29 Mart 2013

Aşk ve Seks

Kimileri, "Ne güzel, keşke bu an hiç bitmese, hep burada, bu güzel kumsalda uzanıp güneşlensek," dediler. Sonraki kavimler de adını aşk koydular bu isteklerinin.

Kimileriyse, "Bunca güneşlendik de ne oldu, hadi kalk denize girelim," diye tutturdular; bunun da adına seks dedi kadim medeniyetler.


Böylece devam etti gitti düzen.

Derdest Çağrışım (xv)

© Witold Krassowski

28 Mart 2013

Yazmak

via

Bunca insan bunca yazıyı niçin yazıyor, diye meraklandığım çoktur.

İlkbahar

İlkbahar bir bayram, bir uyanış, bir mucize, bir çılgınlık, olmayacak gibi duran bir şeyin oluşu, ilkbahar şu, ilkbahar bu… Kuş, papatya, gelincik, çayır, çimen, ağaç, çiçek, mimoza, zakkum, su sesi, hindiba, Çingene, kuzu… Klasik ilkbaharların içinde hepsi, hatta sülüğün bile yeri vardır. Unuttuklarım da çoktur a, en mühimi nisan, mayıs güneşi.
Sait Faik, Bir İlkbahar Hikâyesi.

27 Mart 2013

Köpeklik

Facebook arkadaşlarımdan gezgin fotoğrafçı Metin Denizmen'in tanık olduğu bir gündelik yaşam enstantanesi. Böylesi, ilk bakışta oldukça basit görünen ama basmakalıp yargılarımız üzerine düşünmemiz için bizi dürtükleyen olaylar azdır. 

Dalgalı denize doğru emekleyen bir bebek... Ne annesinin ne de kendisini izleyen diğer insanların akıl edemediğini küçük bir köpek akıl edebilmiş. Hayvanların sandığımız kadar hayvan, insanlarınsa sandığımız kadar insan olmayabileceğini her zaman söylemişimdir.


Bir Köpekliğin Ardından

Çarpıcı bir olay anlatacağım bugün. Anlatacaklarım, sadece beni sarsmamış olmalı ki; birlikte
tanık olduğumuz on kadar arkadaşın ötesinde, son anda deklanşörlere basarak ebedileştirdiğimiz bu enstantane paylaştığımız sosyal medya ortamlarında da ilgi ve şaşkınlıkla izlendi.

Fethiye ve civarında yaşama imkan ve şansını yakalamış herkes bilir, farklı bir coğrafyada hüküm sürmekte olduğunu. 3000 yıllık bir tarihin içinde süzülüp gelen, pek çok medeniyete mekan olmuş, şiir, müzik ve sanat tanrısı Apollon’un doğduğu ve hükmettiği topraklarda yaşamanın hazzı, kehanetin kol gezdiği coğrafyada dolaşmanın gizi sarıp sarmalar kadim Likya topraklarında insanoğlunu.

Köyceğiz’den Antalya’ya uzanan bu kadim uygarlık, 23 kent-devletten oluşan Likya Birliği’nden geriye kalan Xantos, Patara, Tlos, Myra, Olimpos ve Simena yerleşimleri ile tarihe, denize, maviye ve yeşile duyulan özlemleri gideriyor, hasretlere derman oluyor.

Fethiye ve çevresi, dağların babası Babadağ ile denizlerin anasının kucaklaştığı, Ege ve Akdeniz’in birleşip tek vücut olduğu, kumsallarında dinlendiği bir yeryüzü cenneti.
Fethiye’de bunca güzelliği paylaşmak amacı ile bir ara gelen doğa dostu yürüyüş severler, farklı gruplar içerisinde her hafta sonu antik coğrafyalarda, dağlarda, orman patikalarında yürür, tarih ve doğanın farkındalığı ile hemhal olurlar.

Geçtiğimiz Pazar günü, bu yürüyüş gruplarından Mortırnaklar ile antik Likya Yollarında idim, her zaman ki gibi. Kadim Likya patikalarını dolduran, baharın müjdecisi kır çiçekleri, kabartlağan soğanları ve hayat fışkıran sütleğenler eşliğinde keyifli bir yürüyüş sonrası Kabak Koyu’na inmiştik.

Kumanyalar açılmış, güneş altında parlayan Akdeniz’e nazır mükellef birer ziyafet olmuştu çıkınlarımızın içindekiler. Ardından gelen rehavetle uzanmış, kumsalda devrilip tükenen dalgaların, kumlar üzerindeki beyaz köpüklerini izliyordum. Az ileride, denize doğru ilerleyen bir şey dikkatimi çekti. Doğruldum, baktım; küçücük bir bebek, emekleyerek, beyaz dalgalara doğru ilerliyordu. Bir ara durdu, ışıl ışıl denize baktı ve minicik bedeninden beklenmeyecek bir hızda, dalgaların kırılarak oluşturduğu beyaz köpüklere ulaşıverdi bir anda.

© Yusuf Ceran

Önce gördüklerim hoşuma gitmişti. Yumurtadan çıkan Caretta yavrularının denize kavuşma özlemini hatırlatmıştı. Yanımdaki arkadaşlarım da fark etmiş şaşkınlıkla olan biteni izliyordu ve (ne hikmetse) hiçbir müdahale gelmemişti kimseden. O anda şimşek hızıyla bir karaltı kaydı kumdan denize doğru ve bebeğin denizle buluşacağı anda, önünü keserek durdurdu onu. Bir köpekti bu, tehlikeyi hissetmiş, annesinin dalgınlığından yararlanarak, üzerindeki giysilerle denize dalmak üzere olan bebeğin önüne geçerek durdurmuştu onu. Muhtemelen; King Charles Spaniel cinsi olan köpek, burnunu bebeğin burnuna dayamış, telaşlı havlıyor, yaramazlığından ötürü azarlıyordu açıkça.

Durumu fark eden annesi, kendini paralarcasına koştu, çocuğunun yanına neden sonra, köpek, yavruyu usulca annesine teslim etti ve ilerideki ağaçların gölgesine uzandı, hiçbir ödül, takdir beklemeden. Sonunda çözülüp, kendimize geldik bizler de.

Gözlerim doldu, insanları düşündüm, savaşları, cinayetleri, çirkin egoların emrindeki canavarları. Yalakaları, menfaat düşkünlerini, sahtekarları, birbirini boğazlamaktan zevk alan zavallı insanlığı düşündüm. Birkaç saniye içinde küçücük bir köpek, yazının icadından bu yana yazılmış tüm ahlak kitaplarından daha fazla bir ders vermişti bizlere, hem de farkında olmadan.

Tüm kitaplarımı yakmak istedim, tüm öğretileri paramparça etmek isteği uyandı içimde. Bir de, bu köpeğin ayakları dibinde bir gece geçirmek istedim, belki bana ve türdeşlerime bir hayvanın, bir köpeğin duyarlılığı bulaşır umuduyla.

Metin Denizmen

Tutsağıyız

İnsanlar Hayat'ın tutsağıdırlar. Ve bu tutsaklıktır, onların günlerini sefalet, umutsuzluk ve çöküntüyle, gecelerini de gözyaşı ve bunalımla dolduran.
Halil Cibran, Gece ile Sabah Arasında.

26 Mart 2013

Özgürlük

via

Gece yarısı olup da ruhlar saklandıkları yerlerden dışarı çıktıklarında, bir kadavra gördüm; dizlerinin üzerine çöküp aya bakarak yok olup gitmek üzere olan bir hortlak gördüm... Ona yaklaşıp, "Adın ne senin?" diye sordum. Dehşet saçan gölgesi iskeletin, "Adım Özgürlük benim," diye cevap verdi bana.

Halil Cibran, Gece ile Sabah Arasında


Güvercin

© Copyright

25 Mart 2013

Kravat

Keşke kravat da diğer pek çok aksesuar
 gibi kadınlara özgü olsaydı.
Ne güzel olurdu.
Kravat kadar saçma, kravat kadar gereksiz bir aksesuar var mıdır? Peki, kravatın ne işe yaradığını anlayabilmiş bir insan var mıdır yeryüzünde? İnsanın boynunu sıkan ilmikli bir halattan farkı nedir kravatın, var mı bu soruya esaslı bir yanıt verebilecek kimse?

Tarihte olabildiğince ilginç konular var. Gelgelelim, okullarda tarih adına insanlara öğretilen şeyler savaşlar ve anlaşmalardan ibaret. Çoğu da yalan dolan zaten. Geriye dönüp de öğrencilik yıllarımda bana öğretilenlere baktığımda, neredeyse tamamının yalan yanlış şeyler olduğunu görüyorum. Daha sonra, benim de şimdi yaptığım gibi, o eski yanlış bilgileri yenileriyle değiştirmek mümkün elbette ama olan geçip gitmiş zamana oluyor.

Kravatın ve daha pek çok başka işe yaramaz zımbırtının tarih boyunca nasıl bir seyir izlediğini, hangi aşamalardan geçip günümüze geldiğini merak edenler için de alternatif kitaplar var tabii. Ancak ben asıl, insanların neden tarih boyunca gereksiz şeylere ihtiyaç duyduğunu merak ediyorum. Bu, sanırım biraz da psikolojinin konusu. Mesela, altın, pırlanta falan takmak tam olarak ne anlama geliyor? Üstünde değerli bir maden taşıyan kişi kendisine bir değer eklendiğini varsayıyordur herhalde. Bu tür aksesuarların çıkış noktası burası olmalı. Bu da bizi aşağılık psikolojisine götürüyor. Kendisine dışarıdan bir değer ekleme ihtiyacı duyan bir kimse, kendisini yeterli derecede değerli görmüyordur mantıken.

Yüzük gibi, amacı bakımından mantıklı aksesuarlar da var elbette. Topluma, ben nişanlıyım/evliyim mesajı vermekte bir mantıksızlık görmüyorum ben. Yine saat, toka, eldiven, atkı, şapka gibi insanın işine yarar aksesuarlarda da mantığa ters gelen herhangi bir şey yok. Ama kravattı, fulardı, bilezikti, kolyeydi, küpeydi, kol düğmesiydi, broştu... bunlara, biraz derinden düşününce, insan bir anlam veremiyor.

Tabii şöyle bir durum da var, pek çok aksesuarın zaman içinde kullanım alanı da amacı da değişiyor. Belki bugün bize gayet saçma ve gereksiz görünen birtakım eşyalar geçmişte oldukça işlevseldi. Bu da alışkanlık denen mefhuma götürüyor bizi. Kişioğlu bir şeye alıştı mı, şuyuna buyuna bakmıyor. Doğduğumuz zaman anababamız ne yapıp ediyorsa sorgusuz sualsiz aynısını yapıp etmiyor muyuz biz de?

(Yine nereden girdin nereden çıktın be oğlum. Alt tarafı, takmaktan bıktığın kravat üstüne iki laf edecektin. İyisi mi kes burada, kes kes.)

24 Mart 2013

Marilyn Monroe ve Nietzsche

Geçen günkü yazı için Monroe ile Nietzsche'nin resimlerinden bir kolaj yapmıştım. Yaptıktan sonra gördüm ki, Monroe'nun yüzü fazlasıyla baskın. Hemencecik o olduğu anlaşılıyor, ama Nietzsche'yi tanımak için kolaja biraz dikkatli bakmak gerekiyor.

Şimdi işin yoksa gel çıkarımlarda bulun. Aşk felsefeye baskındır gibi ipe sapa gelmez bir iddiada mı bulunayım, ne yapayım?


Nietzsche, bir eli suratında, tam da bir filozof edasıyla düşünceye dalmış. Bize bakmıyor oluşu, ben sizden değilim, sürünüzden biri değilim, anlamına gelmiyorsa, hangi anlama geliyor? 


Monroe'nun ise bakışları büsbütün bize odaklanmış, üstelik de ağzı açık, kahkaha atıyor. Bunun da anlamı açık: Ben sizden biriyim, bakın bana, iyice bakın. Beni var eden sizsiniz, tabii ki sizden biriyim


Hakikat ise her zamanki gibi çok uzaklarda.

21 Mart 2013

Motion



Nevruz / Newroz

Grafik Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi sitesinden

Doğayı yeniden hayata getirdiği gibi, bu baharın, içinizdeki umudu, sevgiyi, hayalleri de yeşertmesini içtenlikle dilerim. Gönlünüzdeki baharın hiç bitmemesi dileğiyle, baharın bayramı Nevruz kutlu olsun!

Hêvîdar im ku ev bihara rengîn, çawa ku xwezayê vedijîne, di dilê we de jî çiqas xêr û xweşî, daxwaz û hêvî hebin bila wan jî vejîne. Newroz'a we, cejn û şahiya we ya biharê bi can û dil pîroz dikim.

20 Mart 2013

Marilyn Monroe, Nietzsche ve Cemal Süreya

Kafede oturuyordum. Bir dergi ilişti gözüme. Aldım, çevirdim sayfalarını. Cemal Süreya'nın Göçebe şiirini gördüm. Daha önce de okumuştum Göçebe'yi, o zaman,
          
        Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
          Yalnızlığın başkenti orası

dizeleri kalmıştı aklımda. Hatta akşam eve gelip kitabını açıp şiiri bir daha okuyunca, bu dizelerin altını çizmiş olduğumu gördüm. Daha önceki okuyuşumda, ki dört yıl önceydi, şu dizeler nasıl olmuş da dikkatimi çekmemiş veya çekmiş de ben mi şimdi anımsamıyorum, doğrusu bilmiyorum:


       Yanımdaki hep bir gazetede Marilyn Monroe'nun resimlerine bakıyor

          Marilyn Monroe öldü diyorum ona
          Ölümü siyah bir kâkül gibi alnına düşürmesini bildi
          Şimdiyse Cennette Nietzsche'nin metresi olması gerekir

Bu dizeleri okur okumaz aklıma şunlar düştü: Marilyn Monroe'yu Cennette Nietzsche'nin metresi yapabilmek için önce Cemal Süreya olmak gerekir.


Hiç kimsenin dikkatini, en azından ilk okuyuşta, çekmeyecek olan şey şudur belki de:
Cemal Süreya hem Nietzsche'yi hem de Marilyn Monroe'yu cennete göndermiştir.

19 Mart 2013

Enfes



Blogdaşlardan Tankut Yıldız facebook'ta paylaşmış, "resmen kimse çalamasın diye bestelemiş Bazzini. Itzhak Perlman'ı hesap edememiş tabi o zamanlar," diye de eklemiş.

Enüstüsü

18 Mart 2013

Sen var ya sen


Düşündüm de, böylesi bir şaheser bu kadar kısa sürmemeliydi.
Kendimi tutamadım devamını yazdım, ne yapayım.


Musluktaki suyumsun
Sudaki formülümsün
Formüldeki kimyamsın
Kimyadaki fiziğimsin
Fizikteki Aynştaynımsın
Aynştayndaki bilimimsin

Masadaki örtümsün

Örtüdeki çiçeğimsin
Çiçekteki arımsın
Arıdaki balımsın
Baldaki sahtemsin

Sofradaki çatalımsın
Yazıcıdaki kartuşumsun
Kartuştaki mürekkebimsin
PC'deki işletim sistemimsin
Tuvaletteki kağıdımsın


Bayideki gazetemsin
Elimdeki çantamsın
Çantadaki kalemimsin
Kalemdeki ucumsun
Uçtaki sıfır yedimsin
Kandaki grubumsun
Sıfır eraş negatifimsin
Yoldaki asfaltımsın
Asfalttaki çizgimsin
Çizgideki doğrumsun
Doğrudaki yanlışımsın
Boyundaki kravatımsın
Kravattaki desenimsin

Sen var ya sen
...
(Anladın sen onu)

17 Mart 2013

Masamın Üstü

İnsanın masasın üstü kafasının içi gibidir. Gibisi fazla hatta, kafasının içidir bildiğin. Bir kimsenin kafası karışık mı, bulanık mı, dağınık mı, yoksa düzenli mi, özenli mi, derli toplu mu, bilmek istiyorsanız, ya sürekli kullandığı çantasının içine bakacaksınız ya da masasının üstüne. Masasının üstü daha sağlam sonuçlar verir ama.

Büyütmek için üstüne tık
























1. Ablamın hediyesi, yoldaşım, emektar bilgisayarım,
2. Modemi tutturmak için kürdan kutusu,
3. Modem,
4. Kartuşu kendisinden daha pahalı mürekkepli yazıcım,
5. İçinde yok yok kalemliğim,
6. Bloknot,
7. Bilgisayar temizleme şeysi,
8. Cebimden çıkmış bir dünya kağıt mağıt,
9. Kulaklığım,
10. Telefonum,
11. Diğer telefonum,
12. Farem,
13. Siyah pilot kalemim,
14. Okunup tasnif edilmeyi bekleyen sürüyle kağıt,
15. En az 5 yıldır kullandığım sarı kalemim, yapıştırıcı vs.,
16. Lamba,
17. Duvara çakılmayı bekleyen saat,
18. "Kırmızı" dosyam,
19. İçinde her bir şeyi barındıran poşet,
20. Küçük bel çantam,
21. İçinde her bir şeyi barındıran bir diğer poşet,
22. Okul dosyam,
23. Gözlük mendilim,
24. Büyük atlasım,
25. Tam 12 yıldır kullandığım diğer dosyam,
26. Masayla beraber tüm bu yükü çeken perdeden bozma masa örtüsü (bozma mozma değil, bildiğin perde).

16 Mart 2013

Şemsiye

© Caras Ionut
Şems, Arapça güneş demek olunca, şemsiye de güneşlik oluyor doğal olarak.

Biz bugün şemsiyeyi güneşten değil yağmurdan korunmak için kullanıyoruz. Arapların bu alete neden yağmurluk değil de güneşlik dedikleri son derece açık. Arapların yaşadığı çöllerde yağmur ne gezsin? Güneşse iste istediğin kadar, kızartıcı, kavurucu, her türlüsü var.

Yenice öğrendim, Latince umbra, gölge, gölgelik demekmiş. Dolayısıyla, İngilizceye de geçmiş olan umbrella da hemen hemen şemsiye ile aynı anlama geliyor: güneşlik, güneşten koruyan şey.

Arapları anladık; icatlar ihtiyaçtan doğar. Güneş onları bir güneşlik bulmaya itmiş besbelli. Peki ya Avrupalılar niye buna güneşlik demiş olabilirler? Avrupanın güneşi Araplarınki kadar cömert değildir. Akdeniz kıyılarını katma, Avrupa'ya soğuk bir coğrafya bile denebilir rahatlıkla. Ha, Latium bölgesi de Akdeniz'in kıyısındaydı, Latinler de biraz "sıcakkanlı" insanlar olmuş olabilirler, eyvallah, ama yine de onları bir parasol bulmaya itecek kadar rahatsız edici bir güneşlerinin olduğunu sanmıyorum. Belki onlara da dışarıdan gelmiştir, olabilir mi? Nasıl ki bize Arapçadan gelmiş, onlara da oradan gelmiş olabilir ve bunu kendi dillerine çevirmiş olabilirler. Düşün dur...

15 Mart 2013

Doğruya Doğru

"Bilen bilir, Türkiye daima teyakkuz halinde bir ülkedir. Felaket ve şölen yan yanadır. Düğünden cenazeye, cenazeden mitinge, mitingten meyhaneye, meyhaneden hayale gidilir. Tekdüzelik neredeyse imkansızdır." 
Sema Kaygusuz

14 Mart 2013

30

Yıl 1983. Ovasına bahar gelmiş memleketimin. Sabahın mutlak gücü gecenin karanlığıyla amansız bir çatışma içinde. İki odalı, toprak damlı, dikdörtgen biçimli evin soldaki penceresinden loş bir ışık hafifçe dışarı taşıyor. Odada ufak bir telaş var. Köşede, biri beş, diğeri iki yaşlarında iki küçücük kız, yere yan yana serilmiş kendileri kadar küçük yataklarında hiçbir şeyden habersiz derin bir uykudalar.

Baba bu geceyi diğer odada yalnız geçiriyor. Yatağında. Uyanık. Kim bilir aklından neler geçiyor? Diğer odadan gelen sesleri işitiyor. Arada kapı açılıp kapanıyor.

Anne kızıl saçlı, zayıf bir kadın. 28'inde. Yatağında acılar içinde. Etrafında birkaç komşu kadın. Biri oturmuş baş ucunda, diğerleri Fatma Ebe'nin talimatlarını yerine getirmekle meşgul. Fatma Ebe mahallenin yaşlı kadını. Ekibin başında o var. Didiniyorlar. Bu ufacık odada olup bitenlerden başkaca kimsenin haberi yok. Herkes uykusunda. Biraz sonra teker teker bitiverecek rüyaların son demleri yaşanıyor. Gece, güneşi hapsettiği yerde daha fazla tutamayacak gibi. Hani taş çatlasa bir saat. Bir horoz sabırsızlanıyor ve Gün'ün bu mücadeleyi kazanacağından emin, Romalı bir lejyoner edasıyla peşinen zafer ilan ediyor. Sesi kümesin taş duvarlarını delip geçiyor.

Kadının sancıları önce git gide artıyor ama sonra biraz rahatlar gibi oluyor. Sancıları hafifliyor. Gözünü ampulün cılız ışığına dikiyor. Herkes susup ona bakıyor. Kulaklar tetikte, Fatma Ana'nın söyleyeceği en ufak bir sözde. Suskunluk uzun sürmüyor, sancılar tekrar artıyor. Fatma Ana davranıyor. Komşu kadın Hediye elini kavrıyor kadının. Ortalık birden hareketleniyor. Neden sonra bir cıyaklama horozun fondaki sesine karışıyor.


Söylemesi ne kadar kolay: 30.
İnsan, aslında çokça garipsenmesi gereken bir varlık. Her şeyi bildiğini sanıyor ama işin özünde hiçbir şeyin farkında değil.

Geriye dönüp baktığında, geçip giden zaman gözüne olabildiğince az, olabildiğince değersiz görünür. Ama yüzünü gelecek zamana diktiğinde uzuuun, upuzun yıllar varmış gibi görünür gözüne. Yele verip harcadığın zaman, misal, bir 30 yılsa eğer, bir sonraki 30'a kadar dünyaca zaman var sanırsın. Halbuki, (bu halbuki'yi de ne kadar severim, bilemezsiniz), geçip giden 30 ne kadar çabuk geçtiyse, gelecek 30 da o hızla geçip gidecek.

Tam 30'unda durup önüne ve arkana bakarsın. Arkandaki su gibi akıp geçmiştir. Önündeyse sonsuzluk var sanırsın.

Sonsuzluk.

13 Mart 2013

Öküzün trene...

Dideden adlı blogdaş, "Öküzün trene baktığı gibi bakmak" sözünün kökenini merak edip üstüne bir şeyler yazmış. Bizi de severek takip ettiğini dile getirmiş, sağ olsun. Eh, madem konu açıldı, ben de üstüne bir iki söz edeyim dedim.

Şimdi efendim, peşinen şunu söyleyeyim, öküzün trene bakması ne sevgisindendir ne de merakından. Öküz treni niye sevsin, değil mi? Ne diyordu Herakleitos: "Mutluluk bedensel hazlardan kaynaklanmış olsaydı, öküzler yemek için burçak bulduklarında onlara mutlu varlıklar derdik." Buradan, öküzlerin burçağı çok sevdiğini anlıyoruz. Nasıl sevmesin, niye biz insanlar pirzola seviyoruz da niye öküzler burçak sevmesin? Burçak tamam, ama tren de neyin nesi? Demirden kocaman garip bir icat. Öküzün sevgisine mazhar olmak için hiçbir nedeni yok.


Öküz trene merakından da bakıyor olamaz kanımca. Hadi ilk gördüğünde meraklansın baksın, ama her gün her gün meraklanıp bakacağını hiç sanmıyorum. Merak dediğin bir-iki günde geçer gider çünkü. Hem, bir kere bakmayla adının çıkmış olacağını sanmıyorum. Yüzlerce, hatta binlerce kez bakmış olmalı ki adı deyimlere, belki atasözlerine karışmış.


Peki, o vakit öküz trene niye bakıyor olabilir? Nedir adına deyimler türetmiş olan bu bakışların nedeni? Ali Püsküllüoğlu'nun Deyimler Sözlüğü'ne baktım, "Öküz trene bakar gibi bakmak" maddesi, "Hiçbir şey anlamadan bön bön bakmak," diye açıklanmış. İşte, bana sorarsanız işin çıkış noktası da burası.



Her şey bakışlarda gizli. Öküz trene ne sevgisinden ne de merakından, fakat kininden, garezinden dolayı bakar. Haliyle soracaksınız, neden kin gütsün ki öküz trene? Neden gütmesin ki efendim? İnsanoğlunun şu yeryüzünde icat ettiği ilk taşıt neydi? Tabii ki öküz arabası. Peki, ondan sonra? Tabii ki tren. Ee, şimdi biri kalkıp gelsin ve senin beş bin yıldır yaptığın işi elinden alsın, kin gütmezsin de ne edersin? Şimdi sizlere yıllar önce bu konuda rüyamda ulu bir zattan dinlediğim bir mesel anlatmak istiyorum izninizle. Dinlediğimde ilkin herhalde uyduruyor diye geçirdim içimden. Ama sonraları düşününce epey mantıklı geldi.


via
Rivayete göre bir gün İngiltere'nin orta bölgelerinden birinde, bir öküz kendi halinde otlamaktaydı. Birdenbire uzaktan duyulan tiz bir sesle irkildi. Baktı, ufuktan kocaman bir kütle hızla yaklaşmakta. Olabildiğince şaşırdı. Hiçbir anlam veremedi olup bitene. Ömründe ilk defa böyle bir şey görüyordu.

Birkaç aydır yakınlarda bazı adamlar bir şeyler yapıyordu ya, nedenini bir türlü anlayamamıştı. Anlamaya da gerek yoktu zaten. Ona neydi kimin ne yaptığından. O adamlar aylar sonra çekip gittiklerinde, arkalarından, otlağı ikiye bölüp geçen, yan yana göz alabildiğine uzanan iki demir bırakmışlardı. İşte şimdi bu kocaman garip şey bu iki demirin üzerinde gitmekteydi.


O garip şey geçip gittikten, gözden kaybolduktan sonra bir düşüncedir aldı öküzü. Ne olabilirdi bu? Ömrü hayatında o kadar çok şey görmüştü de, böylesini ne görmüş ne duymuştu. Akşamı bekledi. Akşam ahırda arkadaşına anlattı meseleyi ama o da bir şey çıkaramadı. Ertesi gün oraya beraber gitmeye karar verdiler. Belki birlikte görünce o garip şey hakkında bir fikir yürütebilirlerdi.


Sabah oldu. Sahipleri onları ahırdan salınca öküzler kahvaltı etmek üzere otlağın yolunu tuttular. İş mevsimi de değildi, bu yüzden bol bol gezip otluyorlardı. Öğleden sonraydı. Otlamakla meşguldüler. Birden yabancı bir ses duyarak irkildiler. Öküzlerden biri diğerine, "İşte buydu, evet, işte bu!" dedi heyecanla. O garip şey bu kez ters yönden geliyordu. Her iki öküz de gözden kaybolup gidene dek göz kırpmadan o şeye baktılar. Daha sonra da oturup uzun uzun düşünmeye, tartışmaya başladılar. Canlı desen değil, cansız desen değildi, ne olabilirdi ki bu garip şey? Baktılar merak onları öldürecek, sahiplerine sormaya karar verdiler.


Akşam adam onları almaya geldiğinde hemen meseleyi açtılar. Adam durdu, öküzlerinin yüzüne baktı ve bir kahkaha patlattı: "Yahu, ona tren diyorlar. İnsanoğlu çok ilerledi, medeniyetimiz büyük gelişmeler kaydetmekte. O gördüğünüz tıpkı sizin arabanız gibi bir taşıt, ama arabanızla kıyasladığıma bakmayın, öyle böyle değil, çok uzun mesafeleri çok kısa sürede katediyor. Yakında çağ atlayacağız, hatta atladık bile." Öküzler sahiplerinin bu söyledikleri üzerine durup yüzüne baktılar. Hiçbir şey diyemediler.


O gün akşam ahıra gittiklerinde ikisinin de yüzünden düşen bin parçaydı. Gece boyunca gözlerini uyku tutmadı. Önce birkaç saat hiç konuşmadan düşüncelere daldılar. Gece yarısından sonra ise konu üzerine uzun uzun konuştular, sabah olup da ortalık aydınlandığında hâlâ bitmemişti konuşmaları.


Peki, neydi öküzleri bu denli düşünceye sevk eden? Ne olacak, yukarıda da söyledim, pabuçlarının dama atılacağını sezmişlerdi oracıkta. Düşüncelere dalmayacaklardı da ne yapacaklardı? Nitekim o iki öküzün orada gördükleri kısa zamanda bütün Britanya'ya, oradan Avrupa'ya, oradan da dünyaya yayıldı. Artık öküzler için bu dünya, içinde karamsarlıktan, umutsuzluktan, kederden başkaca bir şey olmayan bir yer haline geldi.


Uzatmayalım, yeryüzünün bütün öküzleri, oldukça haklı bir nedenden ötürü, o günden sonra tren denen o canavara düşman kesildi. İşte, o gün bugündür dünyanın neresinde olursa olsun, bir öküz bir tren gördüğünde, atalarından devraldığı genetik bir mirasla içindeki kini bakışlarıyla çıkarıp orta yere serer. Ne yapsın garibim?

12 Mart 2013

Satranç

Stefan Zweig'ın Satranç'ı, eğer doğru hatırlıyorsam, beş yıldır okunacaklar listemdeydi. Listem dediğime bakmayın, nereden baksan on tane okunacaklar listem var. Cebimdeki not defterimde, diğer defterlerimde, bilgisayarımda vs. En hacimli okunacaklar listesiyse kafamda. İçinde kaç tane kitap olduğunu bile bilmiyorum. İşte, Satranç da kafamda duruyordu kaç yıldır. Geçenlerde bir kitabevinde rastladım, zamanı geldi, dedim ve alıp okudum.

Çarpıcı bir kitap olduğunu söylemeliyim. İş Bankası Kültür Yayınları, kitabı "Modern Klasikler" dizisinde yayımlamış. Gerçekten de klasik denilen kitaplar o unvanı fazlasıyla hak ediyor. Sen nedenini anlamasan bile bir biçimde seni etkiliyor klasik kitap. Tıpkı, benim niye bu kitabı bu kadar sevdiğimi anlamadığım gibi.


Satranç, üç tane kahraman, birkaç tane de figürandan ibaret. Yer ise Kuzey Amerika'dan Güney Amerika'ya yol almakta olan bir gemi. Kahramanlardan biri anlatıcı. Pek de dikkat çekmeyen biri, yazar ona fazla yüklenmemiş. Diğer ikisi ise, yetim bir çocukluk döneminden sonra dünya satranç şampiyonu olmuş Mirko Czentovic ile Dr. B. adlı esrarengiz bir adam.


Romanın bu üç kahramanı arasında gemide oynanan bir satranç oyunu sırasında, Czentovic ve Dr. B.'nin öykülerini öğreniyoruz. Bana kalırsa, esas ilginç olan da bu öyküler. Olağanüstü diyebileceğimiz iki yaşam öyküsü. Czentovic, çocuk yaşta kimsesiz kalınca köyün rahibi acıyarak onu yanına alır. Oldukça sakin ve sessiz bir çocuktur. Olabildiğince de uysal. Mankafa değildir ama öğrenme güçlüğü de dikkat çekici özelliklerinden biridir. Söyleneni yapar, yerine oturur. Etliye sütlüye dokunmaz. İşte böyle bir çocuğun, bir gün rastlantıyla bir yeteneği keşfedilir. Çocuk, rahibin evinde düzenlenen satranç gecelerinde, oradakiler onun varlığının farkında bile değilken, oyunları izleye izleye satranç ustası olmuştur.


Bir akşam rahiple başçavuş, yine rahibin evinde oturmuş satranç oynamaktadırlar. Köylünün biri gelip ölmekte olan annesini kutsaması için rahibi çağırır. İşte bu, gariban yetim Mirko Czentovic'in öyküsünün de başladığı noktadır:

"E, oyunu bitirmek ister misin bakalım?" diye alay etmişti [başçavuş]; uykulu oğlanın tahtadaki tek bir taşın bile nasıl doğru hareket ettirileceğini bilmediğinden kesinlikle emindi. Oğlan, ürkek bir ifadeyle bakışlarını kaldırmış, sonra başını evet anlamında sallamış ve rahibin yerine oturmuştu. On dört hamle sonra başçavuş yenilmişti, ayrıca yenilgisine herhangi bir yanlış hamlenin yol açmadığını da itiraf etmek zorunda kalmıştı. İkinci partinin sonu da farklı olmamıştı.
Dr. B.'nin öyküsü Czentovic'inkinden de ilginç. Yalnız ilginç de değil, olabildiğince düşündürücü. Dr. B. Avusturyalı bir entelektüeldir. Almanya'da iktidara gelen Naziler pek çok insanı toplama kamplarına gönderdiklerinde, onun gibi düşünen adamlara da çok farklı bir işkence yöntemi uygularlar. Bilinen işkence yöntemlerinden çok, psikolojik işkence yaparlar. Dr. B.'yi içinde hiçbir şey olmayan bir odaya kapatırlar. Sorguya götürüldüğü günleri saymazsak, yemeğini getirip götüren adam dışında tek bir insanı bile görmesine izin yoktur. Bu bir yana, hiç kimseyle konuşması da mümkün değildir. Ayrıca, bir entelektüele verilebilecek belki de en ağır ceza olan kitap okumama cezası da verilir. Kendisine ne bir kitap verilir, ne kalem, ne de defter. Kısacası, kapatıldığı odada, bir otel odasıdır bu, kendinden başka hiçbir şey yoktur.


© Copyright  












Dr. B., bir gün sorguya götürüldüğünde, sorgu odasına alınmayı beklerken, ki bu bekleyiş de işkencenin bir parçasıdır, duvarda asılı olan bir paltonun cebinde kitaba benzer bir şey olduğunu fark eder ve inanılmaz derecede heyecanlanır. O şey gerçekten de kitaptır ve Dr. B., onu çalmaya karar verir. Düşündüğünü de yapar. Bundan sonra artık hücresinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.


Dr. B., sorgudan hücresine döndüğünde o kadar heyecanlıdır ki, kitabı hemen açıp bakamaz. Ama daha sonra baktığında, gördüğü karşısında hayal kırıklığına uğrar. Çünkü kitap, içinde önceden oynanmış 150 oyun olan bir satranç kitabıdır. Gelgelelim, bu bile onun bu psikolojik işkenceyle geçen hayatını büsbütün değiştirecektir. Dr. B., kendini kitaba verir. Öyleki, her gün kitaptaki oyunları karşısında biri varmışçasına oynar. Kendisi iki kişiliğe bürünüp oynar. Ve bir zaman gelir ki, tam anlamıyla ustalaşır.


İşte, bir gün, romanın üç kahramanı; anlatıcı, Czentovic ve Dr. B., tesadüf eseri bir gemide karşılaşırlar. Gemideki bir zengin, dünya satranç şampiyonunun da orada olduğunu duyunca onu satranç oynamaya davet eder. Czentovic, kontratı gereği yalnızca para karşılığı oynamaktadır. Böyle olunca, zengin adam parayı verecektir, asıl oyunu da anlatıcı oynayacaktır. Anlaşma yapılır ve sonunda oyun başlar.


Oyunun ortalarında, gidişat Czentovic'in lehineyken, izleyici olarak orada bulunan yolculardan biri, anlatıcı ve diğerleri lehine oyuna müdahale eder. O olmasa oyunu kaybedeceklerdir. Onun yardımıyla oyun berabere biter. Gururuna yediremeyen Czentovic adamın kendisini oyuna davet eder. Adam da mecburen kabul eder, oynarlar ve Czentovic, Avrupa'dan Amerika'ya, dünyada kimsenin bileğini bükemediği satranç şampiyonu yenilir. İşin ilginç yanı, kendisini yenen adam, 25 yıldır bir satranç taşına dahi elini sürmediğini iddia etmektedir. Bu kişi, tahmin edileceği gibi Dr. B.'dir.


Fazla anlatmayayım, (nesini anlatmayacaksın oğlum, her bir şeyi anlattın işte), yukarıda da söylediğim gibi, uzun bir aradan sonra beni çarpan bir kitap okumuş oldum. Özellikle son dönemde Vergilius'un Ölümü'nü çevirdikten sonra, artık Almanca denince Türkiye'de akla gelen ilk isim olan Ahmet Cemal'in çevirisi ve önsözü de atlanmaması gereken iki nokta.


Bir zamanlar, önemli önemsiz, okuduğum her kitap üzerine burada bir şeyler yazıyordum. Sonra nedense vazgeçtim. Okuduğum çok az kitap hakkında yazıyordum son üç-dört yıldır. Bunu yazmam da iyi oldu bir yerde. 


Keyifli okumalar dilerim sizlere.

11 Mart 2013

Derdest Çağrışım (xiv)

via

Büyüklük

Bu dünyada bir zamanlar bir Rembrandt'ın, bir Beethoven'in, bir Dante'nin, bir Napoléon'un yaşadığı hakkında en ufak bilgisi bulunmayan birinin kendini büyük bir insan sayması son derece kolay değil midir?
Stefan Zweig, Satranç.

10 Mart 2013

Marş marş!



Gençlik Marşı diye bildiğimiz marşın asıl adı "Şakıyan Üç Genç Kız" anlamına gelen Tre Trallade Jantor'muş. Sahibi İsveçli Felix Körling.

İlkin internet balonu sandım, malum internette o kadar balon var ki, neyin doğru neyin yanlış olduğu artık belli değil. Allah'tan, elimin altında Kudret Emiroğlu'nun Gündelik Hayatımızın Tarihi adlı pek sevdiğim kitabı var. Baktım, sahiden de doğruymuş. Ali Ulvi Elöne Türkçeleştirmiş, ilk olarak da 1916'da Selim Sırrı Tarcan tarafından Kadıköy İttihat Spor Çayırı'nda söyletilmiş.

7 Mart 2013

Coğrafi Keşifler

Amerika Başkanı Obama ile
İngiltere Başbakanı Cameron
(Bu resme bakınca aklıma Coğrafi Keşifler geliyor.)

Zamanın birinde Avrupa'dan Hindistan'a karadan varan yollar Müslümanların elindeydi. Avrupalılar Müslümanların köyünden geçince, Müslüman çocuklar çıkıp onlara taş atıyordu. Onlar da ne yapsın, Hindistan'a denizden varacak yollar aramaya başladılar. İspanyol ve Portekizliler bu uğurda, tabiri caizse, kendilerini yırttılar. Hindistan'da ne işleri vardı, otursalardı ya oturdukları yerde, demeyeceksiniz, değil mi? Kıyafet ipekten yapılıyordu, e ipek de Hint diyarından geliyordu. Ne yapsalardı yani, çıplak mı dolaşsalardı. Hem sonra tuz, baharat falan...

Bir gün, Kıristofır Kolombus adında bir denizci, yanına yüze yakın adamını aldı, üç gemiye bindirdi, kendisi de amiral gemisine bindi, Aragonlu Fernando ile Kastilyalı İzabel limandan kendisine el sallarken, o da onlara, "iyi sevişin ha," anlamında, eliyle öpücük yolladı ve yola çıktı. (Fernando'yla İzabel'in kendisini uğurladıktan sonra derhal saraylarına gidip çılgınlar gibi sevişeceklerini çok iyi biliyordu çünkü).

Kolombus'un amacı Hindistan yolunu bulmaktı haliyle. Dünyanın yuvarlak olduğunu öğrenmişlerdi ya, sürekli batıya gidersek doğuya varırız, diyorlardı. Tıpkı, sürekli yanlış yapan insanın bir gün doğruya varması gibi.

Az gitti uz gitti, nihayet bir gün karayı gördü. Gemilerini yanaştırdı, indi ve, "gözünüz aydın arkadaşlar, Hindistan'ı bulduk," diye sevinçle bağırdı. Bu mutlu haberi Fernando ile İzabel'e de vermek için telefonunu çıkardı ama şarjı bitmişti. Yardımcısı Alfonso hemen kendi telefonunun bataryasını çıkarıp ona verdi. Kolombus taktı bataryayı, telefonu açtı ama şansa bak, kontörü de bitmişti. Doğudan sürekli batıya geldikleri için burası Hindistan'ın batısı oluyordu doğal olarak. Bundan ötürü, büyük bir alçak gönüllülük örneği göstererek buraya kendi adını vermek yerine, Batı Hint Adaları dedi. Onun adını da daha sonra Kolombiya'ya verdiler.

Efendim, uzatmayalım... (Niye bu kadar uzatıyorum sahi? Anlatacağım mesele bu değil ki. Obama'yla Cameron'ın ne işi var yukarıda?)

İspanyol ve Portekizliler, dedik, kendilerini yırttılar, Hindistan yolunu bulalım derken gidip Amerikaları buldular... Sonra ne mi oldu? İngilizler işin kaymağını yediler. "Ulan oğlum," dediler, "siz zaten Amerika'yı neyim aramıyordunuz, Hindistan yoluysa alın size Hindistan yolu, verin bize de Amerika'yı." (Hindistan yolunu vermesine verdiler ama Hindistan'ın kendisini de yine kendilerine almışlardı. Durum sonraları anlaşıldığında iş işten geçmişti. İspanyollarla Portekizlilere kala kala Amerika'nın güneyi kaldı. Onu da Tordesillas'ta oturup kardeş payı yaptılar.)

Neyse efendim, İngilizler İspanyollarla Portekizlileri kazıklayıp Amerika'yı onlardan alınca derhal sandıklarını toplayıp gemilerine atladılar ve ver elini Amerika.

Amerika iyi memleketti, güzel memleketti de, çalışacak kimse yoktu. Kendilerinin çalışacak hali yoktu, tatile gelmişlerdi bir yerde. Yerli Kızılderililer de ne inatçı adamlardı öyle, çalışmak bir yana, "bakın, size insan gibi gidin, diyoruz. Defolup gitmezseniz topraklarımızdan, ananızın amına koyarız. Demedi demeyin," diye çıkıştılar İngilizlere. İngilizler tınlamadılar tabii, "anamızın amı mı, istediğiniz o olsun, yeter ki bu cennet topraklarda fazla bağırıp başımızı ağrıtmayın," diye karşılık verdiler.

Baktılar ki olacak gibi değil, sabahtan akşama kadar, yemekti, bulaşıktı, çamaşırdı, bir sürü iş birikiyor, bari başka bir çare bulalım, dediler. Çok sürmeden çareyi de buldular. Yaşlıca bir İngiliz, bir gün sabah yanına beş-altı adamını alarak gemisine atlayıp Afrika'ya gitti. Akşam döndüğünde ahali geminin tıka basa insan dolu olduğunu gördü. Yalnız, bu insanlar biraz farklıydı, kapkaraydı tenleri. Onları getirmiş olan yaşlı kurnaz gemici, geminin güvertesine çıkarak, "dostlarım, bunlara köle deniyor, artık bütün işlerimizi bu arkadaşlar canla başla yapacak," diye bağırdı. Görmüş geçirmiş başka bir yaşlı adam da içinden, "ne kölesi yahu, benim bildiğim bunlara zenci deniyor," dedi.

İşte o gün Afrika'ya gidip gelen yaşlı kurnaz gemicinin mürettebatından biri Cameron'ın dedesiydi, soyadından dolayı "Kemo" diyorlardı ona. Gemideki yüzlerce Afrikalı köleden biri de Obama'nın dedesiydi, onun ne bir adı vardı, ne de lakabı. Torununun Kemo'nun torunuyla masa tenisi oynadığını görse, kim bilir neler geçerdi içinden.

Buna ne başlık atılır ki?

Halife pek şanslıymış.

6 Mart 2013

Sığırcık

Dün sınıfta pencerenin yanındaki masada oturmuşken, baktım dışarıdan bir kuş gelip pencereye kondu. Bir sığırcık. Ürkek bakışlarla camın ardını, içeriyi süzdü. Yiyecek arıyor gibiydi. Bir önceki gün güpgüneşli bir bahar havası varken, dün oldukça soğuktu, üstelik de kar yağıyordu. Gagasında buz vardı kuşcağızın. Herhalde karın içinden bir şeyler yemeye çalışırken gagasına bulaşan kar donuvermişti. Fotoğrafını çekmek istedim, fotoğraf makinesi yanımda değildi. Biz insanlar da ne garip şeyleriz böyle. Bazen kendimi ayıplıyorum da. Hayvancık açken, en azından ben öyle olduğunu düşünüyorken, fotoğrafını çekmek de pek insanca bir davranış değil doğrusu. İyi ki makinem yanımda değil, dedim sonra.

Doğanın bazı gelenekleri vardır. Bizim aklımızın almakta zorlanacağı türden gelenekler. Bir kere bunlar hiç mi hiç şaşmıyor. Binlerce yıl durmadan, değişmeden sürüyor. Biz insanlar, özellikle de bugün artık işi iyice zıvanadan çıkarmış, on yılda bir bile gelenek-görenek değiştirirken, doğa kendi kanununu binlerce yıldır sürdürüyor. İşte bu göçmen sığırcık kuşları. Kendimi bildim bileli aynı vakitte geliyorlar memlekete. Kaldı ki, benim daha yaşım ne başım ne, babamdan dinlerdim çocukken, o da kendini bildi bileli böyleymiş. Bu yıl geçen yıla göre hava sıcak, soğuk; dinlemiyor doğa, kendi kuralından, yasasından vazgeçmiyor.

Sözü dolandırmayayım, pencerede sığırcığı görünce içimi bir sevinç kapladı. Dışarıdaki, neredeyse fırtınaya çevirecek havanın korkutmasına aldırmamamızı, baharın kapıda olduğunu müjdelemeye gelmişti. Ben çocukken de kış boyunca evde iyice sıkılır, bahar gelince inanılmaz denli mutlu olurdum. Her baharı bize haber vermeye gelen de işte bu sığırcık kuşları olurdu. Çünkü her zaman ilk onlar gelir. Hayal meyal hatırlıyorum, en çok üç yaşında olmalıyım, annem beni kucağında pencereye götürüp dışarıdaki elektrik tellerine konan sığırcıkları göstermiş ve bahar geldi, demişti.

Bugün de bahar geldi. Nice baharlara...

5 Mart 2013

Öküz, Eşek, İnsan

A bove ante, ab asino retro, a stulto undique caveto. 
Hayatımda en sevdiğim üç beş sözden biridir bu. Latince bir atasözü. Anlamı, 
"Öküzün önünde, eşeğin arkasında, ahmağın her tarafında dikkatli ol." 

Kolay kolay atasözü olunmuyor tabii. Yüzlerce yıllık tecrübe gerekiyor bir sözün atasözü olması için. Değişik zamanların, değişik insan kuşaklarının yaşam deneyimlerinden damıtılıp gelen sözlere atasözü diyoruz. Her atasözü içinde bir hikmet barındırır. Barındırmıyorsa tutup atın, atasözü değildir o.

Öküzün önünde durulmaz.
Durulursa öküz başıyla bir toslar,
kişi kendini yıldızlarda sanır. 
Eşeğin de arkasında durulmaz.
Durulursa eşek ayağıyla bir çifte atar,
kişi kendini bulutlarda bulur.

Eskiler bazı konularda kesinlikle bizden daha çok şey biliyorlardı. Öküzün önünde durma, eşeğin arkasından yürüme, derken, bizim duyabildiğimizden çok daha fazla şey söylüyorlardı.

Öküzle eşeğin hiç olmazsa ne yapacağı bellidir.
Ama insan, bir kere ahmak olmaya görsün,
ne zaman, nerede, nasıl, ne yapacağı yazık ki kestirilemiyor.
Bundandır ki, adam bin yıl öncesinden bizi uyarmış:
Ahmak olanın her tarafında tetik bulun.
Copyright ©: The OxThe Donkey.

3 Mart 2013

Kavga Nasıl Yapılır?

Efendim, başlık biraz şaşırtıcı olabilir ancak bu yazıya başka bir başlık da atılamazdı. Pek sık olmasa da blogun istatistiklerini şöyle etraflıca kontrol ettiğim oluyor.

Blogda, "alıntılar" etiketi altında, Çetin Altan'ın, Taktik Nasıl Yapılır?, diye bir yazısı var. Bir zamanlar okuyup çok beğenince burada paylaşmıştım. İşte bu yazıdan dolayı, yani yazının başlığından dolayı, uzun zamandır çok ilginç bir şeye tanık oluyorum. Bakıyorum istatistiklere, vatandaş Google'a, falan şey nasıl yapılır, diye soruyor, Google da onu bizim bloga yönlendiriyor. Misal, resim nasıl yapılır, yemek nasıl yapılır, falan filan. Ancak en çok da, kavga nasıl yapılır, diye soruyorlar.

Hem gülünç, hem düşündürücü. İnsan kavga etmeyi niye merak eder ki? Benim bildiğim, kavgada kural mural olmaz. E, kural olmayınca, doğal olarak "nasıl"ı da olmaz. 


Allah akıl fikir versin memlekete, ne diyelim.
Sayfa başına git