21 Temmuz 2017

Scripta manent

O kadar yazı malzemesi birikiyor ki günde rahatlıkla üç yazı yazmaya yeter. Gelgelelim ben uzunca bir süredir, mesela şöyle üç-dört aydır yazma orucundayım, doğrusu çıkmakta da zorlanıyorum. Yazma orucu hadi neyse de beni asıl huzursuz eden okuma orucuna da girmiş olmam. Epeydir kitap okuyamıyorum doğru dürüst. Hiç okumuyorum değil, internetten her gün bir dünya metin okuyorum. Okumasına okuyorum da hani şu okuduğu metinlerin sayısı, hacmi ne denli çok olursa olsun kitap okumuyorsa kendini hiç okumamış sayan insanlar yok mu, ben de onlardanım işte. 

Geçen haziranın hemen başında köye gittim, 3 ve 4 haziranda dağ, bayır, yayla epey dolaştık ettik, döner dönmez yazacaktım güya, bunun için köyde çektiğim fotoğrafları da hazırladım, masaüstünde bir klasöre attım, hâlâ bekliyorlar öyle. 
***
Büyük teyzem iki hafta önce öldü. Çok iyi bir kadındı. Epeydir görmemiştim, ölümünden önce son bir kez görmediğim için üzüldüm, keşke görseydim. Tabutu evin önüne getirildiğinde çocuklarıyla kız kardeşleri son bir kez görmek istediler. Ambulansın içine geçip yüzüne baktılar. Anneme bakıyordum o sıra. Orada öylece yatan teyzem kendisinden on yaş büyüktü. Nasıl bir çocukluk geçirdiklerini düşlemeye çalıştım. Annem on yaşındayken yirmi yaşında olan bu teyzem annemin gözünde ne kadar büyük bir ablaydı kim bilir.

Öğle vakti camiye götürdük tabutunu, öylece yere bıraktık caminin içinde. Tabutun baş kısmının üzerine bir yazma örtülmüştü. Hem olabildiğince tuhaf, hem de olabildiğince olağan görünüyordu. Derin düşüncelere daldım. Günün birinde hepimiz ölmüş olacağız. 
***
Kuşumuz yumurtlamaya başladı. Şimdilik iki tane. Kaç yumurtadan sonra kuluçkaya yatacağını bilmiyorum. Tavuk gibi her gün yumurtlamıyorlarmış, bedenleri küçük olduğu için her gün bir yumurta üretmeye elverişli değilmiş filan, kuşçu söyledi bunları. Kardeşim kafese ip parçaları koydu, kadınların kazak mazak ördüğü şu yumuşak ipler, kuşlar onlardan yuva yaptılar kendilerine. Yuva da kafese koyduğumuz küçük bir kutunun içinde.
***
Yaz günleri... Geceleri yatamıyorum, uykum gelmiyor, böyle olunca sabahları da geç uyanıyorum, bir kısır döngüdür almış başını gidiyor. Halbuki ne çok istiyorum sabahın köründe uyanmayı. Geçen gün bu meseleyi düşündüm biraz, eğer gerçekten istiyorsam bunu kolaylıkla yapabilmem lazım, acaba istediğimi sanıyorum da gerçekte istemiyor muyum?

Gece uykum gelmeyince ayaktayım haliyle. Horozların ötüşünü duyuyorum her gün. Sabah horozları henüz gün ağarmadan ötüyorlar. Geçen gün gene komşulardan birinin evinden horoz sesi gelince doğanın kendisini hiç değiştirmediğini, yalnızca biz insanların değişime bu kadar meyilli oluğumuzu düşündüm. Değil mi, bin yıl önce de horozlar bu saatte ötüyorlardı, bugün de öyle. Peki biz insanlar öyle miyiz? Değişim dediğin, aslında tehlikeli bir mesele. Etraflıca ele almak, üzerinde derince düşünmek lazım. Kısacası, değişim her zaman iyi değildir. Bugün bunca gelişmiş bir teknolojiyle iç içe yaşıyoruz da bazı konularda iki bin yıl önceki dünyanın bile gerisindeyiz. 
***
Komşunun civcivi kaybolmuş, sabahtan beri onu arıyorlar. Kanımca ya kedi götürmüştür ya karga.
***
Canımızın bir şeye sıkılması bir dert, neye sıkıldığını bir türlü bulamamak ayrı bir dert. Deminden beridir canım bir şeye sıkkın, nedir, düşünüyorum, bulamıyorum.
***
Bu yıl pek film de izlemiyorum. Haziranda bir, temmuzda iki tane izledim. Çalgı Çengi'nin birkaç yıl önce çekilen ilki çok özgün bir filmdi, epey sevmiştim, ikincisiyse berbat olmuş, izlemek sadece zaman kaybı, oldukça kötü bir film. Sivas epey methedilen bir filmdi, oturdum izledim. Fena değil ama bu hikâye daha güzel çekilebilirdi, yazık olmuş. Bir arkadaşım Il Postino'yu şiddetle önerince izledim. Pek matah bir şey değil. Neruda'nın İtalya sürgünü esnasında kendisine gönderilen mektupları ona götüren bir postacının hikâyesi anlatılıyor. Kuru bir hikâye.
***
Rüyamda beş-altı kişi, adı Emanuel olan bir adamın dün doğan kızına isim arıyorduk. İyi bir rüya yorumcusu olmama rağmen bir anlam veremedim. Bir kere, ortada kızın annesi yoktu, "emanuel" kelimesi üzerinden bir kız bebeğine isim aranıyordu. Uyandıktan sonra, hay Allah, neden hiçbirimizin aklına "Manuela"yı önermek gelmedi, diye hayıflandım.

Rüya yorumu dedim de, hiç kimse bir başkasının rüyasını yorumlayamaz. Bir insan ancak kendi rüyalarını, yakınlarının kendisiyle ilgili gördüğü rüyaları ve bir de belki çok yakından tanıdıklarının bazı rüyalarını yorumlayabilir. Kitaplardan rüya yorumlarına bakmak da komediden başka bir şey değildir.

19 Temmuz 2017

Hayyam'dan


Geçti Bor’un Pazarı

Başta kavak yelleri estiği günler hani?
Umduğumuz neşeler, şerefler, ünler hani?
Beklenilen alaylı, şanlı düğünler hani?

Servi gibi ümitler döndü birer iğdeye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye!

Sende cevher var imiş, onu herkes ne bilsin.
Kimler böyle züğürdün huzurunda eğilsin?
Şöyle bir dairede müdür bile değilsin.

Ne çıkar öğrenmişsin mesahayı pi diye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye!

Bilmem ki ne olmaktı senin gayen, maksadın?
Fare gibi kitaplar arasında yaşadın.
Ne dans ettin, eğlendin, ne de sevdin kız kadın,

Kim dedi hey serseri gençliğine kıy diye?
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye!

Gönül ne çalgı ister, ne eğlence ne de dans,
Ne güzel kadınların önlerinde reverans,
Kapandıkça kapandı bunca yıldır kahpe şans,

İhtiyarlık gölgesi perde çekti dîdeye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye!

Fırsatı iyi kolla, olma sakın dangalak,
Genç iken vur partiyi, durma, ye, keyfine bak,
Sonra iç şampanyalar, viskiler bardak bardak,

Dokunuyor üç kadeh şimdi bizim mideye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye.

Hasan'ın böreğine vaktinde yetişmeli,
Hiç durmadan gövdeye atıştırıp şişmeli,
Yanıp da kavrulmadan mükemmelen pişmeli,

Sonra seni almazlar hiçbir yere çiğ diye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye!

Namdar Rahmi Karatay

9 Temmuz 2017

Kitap Düzenleme Yöntemi ve Sanatı Üzerine Kısa Notlar

Georges Perec
Fransızcadan çeviren: Siren İdemen
Notos 59 (Ağustos-Eylül 2016)


Her kütüphane¹ ikili bir ihtiyaca cevap verir; bu ihtiyaç da çoğu zaman ikili bir saplantıdır: Bazı şeyleri (kitapları) saklamak ve onları birtakım yöntemlere göre düzenlemek. 

Bir arkadaşımın aklına günün birinde kütüphanesini 361 eserde tutma projesi esmişti. Fikir şuydu: N sayıda eserin eklenip çıkarılmasıyla bir kütüphane için ideal, ideal değilse de en azından yeterli kabul edilen sayıya tekabül eden K = 361’e ulaşıldığında, toplam eser sayısı K, 361’e eşit ve sabit kalacak şekilde, ancak eski bir Z eserini eledikten (bağışlama, atma, satma ya da başka herhangi bir münasip yolla) sonra yeni bir X eserini kalıcı bir biçimde edinmeyi kendine şart koymak:
K + Z > 361 > K – Z
Bu cazip proje gelişim sürecinde bazı öngörülebilir engellere tosladı, onlara da gerekli çözümler bulundu. Önce, bir cildin –La Pléiade külliyatından diyelim– üç (3) roman (ya da şiir, deneme vb.) da içerse bir (1) kitap sayılmasında karar kılındı; aynı yazarın üç (3) ya da dört (4) ya da n (n) sayıda romanının, bu yazarın henüz bir araya getirilmemiş ama kaçınılmaz olarak er ya da geç bir araya getirilebilir Bütün Eserleri’nin bir parçası olarak bir (1) cilde (zımnen) denk sayılması sonucuna varılmış oldu. Buradan hareketle, 19. Yüzyılın ikinci yarısına ait İngiliz dilinin falanca romancısının kısa süre önce edinilen falanca romanı mantıken yeni bir X eseri olarak değil, oluşum aşamasındaki bir diziye ait Z eseri olarak değerlendirildi: Söz konusu romancı tarafından yazılan romanların tamamına T kümesi (var mıdır yok mudur Allah bilir artık!) diyelim. Bu durum projenin ilk halinde en ufak bir değişikliğe yol açmıyordu: Sadece, 361 eserden söz etmek yerine, yeterli bir kütüphanenin, ister incecik bir broşür ister bir kamyon dolusu kitap yazmış olsun 361 yazardan oluşması gerektiğine karar verilmişti. Bu düzeltme birkaç yıl boyunca etkili oldu: Fakat bir süre sonra, bazı eserlerin –mesela şövalye romanlarının– belli bir yazarının olmadığı ya da birden çok yazarı olduğu ve bazı yazarların da –dadaistler mesela– birbirinden ayrıldığı takdirde önemini otomatikman yüzde seksen ila doksan yitirdiği ortaya çıktı; böylece, 361 temayla –muğlak bir kelime ama kapsadığı gruplar da zaman zaman öyle– sınırlı kütüphane fikrine ulaşıldı ve şu âna kadar bu sınırlama gayet iyi işledi.

Görüldüğü gibi, okuduğu kitapları ya da günün birinde okuyacağına kendine söz verdiği kitapları saklayan bir insanın karşılaştığı sorunların başında kütüphanesinin sürekli genişlemesi gelir. Kaptan Nemo olma şansı herkese nasip olmuyor.
… Nautilus’umun suyun altına ilk defa daldığı gün benim için dünya sona ermişti. O gün, son kitaplarımı, son dergilerimi, son gazetelerimi satın aldım ve ondan beri insanlığın düşünmeyi de yazmayı da bıraktığına inanmak istiyorum.
Kaptan Nemo’nun hepsi tıpatıp aynı biçimde ciltlenmiş on iki bin adet kitabı bir daha bozulmamacasına nihai olarak tasnif edilmiş ve bu tasnif, belirtildiğine göre, en azından lisan bakımından (kütüphane düzenleme sanatıyla kesinlikle alakası olmayan, sadece Kaptan Nemo’nun bütün dilleri aynı derecede konuştuğunu belirten bir açıklama) ayrım gözetilmeden yapıldığından zorluk çıkarmamış olmalı. Lakin düşünmeye, yazmaya, hele de yayımlamaya azimli bir insanlıkla hâlâ içli dışlı olan bizler için kütüphanelerimizin genişlemesi yegâne gerçek mesele haline gelme yolunda: Zira on ya da yirmi kitabı, hatta yüz kitabı saklamanın çok da zor olmadığı aşikâr, ama kitaplarınızın sayısı 361’e ya da bine, ya da üç bine çıktığında ve asıl önemlisi bu sayı her gün ya da hemen hemen her gün arttığında sıkıntı baş gösteriyor. Öncelikle bütün bu kitapları bir yere yerleştirme meselesi, sonra da, şu ya da bu nedenle günün birinde içlerinden birini nihayet okuma, hatta yeniden okuma arzusu ya da ihtiyacı duyduğunuzda elinizle koymuş gibi bulabilme meselesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz.

Dolayısıyla, kütüphane meselesi ikili bir sorun ortaya çıkarıyor: Öncelikle bir mekân sorunu ve sonra da düzen sorunu. 

1. Mekân sorununa dair

1.1. Genel bilgiler
Kitaplar oraya buraya serpiştirilmez, bir arada tutulur. Nasıl ki bütün reçel kavanozları aynı dolaba, reçel dolabına konursa, kitaplar da aynı yere ya da birkaç aynı yere konur. Saklama maksadıyla bavulların içine tıkıştırılabilir ya da tavan arasına, bodruma veya dolapların dibine pekâlâ konulabilirlerdi, ama genellikle göz önünde olmaları tercih edilir.

Âdet olduğu üzere, kitaplar ekseriyetle bir duvar ya da bölme boyunca, düz olarak birbirine paralel duran, ne fazla derin ne de fazla aralıklı taşıyıcılar üzerinde yan yana yerleştirilir. Kitaplar genellikle dikine, cildin sırtına basılı başlığın görülebileceği şekilde dizilir (zaman zaman, kitapçıların vitrininde olduğu gibi, kitapların kapağı gösterilse de bir kitabın sırf ağzının görünür olması kesinkes yadırgatıcı, gayrimeşru, hatta çoğu zaman ayıp kabul edilir).
Günümüz dekorasyon anlayışında kütüphane bir köşedir: “kütüphane köşesi”. Ve çoğunlukla “oturma grubu” denen sete ait bir modüldür, bu sette ayrıca şunlar bulunur:

sürgülü kapaklı bar dolabı
sürgülü kapaklı yazı masası
çift kapılı büfe
müzik dolabı
televizyon sehpası
diyapozitif projeksiyon sehpası
vitrin
vb.

Ve kataloglarda üzerine birkaç yalancı cilt yerleştirilmiş olarak takdim edilir. Bununa beraber, gündelik hayatta kitaplar aşağı yukarı her yerde bir araya getirilebilir.

1.2. Kitapların konulabildiği alanlar
antre
oturma odası
yatak odası ya da odaları
tuvalet

Mutfağa genellikle sadece “yemek kitabı” denen türe ait kitaplar konur. 

Her ne kadar birçok kişi tarafından en gözde kitap okuma yeri olarak görülse de banyoda kitap bulunması enderdir. Ortam rutubetinin basılı metinlerin korunmasının bir numaralı düşmanı olduğu genel bir kanıdır. Banyolarda olsa olsa bir ecza dolabı, ecza dolabında da “Hekim gelene kadar yapılması gerekenler” başlıklı ince bir kitapçık bulunabilir. 

1.3. Uygun alanlardaki kitap yerleştirilebilecek yerler
Şömine ya da radyatör mermerlerinin üzeri (uzun vadede sıcaklığın bir miktar zarar verme ihtimali göz önünde bulundurulacaktır)
iki pencere arası
iptal edilmiş bir kapı kasasının içi
kitaplık merdiveninin basamakları, böylece merdiven işlevini kaybeder (çok şık durur, Renan’a atıfla)
pencere altı
bir alanı ikiye bölmek üzere dikey yerleştirilmiş bir mobilyanın üzeri (çok şık durur, birkaç yeşil bitki bu etkiyi daha da artırır).

1.4. Kütüphanelerde sık rastlanan, kitap olmayan şeyler

Yaldızlı pirinç çerçevelerde fotoğraflar, küçük gravürler, karakalem çizimler, ayaklı kadehlerde kurutulmuş çiçekler, dolu ya da boş yassı kimyevi kibrit paketleri (tehlikelidir), kurşun askerler, Ernest Renan’ın Collège de France’daki çalışma odasında çekilmiş bir fotoğraf, kartpostallar, oyuncak bebek gözleri, kutular, Lufthansa havayolları şirketinin tuz, karabiber ve hardal paketçikleri, mektup tartıları, çengel askılar, bilyeler, pipo kaşıkları, minyatür antika araba modelleri, rengârenk taş ve çakıllar, şiltler, yaylar.

2. Düzene dair

Derli toplu tutulmayan kütüphane kendiliğinden darmadağın olur. Entropinin ne demek olduğunu anlayabilmem için bana verilmiş bir örnektir bu ve pek çok kez deneysel olarak da doğrulamışımdır. 

Bir kütüphanenin karışıklığı kendi başına vahim bir durum değildir; “Çoraplarımı hangi çekmeceye koymuştum?” düzeyinde bir şeydir: Şu ya da bu kitabı koyduğu yeri her seferinde insiyaki bir şekilde bildiğine inanır insan; ayrıca, bilmese bile, bütün rafları hızla şöyle bir taramak hiç de zor olmayacaktır.

Bu sevimli düzensizlik methiyesine bireysel bürokrasiye duyulan vasat düşkünlük itiraz eder: Her şeye ait bir yer olmalı ve her şey kendi yerinde olmalı ve tersi. Biri oluruna bırakmayı, sallapatiliği, anarşizan kalenderliği önceleyen, diğeriyse tertibin etkin donukluğunu, tabula rasa mantığının erdemlerini göklere çıkaran bu iki gerilim arasında insan eninde sonunda kitaplarını bir düzene koymayı denemeye niyetlenir: Yıpratıcı, moral bozucu bir teşebbüstür bu. Ama aynı zamanda, gözden ırak olduğu için unutulmuş bir kitaba tekrar kavuşmak gibi hoş sürprizlere de kapı açabilir ve bugünün işini yarına erteleyerek yüzükoyun kendinizi yatağa atıp kitaba yumulursunuz. 

2.1. Kitapları düzenleme tarzları
alfabetik sınıflama
kıtalara ya da ülkelere göre sınıflama
renklere göre sınıflama
edinme tarihine göre sınıflama
yayımlanma tarihine göre sınıflama
boyutlara göre sınıflama
türlere göre sınıflama
büyük edebi dönemlere göre sınıflama
dillere göre sınıflama
okuma önceliğine göre sınıflama
ciltlere göre sınıflama
dizilere göre sınıflama

Bu sınıflamaların hiçbiri tek başına tatminkâr değildir. Fiiliyatta, her kütüphane bu sınıflama biçimlerinin bir terkibiyle düzenlenir. İç dengesi, değişikliğe direnci, miadının dolması, kalıcılığı bir kitaplığa kendine has şahsiyetini verir.

Öncelikle sürekli sınıflamalar ile geçici sınıflamaların farkını koymak yerinde olur; sürekli sınıflamalar ilkesel olarak uymaya devam edilecek olan sınıflamalardır. Geçici sınıflamalarında birkaç günlük olduğu farz edilir: kitap nihai yerini buluncaya ya da yeniden buluncaya kadar, bu yeni edinilmiş ve henüz okunmamış bir kitap olabileceği gibi, kısa süre önce okunmuş ve nereye koyacağınızı tam bilemediğiniz ve bir dahaki “esas yerleştirme” sırasında yerleştirmeye kendi kendinize söz verdiğiniz bir kitap da olabilir, ya da okumaya ara verdiğiniz ve yeniden dönüp bitirmeden yerine kaldırmak istemediğiniz bir kitap olabilir, ya da belirli bir dönem sürekli kullandığınız bir kitap olabilir, ya da belli bir bilgi ya da bir alıntı aramak için ortaya çıkardığınız ve henüz kaldırmadığınız bir kitap olabilir ya da defalarca iade etme sözü verdiğiniz ve size ait olmadığı için nereye koyacağınızı bir türlü bilemediğiniz bir kitap olabilir vb.

Benim durumuma gelirsek, kitaplarımın aşağı yukarı dörtte üçü hiçbir zaman tam manasıyla tasnif edilmemiştir. Nihai olarak geçici bir şekilde yerleştirilmemiş olanlar geçici olarak nihaidir, OuLiPo’da olduğu gibi. Bu arada, bir odadan diğerine, bir raftan diğerine, bir yığından diğerine gezdirip dururum onları ve her kitabı aramak için üç saat harcadığım ve bulamadığım olduğu gibi, pekâlâ aynı işi gören altı yedi başka kitabı fark etmenin memnuniyetini yaşadığım da olur.

2.2. Yerleştirmesi çok kolay olan kitaplar
Büyük boy, kırmızı ciltli Jules Verne’ler (hakiki Hetzel’ler ya da Hachette’in yeni baskıları fark etmez), çok büyük kitaplar, çok küçükler, Baedeker’ler, nadir kitaplar ya da öyle olduğu sanılanlar, ciltlenmiş kitaplar, Pléiade ciltleri, Présence du Futur koleksiyonu, Minuit Yayınları’nın bastığı romanlar, fasiküller (Change, Textes, Les Lettres nouvelles, Le Chemin) en az üç sayısı bulunan dergiler vb.

2.3. Yerleştirmesi fazla zor olmayan kitaplar
Film senaryoları, star albümleri ya da yönetmenler hakkında inceleme kitaplarını içeren sinema kitapları, Güney Amerika romanları, etnoloji, psikanaliz, yemek kitapları (bkz. yukarıda) rehberler (telefonun yanı), Alman romantikleri, Que sais-je serisi kitapları; (burada sorun onları bir arada mı yoksa işledikleri konuya göre mi sınıflayacağınız) vb.

2.4. Yerleştirilmesi neredeyse imkânsız kitaplar
Örneğin tek bir sayısına sahip olduğunuz dergiler, ya da içinden üzerinde Askeri Eserler Kitabevi R. Capelot et Cie, 1900 yazılı bir kartın çıktığı, Almancadan tercümesi devlet nişanı sahibi 31. Dragon Alayı Komutanı Yüzbaşı M. Bégouën’e ait Clausewitz’in 1812 Rusya Seferi veya Publications of the Modern Language Association of America’nın (PMLA) 91. cildinin söz konusu kuruluşun yıllık kongresinin 666 çalışma toplantısı programına yer veren 6. fasikülü (Kasım 1976) gibi diğer yayınlar.

2.5. Borges’in Babil Kitaplığı’nın diğer bütün kitapların anahtarını verecek kitabı arayan kütüphanecileri gibi, biz de sonlanmışlık yanılsaması ile kavranamazlığın baş döndürücülüğü arasında salınıyoruz. Sonlanmışlık adına, bundan böyle bütün bilgiye erişmemizi sağlayabilecek yegâne bir düzenin var olduğuna inanmak istiyoruz; kavranamazlık adınaysa, düzen ve düzensizliğin rastlantıyı tayin eden aynı iki kelime olduğunu düşünmek istiyoruz.

Her ikisinin de kitapların ve sistemlerin aşınmasını gizlemeye yönelik birer göz yanıltması  ve hile olması da mümkün.

Öyle ya da böyle, kütüphanelerimizin kimi zaman akıl defteri, kimi zaman kedi yuvası ya da ıvır zıvır deposu işlevi görmesi de hiç fena değil.



¹ Kütüphane derken profesyonel olmayan okurun kendi zevki ve gündelik kullanımı için bir araya getirdiği kitaplardan oluşan bütünü kastediyorum. Bu tanım bibliyofillerin koleksiyonlarını ve dekoratif ciltleri hesaba katmadığı gibi, kendilerine has sorunları kamusal kütüphanelerin sorunlarıyla kesişen uzmanlaşmış kütüphanelerin (örneğin akademisyenlerinkiler) de çoğunu hesaba katmıyor.

4 Temmuz 2017

Dut'tuğunu ye, dut'amadığını kargalara bırak

Şu sıralar en çok kargalarla ortak özellik taşıyorum. Bir dut ağacı var, ak dut, her gün, bazen günde bir, bazen iki kez gidip altında durup biraz dut yiyorum. Altında duruyorum dediğime de bakmayın, olgunlaşmış olanlar çoğunlukla yüksek dallarda olduklarından ötürü, ilkin hoplayıp zıplayıp o dallardan birini yakalaman, kendine doğru çekmen, sonra da elinden çıkıp gitmesin diye sıkıca tutman gerekiyor ki adamakıllı yiyebilesin. İşin en kötü yanı, olgunlaşmış dutların pamuk ipliğine bağlıymışçasına dalın en hafif bir sallanışında kopup yere düşmeleri. Arkadaşın biri, genişçe bir yaygı getirip ağacın altına serdikten sonra dalları sallamamızı, üzerine düşenleri toplayıp yememizi önerdi fakat akla uzak bir öneri olduğundan pek oralı olmadık. Kargalar diyordum, bugün ben gene ağaca yanaşmaktayken, "Bu memleketin kuşları ne biçim kuş arkadaş, ben olsam çoktan gelip şu koca ağacın dutlarını yiyip bitirmiştim," diye içimden geçiriyordum ki üç-beş karga ağacın içinden çıkıp ötedeki başka bir ağaca doğru uçtular. 

Dut ağacının bir özelliği, meyvelerinin diğer pek çok ağaçtan, örneğin elmadan, erikten, kayısıdan farklı olarak, aynı zamanda değil de bir süreç halinde, peyderpey olgunlaşıyor olması. Aynı dalda olgunlaşmış, olgunlaşmasına az kalmış, olgunlaşmamış ve henüz yeni tutmuş dutları bir arada görebiliyorsunuz. 

Hayatımda hiç dut ağacına konmuş bülbül görmediğim için "dut yemiş bülbüle dönmek" deyimini de uygulamalı olarak hiç görmüş değilim. Fakat dut yemiş karga görmüşlüğüm var artık. Gelgelelim bu kargalarda herhangi bir tuhaflık, anormallik gözlemlemediğimden dolayı "dut yemiş kargaya dönmek" gibi yepyeni bir deyim üretme şansını da en azından şimdilik yakalayamadım. Dedim ya, tek gördüğüm, bir ağaçtan kalkıp bir başkasına konduklarıydı ki bir karga için bu dünya gözüyle bundan daha doğal bir şey olamaz. 

Şimdi efendim, karga diyoruz, bu kuşları kimi zaman aşağılıyoruz, örneğin kötü sesli insanları betimlemek için "karga sesli" diyoruz, işte Ezop'un malum masalında tilkiye kolayca aldanan haline bakıp aptallığına gülüyoruz ediyoruz da bu adamlar sırf karga oldukları için bir konuda bizden daha şanslılar. Dut yeme konusunda. Yani şimdi bizler de karga olsaydık dilediğimiz daldaki bal gibi dutları zahmete girmeden yiyebilecektik. Bakın mesela, dut yemek için bahçeye girdiğimde ayakkabılarımın, hatta çoraplarımın içi kurumuş dikensi otlarla doluyor, daha sonra işin yoksa otur bunları çıkarmakla uğraş. Üstüne bir de boyuna yere düşmüş dutlara bastığım için ayakkabılarımın altlarıyla kenarları zırnık gibi oluyor, temizlemek için bir kutu ıslak mendil kullanmam gerekiyor. Yok yok, dalından dut yemek söz konusu oldu mu bu devirde en iyisi karga olmak, daha iyi bir seçenek bence yok. Demem o ki, sırf ayaklarıma doluşan otlardan motlardan ötürü de olsa artık o ağaçtan dut yememeye karar verdim bugün. Benim payımı kargalar yesin. Bu arada, ağaç kimin diye sorarsanız, sahibini uzaktan tanıyor olmakla birlikte, şu an metruk bir evin bahçesinde bulunuyor. Az kalsın unutuyordum, birkaç gündür aklımda olan bir şeyi bugün yaptım, bir sandalye götürüp üzerine basarak ağaca çıktım. Güya üst dallardaki olgunlaşmış dutları doyasıya yiyip inecektim. Umduğumu bulamadım. Alttaki dallardan pek de farkı yoktu üsttekilerin. Hatta öbürleri bunlardan iyiydi.

Öteden beri felsefe ve bilim camialarında dut yeme konusunda iki yaygın görüş vardır. Kızıl dutun daha lezzetli olduğunu savunan Yeni-Kantçılar'a Viyana Çevresi takipçileri ak dutun daha lezzetli olduğunu savunarak karşı çıkmışlardır. Daha sonra bazı postmodernistlerse bu iki görüşe de karşı çıkarak, şeftalinin, bilhassa gece yarısından sonra yenmek koşuluyla, kızıl duttan da ak duttan da çok daha lezzetli olduğunu ileri sürmüşlerdir. 

Geçen gün Herakleitos'un bir fragmanına rastladım bir kitapta, diyordu ki, "Dut'tuğunu ye, dut'amadığını kargalara bırak."
Sayfa başına git