçip gitti
O günler, güneşte kuruyan bitkiler gibi
Kuruyup soldular güneşin altında
Ve yitip gittiler akasya kokularından başı dönen o sokaklar
Dönüşü olmayan yolların hay huyunda
Ve yanaklarını
Sardunya yapraklarıyla al al eden o kız, ah
Yalnız bir kadındır şimdi
Yalnız bir kadındır şimdi

Foruğ Ferrohzad
Çeviren: Sabah Kara

24 Temmuz 2019

Üstünde yaşayan insan yoksa toprak da yok demektir

Ellerimdeki halk elimden çıktı. Bomboş toprakların tek ve gerçek efendisi olmanın tadı yok. Üstünde yaşayan insan yoksa toprak da yok demektir. Bastığımız zemin topraktan değil insandan ibarettir. Burada bulunmak giderek imkânsız hale geliyor ben için. Kararlıyım; hükmüme girmeye rıza gösterecek yeni bir halk almalıyım; insan bulmalıyım.
İnsanlarım neden bu mükemmel ülkede, muhteşem ben efendinin hükmünde yaşamayı reddetti? Bu muhteşem taht ülke toprakları hayvan beslemeye müsait, bitkileri bol ve gür, suları serin ve akışkan, havası diri ve taze, tilkisi sinsi ve dik, efendisi haşin ve adil! 
Hüseyin Kıran, Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor.

26 Haziran 2019

Adam zaten ölü

Müziğin sesi o kadar yüksekti ki Kneller’i zor duyuyordum. Lihi’yle bana gülüyordu biraz. Kendisinden bile daha saf insanlarla ilk kez karşılaştığını söyledi. Ben ve mucizelerim, Lihi ve düşleri. “İntihar edeceğinize Kaliforniya’ya gitseydiniz,” diye bağırdı. Freddie’nin başını okşadığını gördüm, barışmışlardı. Joshua uzun cübbesiyle sahneye çıktı, peşinden de Desiree. Elinde Tevrat’ta İbrahim’in İsmail’i kurban etmeye hazırlandığı çocuk masalındaki hançere benzer bir hançer taşıyordu. Hançeri Joshua’ya verdi ve müzik birden kesildi. “Bu da ne demek oluyor?” diye homurdandı yanımda duran Kneller. “Adam zaten ölü. Nedir derdi, iki kere ölmek mi?” Yakınımızda duranlar dönüp ona çenesini kapatmasını söylediler. Kneller’in umurunda bile değildi, ama ben yerin dibine geçtim. Sonra Joshua’nın son anda kıvıracağını söyledi, çünkü bir kez intihar edip acısını tatmış biri intihar etmeyi ikinci kez deneyemezdi. Kneller’in sözünü bitirmesiyle Joshua’nın bıçağı kalbinin ortasına saplaması bir oldu.
Etgar Keret, Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü.

25 Mayıs 2019

Lavinia

Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.

Özdemir Asaf

2 Nisan 2019

Çarık

İlhan Berk'in Çarık şiirini ilk okuyuşum on beş yıl kadar önceydi.
Hocalardan biri okumuş, çok beğenmiş, bizimle de paylaşmıştı. 
Okuyunca ben de çok sevmiştim. Hâlen de severim.
Bir çarığın gözünden ve dilinden bir toplumun tarihini anlatır.


Çarık

Bir sabah vaktiydi dünyada
Dünyada tıs yoktu
Yollar daha uyanmamıştı
Bazı evlerin ışıkları yanıyordu
Bazı evler karanlıktı

Ankara’yı ilk
Bir sabaha karşı gördüm
Baktım uzun uzun çarşılardı
Çarşılardı dolup dolup boşalan 
Ne el erer
Ne göz değerdi
Kadınlar geçiyordu
Çocuklar geçiyordu
Bir çocuk durmuş
Bir elma koçanını kemiriyordu
Önümüze ilk çıkan adama
Tutup güldük
         Alman mı
         Dedik
         Kaça
         Dedi
         Beş
         Dedik

Adam bir bize bir yağa baktı
         Daha
         Daha ne diyeyim ki
Bakır kap dile geldi
         Halis inek yağı
Yağın ruhu
Yedi göbek soyunu sıraladı
Yağın kendisi
Bir utandı bir utandı
Sonra hep birden
         Vallâ
         Dedik
         Billâ
         Dedik
         Nafile
Tutup ikinci adama yanaştık
Aynı dilleri döktük
Aynı dereden
Aynı suyu getirdik
Gelmez ya
İşte

Birinci macera İsa Çavuş
İsa Çavuş’un ayağında
Ne dar
Ne boldum
Ben ancak onuncunun ayağında
Kopçayı koyverdim
Bir ayağı vardı herifin
Açılır açılırdım da
Yine sığmazdı
Şimdi hatırlıyorum da
Ev sıcaktı
Sofrada tarhana vardı
Başında yedi kişi vardı
Yedisinin de yüreği
Pırıl pırıldı
Pencereden dışarıya baktım
Otuz hane bir köydü
Karıncalı dedikleri
Yol geçiyordu
Yolun üstünden adamlar geçiyordu
Baktım lambaları isli isliydi
Çocukların gözleri isli isliydi
Sonra akşam oldu
Yattık
Geceyi dinledim
Korkunç bir yalnızlıktı
İlk duvarlar dile geldi
         Hoş geldin
         Hoş bulduk
Sonra dünya kararıverdi
Ben baktım

Sabahtı
Köy odasındaydım
Baktım on kişiydi
Onu da düşünüyordu
Üstleri çıplaktı
Ayakları çıplaktı
Gece düğündeydim
Dünya hiç de sandığım kadar karanlık değildi
Türküsü vardı bir kere
Kilimi vardı
Rakısı vardı
Narası vardı
Üç gün hep İsa Çavuş’un ayağında gittim geldim
Bir akşamdı
Daha gazımızı yakmamıştık
Daha birimiz yatmamıştı
Baktım biri çıkageldi
         Yarın dedi
         Şehre varacam
         Ölmez sağ olursak 
         Öbür gün burdayım
Sonra gözleri bana kaydı
Bakıştık

Dünya sandığım kadar aydınlık değildi
Sabahtı, adam 
         Kapa gözlerini dedi
         Kapadım
         Aç gözünü
         Açtım
         Ne görüyorsun
         Koca bir bedesten, bedestende insanlar
         Tamam
Herifin önüne tutup serdiğimiz
Bir Kürt-kilimiydi
Maviler gökyüzünde
Sarılar buğdaya çalıyordu
Önümüzden adamlar geçiyordu
Önümüzden adamlar geçerken
Dünya hiç fena değildi
Hem üzülecek ne vardı
Biri çıkar İsa Çavuş’un
Pabucunu isteyebilirdi
Çarığını isteyebilirdi
Olur muydu bu
Olurdu
Sonra tutar ceketini isteyebilirdi
Olur muydu
Olurdu ya
Hem niye gelmiştik dünyaya
Sevmeye değil mi
Bunda dünyayı kötüleyecek ne vardı
Ben de öyle dedim

Efendim
Yedincinin ayağında
Gidip durduğumuz şehir
Niğde idi
Al bizimkini
Vur ona
Bu defakinin elinde yumurta vardı
Bizimki bakkala
         Alan mı
Yumurtalar
         Tazeyiz
Bütün Karıncalı’nın tavukları
         Gık gık gıdak dedi
Herifin eli sıcaktı
Yumurtacık dünyayı sevdi
Bizimkinin elinden
Tutup herifin eline kaydı
Sonra gidip öbür yumurtaların yanına durdu
Baktık rahattı
Çıktık

Sonuncu macera
Bir oğul bir kız bir ana
Sonra iki cılız eşek
Ben oğulun ayağındayım
Ana önde kız arkada
Oğul iki eşeğin arasında
Kirli bir çaputun üstünde
Yol uzun gök uzun
Arkadaki eşek yoruldukça
Oğulun ayaklarını yalıyordu
Yani beni yalıyordu yoruldukça
Dağlardan gittik
Derelerden gittik
Gündüz gittik gece gittik
Önce kızın ayağı kanadı
Bir bana bir kanayan ayağına baktı
Sonra dönüp dönüp ayağına baktı
Kız çıkarıp ağasının ayağından
Beni ayağına taktı
Bir gece bir gündüz de
Böyle gittik
Bir sabaha karşı ana baktı ayaklarına
Tabanları kan içindeydi
Ben baktım ananın ayağındayım

Bir gece bir gündüz
Bu defa da böyle gittik
Bir koca kapının önünde durduk
Ben tekrar oğulun ayağındaydım
Hava soğumuştu
Dünyada üçüncü defadır ki
Horozlar ötüyordu
Belli sabah oluyordu
Uzakta Alidağ
Uzakta Nezirağa sırtları
Uyanıyordu
Daha elimiz kapıya uzanmamıştı ki
Daha kapılar açılmamıştı ki
Oğul ruhunu teslim etti
Kurtulduk

Ama yollar bitmemişti
Yollar yine o yollardı
Bu defaki yollar
Yokuş yukarıydı
Ondan sonradır ki
Yerim ilk defa raflardan
Ev halkının ayağıydı
Çoluk giydi artık
Çocuk giydi
Ama daha üç defa Ankara’ya gittim
Ama çoluğun ayağında gittim
Ama çocuğun ayağında gittim
Senin anlayacağın
Bütün Karıncalı’nın ayağında gittim
Akşamlar oldu sonra
Sabahlar oldu dünyada
Dünyaya bir karanlık havalar geldi
Bir karanlık havalar gitti
Ama yine de kardeşler ben
Ben bu dünya kötüdür diyemem

İlhan Berk

25 Mart 2019

Duvarsız Bir Merdiven

Rüyasında Grigorya ölmek üzere olan yaşlı bir adamın sihirli merdiveni pazara getirip bedavaya satışa çıkardığını görmüş. Sihirli merdivenin ününü duymayan yokmuş. Bu merdiven efsunluymuş, bineni göklerdeki altın elma veren ağaca eriştiriyormuş. Gören duyan kim varsa merdiveni kapmak için sıraya girmiş haliyle. Herkes ölesiye bir merak içindeymiş. Öyle ya, bedavaya verilen merdivenin kime, nasıl, ne şartlarda verileceğini tekmili merak ediyormuş. Nihayet adam konuşmaya başlamış ve bir şart koşmuş. Meydandaki çeşmeden bir tas suyu doldurup hiç dökmeden kendisine getirecek ilk kişiye sihirli merdiveni vereceğini söylemiş. Gençten biri bunu duyar duymaz derhal koşup tasını doldurmuş ve hiç dökmeden getirip ona sunmuş. Adam da tası aldığı gibi tamamını içmiş. Merdiveni de sözünde durup gence vermiş. Vermiş vermesine de bu merdivenle göğe erişebilmesi için onu dayayacağı doğru duvarı bulması gerektiğini tembih etmiş ve ölmüş.
***
Grigorya uyandığında sihirli merdiveni alan gencin tam yetmiş yedi yıldır duvarı aradığını söylüyordu. Sonunu da olabildiğince merak ediyordu.

22 Mart 2019

Bilmiyorum

Mesele tam olarak şu: Ne ettiğimi bilmiyorum.

Bir ağaç nasıl rüzgâra karşı koyamaz, onun şiddetince o yana bu yana sallanır durur, ben de hayata karşı sallanıp duruyorum öylece. Biliyorum, hep söylediğin gibi gene keyfimin yerinde, havamın da hoş olduğunu, hayatımı yaşadığımı, mutlu olduğumu söyleyeceksin. Dışarıdan bir gözle hiç de öyle savrulup duruyor gibi görünmediğimi iddia edeceksin. Bak, ağaç gibi diyorum, anlıyor musun? Sen rüzgârda sallanan bir ağaca bakınca ne görüyorsun? Doğanın muhteşem bir görüntüsünü, değil mi? Bir mucizesini. Hiçbir insan yapımı aletin çıkaramayacağı mükemmellikte bir uğultuyu. Bir ahengi. Halbuki (evet, bir ağacın ağaç olmaktan yana şikâyet edeceği düşünülmez fakat) bütün bir ömrünü tekdüze bir biçimde yaşayıp tüketmek ne demektir! Bu.

11 Mart 2019

Bize daldılar

Komşu firmanın işçileri kavgaya karışmış, çağırıp ifadelerini almışlar. Aşağıda gördüğünüz ifadedeki akıcılık ne kadar hoşuma gitti anlatamam. Metnin ilk satırında iki virgül, bitiminde de bir nokta var, başkaca da noktalama işareti yok, rahat okunsun diye noktalamasını ben yaptım. 

İnşaat işçilerinin eğitim düzeyi malumunuz. Buna rağmen iyi bir dille yazmış. Facebook listemde ne dediği anlaşılmayan "sürüyle" üniversite mezunu var, ülkece ünlü kişiler var, şairler var, imla kurallarından habersiz yazarlar var yahu, hepsi bir yana, yılların hukuk profesörü Burhan Kuzu'nun Twitter hesabı ortada, onlarla karşılaştırınca bu inşaat işçisinin imlası da, ifade biçimi de bence gayet iyi.

Sözlükçe
alimak: İnşaat asansörü. Yapım aşamasındaki bir binaya kurulan geçici asansör.
alimakçı: Asansör görevlisi. İnşaat asansörleri otomatik değildir, alimakçı denen bir görevli katlar arasında dolaşır, inecek-binecek varsa asansörü durdurup kapısını açar, indirip bindirir.
00 kotu (aslında 0.00 kotu): Bir yapının zemin seviyesi. Giriş katı.
baret: Kafayı çarpmalardan ve düşen nesnelerden korumak için takılan başlık.
***

İFADE TUTANAĞI 
SORULDU: .......... tarihinde .......... .......... .......... inşaatı içerisinde çalışmakta olduğunuz blokta kavgaya karıştığınız tespit edilmiştir. İşe giriş eğitimlerinde bu gibi durumlarda SIFIR TÖLERANS uygulanacağı tarafınıza tebliğ edilmesine rağmen bu kurala riayet etmediğiniz tespit edilmiştir. Konu hakkında bildiklerinizi anlatınız. 

CEVABEN: Ben B blok Alimak oparetoriyim, yani, Alimakçı. 00 kotuna geldiğimde ......... inşattan 2-3 kişi küfürler ediyor, hakaret ediyor. o sırada bizim Alimakçı arkadaş da geldi, ........... .........., onada küfür ve hakaret ettiler. Dedik sakin olun, sakinleştirmeye çalıştık, niye küfür ediyonuz, derdiniz ne? dedi niye bizi yukarı götürmuyorsun? dedik ki sakin olun arkadaşlar. Arkadaşın alimağı doluydu, bende, beton çekiyoruz yukarıya 2 alimak, 1 tane alimakta milleti getirip götürüyor, binlerce adam var, ancak oluyor. adamlar halla küfürler ediyor, durmuyorlar. tamam dedim, Arkadaş sizi götürsün. yok dediler, küfür ettiler, bize daldılar. Arkadaşın yüzüne baret fırlatılar ve kendimizi yerde çamurların içinde bulduk. nasıl olduysa yerden kalktım, bir baktım elerinde sopalarla, demirlerle doğru bize geldiler. bende kaçtım olay fazla büyümeden, arkadaşa kaç dedim, kaçtık. Adamlar hala bizi kovalıyor, küfürler ediyor, bende C blok tarafına kaçtık, 20 dakika gittim bekledim, ortam sakinleşene kadar. diyeceklerim bunlardır.

8 Mart 2019

21 Şubat 2019

1600

Beş yılı aşkın bir süre önce bloğumdaki 800. kaydı şöylece bırakmıştım. Bininciden de söz edeceğimi söylemiş ama zamanı gelince etmemiştim. Geçen ay fark ettim ki blogda bugüne dek yayımladığım kayıtların sayısı 1600 olmak üzere. O zaman bunu da şöyle not almak namına bloğa yazıvereyim de kilometre taşı oluversin, dedim. Bakarsın beş yıl sonra 2400 oluverir.

Zaman durmaz, dünya döner, köprülerin altından nice sular akar gider. Böyledir. Mühim olan, sular akıp giderken ne yaptığımızdır. Köprüde durup altından akan suları izleyerek yıllarımızı tüketebiliriz mesela. Ya da yollara düşüp başka başka köprülerden geçebiliriz. Hayat insanlara altın tepside sunmaz kendini, mücadele esastır. Mücadele dedin mi çokluk insanların aklına canla başla bir işe koyulmak gelse de hayattaki mücadelelerin ezici çoğunluğu sessiz sakin bir biçimde olur. Her sabah kalkıp şehrin gürültüsüne karışıp akşam yorgun argın eve dönmek, bu şekilde yıllarını harcayıp gitmek esaslı bir mücadele değil de nedir mesela?

Benim blog maceram olabildiğince sakin geçti, geçiyor. İnternette kendimce yazıp çizmeye başladığımda henüz daha ne Web 2.0 denen şey duyulmuştu ne de blog sözcüğü. Somut konuşursak, 2002'nin sonlarından beri öyle böyle internette çiziktiriyorum. Aya ayak basan ilk insan olan Amerikalı astronot Neil Armstrong, "Benim için küçük, insanlık için kocaman bir adım," demişti, benimki tam tersi, bir insanın kişisel tarihinde azımsanmayacak bir süre on beş-yirmi yıl. 

Blog yazma nedenim üzerine belki başka zaman uzunca bir şeyler yazarım. Şimdilik kısaca şunu söyleyeyim. Toplumumuz ne yazık ki ileri derecede riyakârlaşmış bulunuyor. Eskiden hırsız hırsızlığının, ahlaksız ahlaksızlığının farkındaydı hiç olmazsa, bugün artık ahlaksızlık ahlak halini almış durumda. İşte böylesi bir toplumda pek konuşmak istemiyorum kendi adıma. Sözün işe yaramayacağını düşünüyorum çünkü. Pek çok ortamda sessiz kalmayı yeğliyorum böylece. Kimi zaman da dinlemek daha iyi geliyor konuşmaktan. Hatta çoğu zaman. Gelgelelim konuşma ihtiyacı da başlı başına bir ihtiyaç, bir biçimde gidereceksin. Sözün kısası, sussan olmuyor, konuşsan olmuyorsa ne edeceksin? Blog yazıyorum işte. Hem zaten, söz uçar, yazı kalır, dememişler mi? Yazı söz gibi değil, uçup gitmiyor, kalıyor kaldığı yerde, dileyen okuyor, dilemeyen okumuyor. Benim blog yazmaktaki asıl gayem (sanırım) bu.

Uzatmayayım. Blog maceramın sonunu hiç düşünmedim. Şu vakte kadar yazarım, sonra bırakırım, şöyle yaparım, böyle ederim filan demedim. Doğrusu bunu bir macera olarak da hiç görmedim. Kâh yavaş kâh hızlı adımlarla sürdürdüm. Sürdürmeye de devam edeceğim. Hayat ilginç bir trene benzemeye devam ettikçe bloglamaya devam edeceğiz.

1 Şubat 2019

Azıyla yetinemediğimiz tek şey aşktır

...
(Bu tür davranışlarım belki de çok önceden bir başkasıyla, ilk sevgilimle başlamıştı. İlk menekşe demetimi onun için almıştım; tam ona uzatırken çiçekler elimden kayıvermiş, o da farkında olmadan [?] üzerine basıp ezmişti.) İnsan gençken bu gibi küçük olaylar çok can sıkıcı olabiliyor.
Kuşkusuz genç değilim artık – bu da her şeyi daha da can sıkıcı, söylemeye gerek yok belki, daha da gülünç yapıyor. Tek fark, sözlerime kulak verin, işin içine aşk girdiğinde hiçbir şey, hiç kimse hiçbir durum o denli gülünç olamaz. Azıyla yetinemediğimiz tek şey aşktır. Ve yeterince veremediğimiz de odur.
Henry Miller, Uykusuzluk (Insomnia), Notos Kitap.

16 Ocak 2019

Gülenlerle ağlayanlar

Bu dünya düşünenler için bir komedya, hissedenler için bir tragedyadır. Bundandır ki Demokritos gülmüş, Herakleitos ağlamıştır.
—Horace Walpole

14 Ocak 2019

Bu Yolculuğa Çıkan Bizler

Üç yıl boyunca
Hiç durmadan haberciyi bekledik
—Yorgo Seferis



Grigorya Çili köyümüzün en güzel kızıydı. Hiç kuşkusuz öyleydi.
***
Köye taşındıkları günü an be an hatırlıyorum. Zaten nasıl unutulabilir? Sabahın öğleye evrileceği bir saatte köyün hepi topu üç beş çocuğu; akranlarım, arkadaşlarım, hatta ablam ortalığı birden şenlik yerine çevirmişlerdi. Çocuklardan biri köye yeni bir ailenin taşındığını öğrenmiş, bunu da hemen öteki çocuklara ve ardı sıra bütün köye yetiştirmek için tabanları yağlamıştı. Haberi duyduğumda taş duvarlı evimizin oturmaya epey elverişli penceresine kurulmuş, taa uzaklardan görünen denizi izliyordum. Sıcak –ama her anlamda sıcak– bir bahar günüydü. Ağaçlar henüz adamakıllı yapraklanmadıklarından kışın hiç çıkıp oturamadığım pencereden şimdi denizi doyasıya izleyebiliyordum. Ne büyük bir zevkti bu bana. İşte Grigorya Çili'lerin evi böyle bir günde gelmişti köyümüze. Komşulardan birinin küçük ama küçüklüğüyle büsbütün orantısız bir merakı olan kızı Leyla gelenlerin kaç kişi olduklarını, neye benzediklerini hemencecik öğrenmişti. Gözüme ilişir ilişmez bağırarak yanıma çağırmıştım. Bu kız merakını etrafına da sıçratan türden biriydi. Büyük bir hevesle yanıma koşmaya başlamıştı, zira meraklı olduğu kadar görüp bildiklerini insanlara anlatmaya da can atardı. Gelip pencerenin dibinde durmuştu. Leyla bu ya, ilk söylediği şey, "Kızın adı Grigorya," olmuştu. Evet, gelen ailenin Grigorya adında bir kızları olduğu apaçıktı. Ardından sürdürmüştü Leyla: "Galiba senden iki yaş büyük."

Grigorya Çili köyümüze taşındığında ben on dört yaşındaydım. Denizi izlemeyi belki de en sevdiğim yaşımdı bu. Ama yakından hiç deniz görmemiş, suyunda ıslanmamıştım. Bir denize olan bunca sevgim, kim bilir, belki onu uzaktan görüyor oluşumdandı. Nitekim bir denizi uzaktan sevebiliyor olmak da başlı başına bir şenliktir.

Grigorya Çili'lerin evini taşıyan kamyonetin okulun önünde beklediğini söylemişti çocuklar. Merakıma artık dayanamayarak çıkıp okulun önüne yollanıyordum ki kamyonet görünmüş ve inanır mısınız, gelip evimizin az ötesindeki Boş Ev'in önünde durmuştu. Anlaşılmıştı ki yeni aile bu evde yaşayacaktı. Komşumuz olacaklardı. 

Grigorya Çili'nin babası köyümüze Ege Denizi'nden gelen bir öğretmendi. Böyle söylenirdi. Onların denizin içinden çıkıp geldiğini sanırdım. Denizden gelip Boş Ev'e yerleşen bir aile. Orası, annemin anlattığına göre, ben daha doğmadan boşalmış, sahipleri kapısına kilit vurup uzak bir memlekete göçmüş bir evdi. Duvarla çevrili küçük bahçesinin kapısı da kendi kapısı gibi hep kilitli bir boş ev. İşte şimdi nihayet Ege Denizi'nden gelen bir aile yerleşecek ve o artık boş ev olmaktan çıkacaktı. Belki biz çocuklar yazın artık duvarının üstünden atlayıp eriklerinden yiyemeyecektik fakat bu küçük, sessiz köyümüze yeni bir ailenin taşınmış olması, üstelik de bize kapı komşusu olması benim gözümde her şeye değmişti. Ben ancak onlar geldiklerinde Boş Ev'in anahtarının bizde olduğunu öğrenmiş, bundan, nasıl denir, büyük bir pişmanlık duymuştum. Madem bizdeydi, bugüne kadar neden içini bir kez olsun görmemiştim. Hemen babamı çağırmışlar, o da gelip eski bavulundaki bir sandukadan anahtarları çıkarmış, ilkin bahçenin, ardından da evin kapısını bizzat açmıştı. Köyün kadınlarıysa hep birlikte işe koyulmuş, akşama değin evi temizlemeye girişmişlerdi.

Devam edecek...
Sayfa başına git