31 Mart 2016

Tarih bölümünün bu dönem açtığı dersler

T501 - Tarihin Derin Çukuruna Giriş
T502 - Nitelikli Yalanlar Söyleme Yöntem ve Teknikleri
T503 - Bir Yalanı Yüzyıllar Boyu Sürdürebilme
T504 - Tarih Öğretiminde Palavroloji Entegrasyonu
T505 - İyiyi Kötü, Kötüyü İyi Gösterme Yöntemleri
T506 - Aslanların Gözünden Tarih
T507 - Ceylanların Gözünden Tarih

29 Mart 2016

Deneysel

Yıllar önce bir gün okuldan sevk kâğıdı alarak yakındaki sağlık ocağına gidip derdimi anlatmış, beni dinleyen doktor da bir ilaç yazıp geçmiş olsun demişti. Bir süre önce durup dururken o günü hatırlayıp çok duygulanınca kendimi tutamadım, oturup şu deneysel şiiri yazdım:

My name is Abdülrezzak,
Once I used some prozac.

25 Mart 2016

Komşu Kadını Beklerken

Annem, komşu kadın gelecek, deyip beni kapıya dikip gitti. Başlangıçta her şey yerli yerindeydi. Güneş yerli yerindeydi, yukarıda duruyordu. Mevsim de yerli yerindeydi, pırıl pırıl bir yazdı. Evimiz zaten yerli yerindeydi. Annemle ben de yerli yerimizdeydik, beni çağırmadan önce annem dışarı çıkıyordu, yazın hep böyledir zaten, annemin işi dışarıdadır, su almaya gidiyordur, ne bileyim, bahçeye iniyordur, tavuklara bakmaya gidiyordur vesaire, bense avluda oynuyordum, yazın güzel havanın altında hep yaptığım bir şeydir bu. Komşu kadın gelecek, diyerek beni kapıya dikip gitti annem. İlkin her bir şey o denli yerli yerindeydi. Ama az sonra ne olduysa burada ne beklediğimi sordum kendime. Annem komşu kadın deyince aklıma neden hemen Bedriye gelmişti? Bize en yakın kapıda oturduğu için mi? İyi hoş, fakat annemin kastettiği kadının Şehriban olmadığını nereden bilebilirdim? Fatma, Saniye ya da Nurgül olmadığını da? Belki de Senem'di. Ya da Songül. Hatta belki Melek. Hatta hatta, belki de Meliha'ydı. Durup dururken bir merak bulutu gelip tepeme dikilmişti. Hiç yoktan. Beklediğimin hangi kadın olabileceğine ilişkin kafamdaki kargaları o yana bu yana uçuşturuyorken bu kez de gelecek olan komşu kadının niçin geleceği meselesi takılmasın mı kafama. Komşu kadınların herhangi biri geldi, hadi diyelim bu Bedriye Teyze'ydi, neye gelecekti peki? O gelince ben bir şey yapacak mıydım, yoksa annemin dönmesini mi bekleyecektim? Neyse ki bu soru üzerinde pek de kafa yormadım. Neye gelecekse gelsindi, beni ne ilgilendirirdi? Tam da böylece kafamı rahatlatıyordum ki, bu kez annemin nereye gittiğini düşünüp merak etmeye başladım. Annemin suya gittiğini peşinen kabul etmiştim. Annem dışarı çıkınca suya gider. Yalnızca o da değil, bütün kadınlar dışarı çıkınca suya giderler, bizim burada neredeyse kadim bir ön kabuldür bu. Peki de, ya suya gitmediyse? Bir kadın yalnızca suya gitmek için mi dışarı çıkar? Şöyleydi, böyleydi derken iyice huzursuzlandığımı hissettim. Kapıda ne beklediğim meselesine döndüm gene. Komşu kadın gelecek diye ben kapıda niçin bekliyordum? Kapı her daim açıktı. Burası bir köydü. Gece dahi kapısını kitlemeyen vardı. Kadın gelecekse gelir, geçer içeri oturur, sonra annem geldi mi her ne işleri varsa görürlerdi. Belki de sadece laflarlardı. Ne edeceklerini kendileri bilirlerdi. Ben şimdi bu kapıda ne bekliyordum? Kafamı bu meseleyle daha fazla meşgul edemeyecektim. Oyunuma döndüm. Çocukları bilen bilir, üzerlerine vazife saymadıkları şeyleri oracıkta unutma gibi bir huyları vardır. Nitekim ben de oyunuma tekrar dalınca demin kafamı kurcalayan komşu kadın meselesini unutuverdim. O gün ne kadar oynadığımı hiç bilmiyorum. Zaten de yaz günü oyun oynayan dertten tasadan azade çocukların süreyle, saatle bir alıp veremedikleri olmaz. Bir ara arkadaşım Nihat geldi, Bedriye Teyze'nin oğlu, çubuk oyunu oynadık biraz, sonra o gitti, ben gene kendi başıma oyalandım. Taş attım yola doğru, bir türlü yolun öbür kıyısındaki bahçeye eriştiremeyince attığım taşlara kızdım. Sonra horozu kovalamaya başladım. Ne edeceklerini bilmeyen tavuklar şaşkın bir halde bir bana, bir horoza bakıp durdular. Ben böylece eğleşirken annemin geldiğini, daha sonra bir kadının da geldiğini, hatta galiba komşu kızlarının da gelip gittiğini hep anımsıyorum şimdi. Anımsıyorum anımsamasına, fakat gelen kadın kimdi, neye geldi, hiç bilmiyorum. Öyle görünüyor ki hiç de bilmeyeceğim. Zira üzerinden yıllar geçmişken annem de hiç anımsamıyor o günü.

22 Mart 2016

Balıkçı ile Oğlu

Pek az kimsenin izlediği, ama her izleyenin kesinlikle çok beğendiği, uzun zaman önce çekilmiş bir başka filmin bir sahnesinde kadının biri kayalıklı bir deniz kıyısına bakan bir telefon kulübesinde konuşuyorken sahilde yassı bir taşın üstünde durmuş oltasını denize atan bir adamla yanındaki küçük oğlu fark edilir belli belirsiz. Tam da o sırada, nasıl oluyorsa, orada hafif bir rüzgârın kendi halinde esip gittiğini fark eder izleyici. Oysaki bunun hiçbir kanıtı yoktur. Acaba izleyiciye bunu fark ettiren nedir?

21 Mart 2016

Şehirde Şair Yok

Gördüm beni görmediler, görüldüm ben görmedim,
Çölü geçip gelemedi hiç kimse, şehirde şair yok

Ağaçlar geceye zülüflerini gerince her yıldız eğretileme
Her ses imge tezgâhı ama şehirde şair yok

Afrika savanlarından Anadolu'ya yürüyerek gelmiş ağaç
Ağaçta bir kuş: Söyler haykırışlarla doğranmış geceyi
Başkalarının kanını...
Herkes duydu ama şehirde şair yok

Camlarda ilk harfleri yağmurun, göçün ilk hecesi
Peykelerinde ebediyet umduğumuz anlar meğer bina değil, inşâ değil
Acısına şiir-merhem gerek ama şehirde şair yok

Kelimeyi tamamladı yağmur, buğudan doğmuş sele dönüşecek
Uzun bir dizeye geçecek ama şehirde şair yok

Gelir ikindiler kadehleri gölgeyle doldurur
Eder ruhlara sirayet akasyaların arasından kara tren
Geçip gider makaslardan, dize borcunu ödemeden
Düşen kömürleri alıp değerlendirecek şair yok

Bu iltihaplı yağmur işi kitap yazmaya döktü
Pay kapmış dokunup geçen trenlerin isinden
Doluyor sımsıkı mürekkep hokkasına
Boşuna! Şehirde şair yok

Tren isine batık mendil kaldı havada
Çiçeklenmeye vakit bulamamış
Bir gönül şairi çıksa çiçekle çevrelese...
Şehirde şair yok ki

Şehir günden de dün kadar yorulmuş
Bin metreden görülüyor, bir metreden görülmeyen
Bulutların üstüne hayır çıkamayız, şehirde şair yok

Alçalamayız, gönüller yüksek
Akıl kaldırımlardadır ama şehirde şair yok

Sevildik de gibi, köşeli dil eğrisi
Bu şehrin belki en doğrusu, doğusu
Çıkıp söyleyecek şair yok

Neden eski baharda değilsin
Yeşerenin nisan değil insan olduğu
Benzinin yanmadığı metalin tutuştuğu yerde
Hicran mektubudur anayasa, şehirde şair yok

Zifiri karanlıkta söndü sönecek mumla gelen adam kitaptan bahis sordu
Hangi kitap, hangi bahis karanlıkları mumla aşan birine üstün gelir ki
Diyecek bir şair yok

Kavak aynadan, yorgun düşten dize istedi
Gün damladan, çözüm denklemeden...
Koştururken rüzgârlar savrulan dizelerden
Ivır zıvır arasında boy süren dizelerden
Külü sıcak dizeler istedi sis çanları
Sızlıyor bileklerde zincir yerleri, şehirde şair yok

Harekete geçiyor yıllarca donup kalmış bir gülüş
Eğleniyor "donup kalmış gülüş" klişesiyle
Şehirde şair yok

Melâle tırmanıyor gök merdiveni
Sessiz gemide bilet indirimi yok
Akranları bahar ayartmış kime ne, şehirde şair yok

Horasan'ın yüreğine insek Konya gerek
Karaburun'da dursak Serez inler
Şehirde şair yok

Eskiden efkârlanan üç beş meyhane avlardı çarşıda
Bir küçük bahçesi, üç beş sevdalı ağacı olan
Yanlamış birkaç gemisi, kimisi hasret çeken, kimisi bıkmış yârdan
Bir içki ısmarlamak için şair yok

Geçilmiyor zaten çarşıdan
Her yan ruh alım satımı
Mum için şehirde şair yok

Erken bitince meşale sınır bulanıyor
Batman çekiyor pamuk
Gürültüyle düşüyor kâğıt
Boşuna: Şehirde şair yok

Bahçe tımarı bile siper kazımı gibi artık
Mezar kazımı da diyenler var akıl yürütmeye
Dilden dile geçen gemi, ağırdan alan kuşku dili
Şehirde şair yok ki

Herkes kendi güneşli sokağında
Elin sokağı hep yağmur
Sesleri buraya yas şarkısı gibi geliyor
Buradaki ses oraya ne gibi gidiyor?
Şehirde şair yok

Akşam hizasıdır, yüzlere dağılma vaktidir
Oradadır yatışmamış değirmen
Orada biçilir hicran ipeği
Hasat için şehirde şair yok

Bereket durduruldu nizamiyede
Geçersiz gül pasaportu diyor derbent çavuşu
Rüzgâr giriyor araya, ekmek kokusu alt üst ediyor nizamı
Ediyor ama şehirde şair yok

Sabaha karşı, ruh ak süte doymadan
Geçip kapılardan, süzülür gibi elekten
Kırıp alçıdan güvercinleri
Anımsayıp incittiği yürekleri
Makas nasıl sararsa treni
Anlam ansızın uyanır ama şehirde şair yok

Zaten şairlerde şehir yok

Tahir Abacı

20 Mart 2016

Ruh da bazen kaybolur

İnsanın ruhu bir, ruh hali çoktur. Tıpkı bedeni gibi. Nasıl ki beden halden hale girer, renkten renge bürünür, ruh da öyle, değişir, sabit bir hali, sabit bir rengi yoktur. Beden kimi zaman buradadır, kimi zaman orada. Ruh da öyledir, yerinde durmaz. Beden ilkin küçüktür, gitgide büyür, sonra yaşlılık zamanında gene küçülmeye yüz tutar. Ruhun da bir farkı olmasa gerek. Beden hareket eder, gider gelir, düşer kalkar. Ruh niye öyle olmasın? Elbette o da hareketlidir, gidip gelir de, düşüp kalkar da. Beden bazen ağarır, bazen kararır, bazen morarır, bazen kızarır, bazen sararır. Sanmayın ki ruh başkadır, onun da ağarıp kararıp morarıp kızarıp sarardığı olur. Bedenin kaybolduğu zamanlar olur. Öyle zamanlar olur ki, bedenin sahibi bile nerede olduğunu bilmez. İşte ruh da tıpatıp böyledir, bazen kaybolur ve o zaman ne başkaları, ne de kendisi bilir nerede olduğunu.

19 Mart 2016

Dipsiz Kuyu

Susuzluktan boğazı kurumuş olan kadın kuyunun başında bekliyor. Kova yok. Olsa da kuyuya daldırmak için ip de yok. Tek çare kuyuya inmek. Fakat merdiven de yok. Ne edecek bu kadın?

18 Mart 2016

Lahana

Yemek yiyoruz. Bir tabak da turşu duruyor ortada. Tanıdık bir turşu değil. Ne olduğunu soruyorum, "Lahana," yanıtı geliyor. Hiç böyle lahana görmediydim. Çatal almayı unutmuşum, kalkıp alasım da yok, elimle yiyorum turşuyu; yapraklarını da kökünü de yiyorum. Aklıma annemin çocukluğumda yaptığı elma turşusu geliyor.

16 Mart 2016

Pessimus

Neden gündem hakkında hiç konuşmak istemiyorum acaba? Sanırım gündemi sevmediğimden. Zaten bu gündemin sevilecek bir yanı da yok. Bir zamanlar ülkenin, dolayısıyla da içinde yaşayan bizlerin geleceği için pek umutluydum. Yaşam standartlarından söz açıldı mı biz de elbette günün birinde bir İskandinav, Orta Avrupa, hatta Batı Avrupa ülkesi düzeyine erişecektik. Olabiliriz'i hiç katmazdım hesaba, olacaktık, iyiden iyiye inanırdım buna. Toyluk çağımın düşünceleriymiş bunlar, şimdi biraz da acı bir tebessümle kabulleniyorum bunu. Fakat gayet samimi düşüncelerdi. Düşündüğüme inanırdım o zamanlar. Bugün artık hiç umudum yok ülkenin geleceğine yönelik. Umut tuhaf şey, gideceği tuttu mu sahibine sormuyor.

Bu ülkenin en temel meselesi, insanlarının neredeyse hiç akılsal değilken gereğinden fazla duygusal yaşamaları. Bütün bir toplum aklıyla değil gönlüyle düşünüyor. Bugün ortaya çıkan bir şey değil bu, dönüp geçmişe şöyle bir göz atıldı mı hep böyle olduğu görülür. Halbuki düşünmenin organı gönül değil beyindir. 

Artık ayan beyan ortadadır ki, biz bu ülkenin vatandaşları dünyanın bir tarafını hep geriden izleyeceğiz. O çok bilindik, bizde neden olmuyor, biz niye böyleyiz, sorularını da hep kendimize soracağız. Yanıt da elbette hep gözümüzün önünde olacak, göreceğiz de, fakat bir tür deli gibi, belki sırf sormak için, belki de alışkanlığımızdan hep sorup duracağız. Bir yandan bu denli umutsuzken bir yandan da geleceğimizi ziyadesiyle merak ediyorum.

11 Mart 2016

A solidão

Kentin eteklerinde yaşayan yaşlı ve yapayalnız bir adam, belki de bir Çingene, derme çatma evinin penceresinde, tenekeden bir saksının içinde adını bilmediğim bir çiçek yetiştiriyor.

10 Mart 2016

Gün değil, rüya

Kaç zamandır Sümer kraliçelerinden biriyle aynı sofrada yemek yediğim bir rüya görmek istiyordum. Birkaç ay önce bir gün nihayet rüyamda Sümer ülkesinde gördüm kendimi. Çölümsü bir yerde duruyordum. Sonra uzaktan sıra sıra ağaçlar fark ediyor ve biraz dikkatlice bakıp palmiye olduklarına karar veriyordum. Ardından da kendime, “Palmiye ne arar burada, bunlar olsa olsa hurma olur, palmiye de olsa olsa İspanya'da olur,” gibi pek de anlamlı denemeyecek şeyler sorup meraklanıyordum. Ama üzerinde pek de durmuyordum, zaten rüyadaydım, bir rüyada kim anlamlı şeylerin peşine takılır ki? Yalnız, ilginçtir, rüyada olduğumun da bilincindeydim. Sözgelimi, bir yandan palmiyelerin olsa olsa İspanya'da olabileceğini söylüyordum kendime, bir yandan da yeryüzünde henüz İspanyol diye bir halkın da İspanya diye bir ülkenin de olmadığını. Bakıyordum, ta uzaktan, ağaçların olduğu yerden bir zebra geliyor. Zebranın bana doğru gelişi bir kırk dakika kadar sürüyordu. İyice yaklaşınca da yalnız olmadığını, bir binicisinin olduğunu ayırt ediyordum. Yanıma varınca da bunun bir kadın olduğunu görüyordum. “Ben Sümer kraliçesiyim,” diye söze başlıyordu kadın, “seni almaya geldim, yemek yiyeceğiz.” O kadar gençti ki kırk yıl geçse bunun bir kraliçe, üstelik de bir Sümer kraliçesi olacağı gelmezdi aklıma. Boş bulunup, “Ben Sümer ülkesinde zebra olduğunu bilmezdim,” deyiveriyordum. Bunu dememle zebranın kişneyişi bir oluyordu. Korkuyordum. Korkumu biraz olsun dindirmek için, “Bugüne dek hiç zebra kişneyişi duymamıştım,” diyordum. Kraliçe hemen yanıtlıyordu beni: “Bu bir gün değil ki, bir rüya.” 

Via
Dedim ya, rüya olduğunun ben de farkındaydım, fakat kraliçe bunu kafama dank ettirircesine söyleyince gerçekliğin ne denli soğuk bir şey olduğunu bir kez daha kavradım. Ve rüyamın o andan sonrasını kimseye anlatmamaya karar verdim. Belki bir gün masal diye çocuklara anlatırdım.

8 Mart 2016

Ayrıksı bir roman: C

Okuyacağım kitapların listesini artık eskisi kadar dağınık tutmuyorum. Hatta son bir-iki yıldır iyicene düzene soktum. Eskiden kitaplıkta, defterdeki, bilgisayardaki listede, kütüphane rafında ve bir de kafamın içinde sayısını kendim bile bilmediğim okunacak kitaplarım vardı. Şimdiyse adına kalkınma planı dediğim, her yıl için bir önceki yılın sonunda hazırladığım, ete kemiğe bürülü okuma listeleri yapıyorum. Öyle çok uzun da tutmuyorum listeyi, sözgelimi, yirmi kitaplık bir liste yapıyorum, onları okuyup bitirdikten sonra üzerine ne kadar başka kitap eklersem de kâr sayıyorum. Geçtiğimiz aralıkta da oturup okumak istediklerimi derleyip toparladım, böylece 2016 kalkınma planı çıktı ortaya. C listenin onuncu sırasında yer alıyordu, fakat kütüphanede rafların arasında dolaşıp bakınırken gözüme çarpınca alıp başlayayım dedim. Üstelik henüz alıp okuyan da olmamış, belli ki yeni gelmiş. 

Sık okuduğum romanlardan değil C. Zaten çok yazılan ve yayımlanan romanlardan da değil. Arka kapağında yazdığına göre yazarı C'nin kahramanını Ulysses'in kahramanına benzetiyormuş. Ulysses'i de henüz okumuş değilim. Birkaç yıl önce yeltenecek oldum da erteledim, galiba gözüm korktu, anlayabileceğimden kuşkuluydum. Şimdi bunu okuyunca onu okumak için de cesaretlenmiş oldum. Bu yılın listesinde yok gerçi ama ekleyebilirim. 

İşte, C'yi okurken aldığım bölük pörçük notlar...

15 Şubat. Dün Tom McCarthy’nin C’sine başladım. Yüzüncü sayfadayım. Kendini okutmakta başarılı bir kitap. Fakat henüz beynimi sarıp sarmalamış değil. Şimdilik bir sorun sayılmaz bu, daha dörtte biri bile okunmadı.
*
Hikâyenin başlamasıyla Mr. Simeon Carrefax adlı bir adamı görüyoruz. Ağırlığı olan bir adam, her halinden fark ediliyor bu. Bütün romanın onun etrafında geçeceğini sanıyor insan. Fakat bir zaman sonra, Carrefax'lerin romanın hemen başında doğan küçük oğlu Serge’in gitgide ortalıkta göründüğünü izliyoruz. O, babasının aksine yavaş yavaş giriyor hikâyeye. Simeon Carefax evine ve işine büsbütün egemen, kendiyle barışık, pek derdi tasası olmayan, kendinin ve ailesinin yaşamını her yönüyle yoluna sokmuş bir adam görünümü veriyor. Yalnızca o değil, ailenin öteki bireyleri de kendinden bir hayli emin, yaşamı seven, çalışkan bireylerden oluşuyor. Ailenin bir de Sophie adlı bir kızı var, Serge'in ablası.
*
Şimdilik hikâyenin merkezinde Serge var. Sayfalar ilerledikçe ağırlığı artıyor.
*
C’nin ne olduğu yönünde henüz bir fikrim yok.

16 Şubat. Gündüz Okulu diye bir okul var. Bir sağırlar okulu. Serge’in babası kurmuş. Burada sağır çocuklar eğitim görüyor. Carrefax’lerin evi bir tür kampüsün içinde, bu okul da burada bulunuyor.

Mr. Carrefax, sağır olan bir insanın aynı zamanda dilsiz olduğunu kabul etmeyen idealist biri. “Sağır olabilirler ama dilsiz değiller,” diyor. Nasıl ki herhangi bir insan filanca dili bilmediği halde sonradan öğrenebiliyorsa sağır bir insan da konuşmayı öğrenebilir ona göre. Nitekim bu okulda sağır çocuklara konuşma öğretiliyor da. Hem de bir hayli başarılı bir biçimde.

*
Serge'in kızkardeşi Sophie, bir bardaktaki siyanürü limonata sanarak içti ve öldü. Sophie'nin cenaze töreninin mekanikliği şaşırtıcıydı. Sanki gündelik işlerin arasına sıkıştırılmış ne önemli ne de önemsiz bir işti.
*
Romanın ilginç bir havası var. Yazar okura “zaten burada” olduğunu hissettirmek istiyor sanki. Yeni bir olaydan, yeni bir yerden söz edince insan sanki onlarla önceki sayfalarda karşılaşmış duygusuna kapılıyor.
*
Serge'in yaşı konusunda tereddüte düştüm. Kitabın başlarında, doğduktan kısa bir süre sonra iki buçuk yaşındaydı. Bir ara yedi yaşında olduğu geçti. Şimdiyse ergenmiş, hatta belki on sekiz-yirmiymiş gibi bir izlenim var. Yaşı söyleniyor da ben mi atlıyorum, yoksa yazarın ayrıksı üslubunun bir gereği olarak doğrudan söylenmiyor mu, bilmiyorum. 
*
Roman geçmişte geleceği yaşıyor. Aşağı yukarı yüz yıl önceki bir zamanda geçiyor ama sanki bizim zamanımızda bile değil, gelecekte geçiyormuş gibi. Zaman zaman bir bilimkurgu romanı okuyormuşum gibi geliyor.

17 Şubat. Serge on sekiz yaşına girdi. Askeri Havacılık Okulu'na yazıldı. Kısa –birkaç ay süren– bir eğitimle pilot oldu. Birkaç kez uçtu da. Şu an bir tür stajyer pilot. Neler olacak bakalım. Onu olağanüstü denebilecek bir ustalıkla, handiyse kaşla göz arasında pilot yapan yazar, bakalım bir savaşa yollayıp başına bir şeyler getirecek mi? Kitabın arka kapağında Birinci Dünya Savaşı'na gözlemci pilot olarak katıldığı yazıyorsa da bu bir ipucu sayılmaz. Keşke hiç arka kapak yazısı da yazılmasaydı.


Yeri gelmişken, kitabın kapak tasarımını çok beğendiğimi söyleyeyim. Belki de Notos'un en iyi kapağıdır. 
*
Serge'in ailesinde bir Fransızlık olduğu baştan beri seziliyordu. Bugün anne tarafından Fransa'ya dayandığını okudum. Babasıysa İngiliz. İngiltere'de yaşıyorlar.

Carrefax'lerin memleketi Versoie'nin nasıl okunduğuna dair bir fikrim yok. Bu adda gerçek bir yer var mı, yoksa yazarın kurduğu bir yer mi, onu da bilmiyorum. Versoye mi, Vörsoye mi, yoksa bunda da mı bir Fransızlık var; Vöğsuaye mi? Kitap boyunca hem duyulduk hem de duyulmadık yer adlarıyla karşılaşıyorum.

*
Serge bir hastalıktan ötürü bir süre hastanede yatmak zorunda kalıyor. İngiltere dışında, galiba bir İskandinav ülkesinde, bir hastanenin bulunduğu Kloděbrady adında bir kasabaya gidiyorlar.

“Kan,” diyor Doktor Filip kavanoza işaret edip. “Sende kaşektik bir durum var: bağırsakların yüzünden kendi kendini zehirliyorsun. Ptomaine zehri, toksinler, patojenlerin hepsi kana karışıyor. Ne kadar koyu renk olduğuna baksana.” “Koyu renk olan şey kan mı,” diye soruyor Serge. “Yoksa–” “İkisi de koyu,” diye cevabı yapıştırıyor Doktor Filip. “Ve eğer tedavi edilmezse başka şeyler de kararacak. Senin içinde atardamarlara, karaciğere, böbreklere ve ötesine salgılanan bir zehir fabrikası var. Onu engellemediğimiz takdirde beyni de karartır.” (s.142).
1910'lar... Savaş yılları... Britanya İmparatorluğu'nun  ve diğer Avrupa devletlerinin yayılma politikaları... Fransa, Rusya... Yüzyılın başında dünyanın, özellikle de Avrupa ve Orta Doğu'nun durumu... Bu kaotik ortamda etkileri günümüze değin sürecek bilimsel gelişmeler, ciddiyetle yapılan çalışmalar... Yaşanan, belki de Avrupa'nın ikinci bir rönesansı... Ve işte tüm bunlarla Serge'in yaşamı birbirine paralelmiş gibi, dahası, aynı meselenin iki farklı boyutuymuş gibi önümüze seriliyor.
“Senin vücudundaki sorunun aynısı bunların kafalarında var,” diyor, Serge'i bürosuna geri götürüyor, bu arada yeniden onun bağırsaklarını dikkatle dinlemeye koyuluyor. “Avrupa'nın kanı zehirlenmiş; Avrupa kaşektik olmuş. Sistemin içi çürümüş, patojen mikroplarla dolmuş. Siyah safra artık her yerde: mela chole. Herkesin bakış açısı tıpkı seninki gibi bir bulutla kaplı.” (s.147).
 *
Roman dört ana bölümden oluşuyor. Şimdi ikinci bölümün başındayım. Bu bölümün adı Oluk. Neden oluk, nedir oluk, bilmiyorum. 
*
Nihayet ortaya bir C çıktı. Acaba bu C kitaba adını veren C mi? Bir yerlerden başka bir C çıkar mı ki? Stajyerliğini tamamlayıp pilot olan Serge gidip birliğine katılıyor. Birliğin komutanı Serge'e üç uçuş planı olduğunu, kendisinin C-Uçuşu'nda yer alacağını söylüyor. 
*
“Arzı endam ediyor,” cümlesi sık sık geçiyor. Hangi İngilizce ifadenin karşılığı olarak çevrilmiş, merak ediyorum.

19 Şubat. Dün yoğun bir gündü, kitabı hiç okuyamadım. 


İkinci bölüm de bitti. Üçüncü bölümün adı Çarpışma. Serge'in babası ve ailesi ortalıkta hiç görünmüyor artık. Serge savaşa katılıyor. Subay oluyor. Almanlarca esir alınıyorlar.
*
Tam Serge'in babası ortadan iyiden iyiye kayboldu derken tekrar ortaya çıkıyor. Serge eve dönüyor çünkü. Döndüğünde Versoie'de hayat durmuş oluyor sanki. Ama zaten hep böyle durgun değil miydi burası? Tuhaf bir yer. Olabildiğince hareketlilikle olabildiğince durağanlık bir arada barınıyor Serge'in baba evinde. Fakat şimdi, Serge'in savaştan dönüşüyle sanki artık yalnızca durağan bir yer.

Serge'in annesinin yaşlanmış olduğunu okuyoruz burada. Haliyle babasının da yaşlanmış olduğu sonucu çıkıyor.

*
Evde ne savaştan ne de Serge'in dönüşünden konuşuluyor. McCarthy pek çok şeyi okurun tamamlaması için öylece bırakıyor. Serge'in savaştan dönüşü sanki geçen hafta bir yerlere gitmiş de bu hafta geri dönmüşçesine sunuluyor. Babası eski işini sürdürüyor. Bilim yapıyor Simeon Carrefax. Radyo dalgalarının etkisi altında bir yaşam sürüyor. Oldukça tutkulu bir bilim adamı. Kendini büsbütün işine, hayallerine adamış biri.

“Şu anlatacaklarımı hayal etmeni istiyorum,” diyerek Serge'e sırrını açıyor babası, sanki birileri onlara kulak misafiri oluyormuş gibi sesini alçaltıyor, “yalnızca hayal et: eğer tarihte heyecan veya acı verici olayların hepsi gökyüzüne bizim sonradan bulabileceğimiz böylesi dalgalar yaymış olsaydı – o zaman Hasting Savaşı'nı görebilir, suikaste uğramış Caesar'ın üzüntüsünü, baştan çıkarılırken Aziz Anthony'nin yaşadığı ıstırabı gözlemleyebilirdik. Bu anlattıklarım hemen şu anda, çevremizde hâlâ gerçekleşiyor olabilirdi.” (s.288).
*
Yüz yıl önceki Avrupa'nın içinde bulunduğu buhran dolu hava gayet iyi hissediliyor. Yalnızca ön planda olup bitenler değil, arka plandakiler de iyi fark ediliyor. 
*
Kitap tarihe göndermelerle dolu. Geçmişle bugün sıklıkla aynı potada harmanlanıyor. Sözgelimi, bir bakıyorsunuz, kendilerine Amazonlar adını vermiş Londralı bir grup genç kızla İskit'in amazon kadınları bir sahnede ustalıkla bir araya getiriliyor.
*
Hikâye artık büsbütün Serge'in etrafında dönüyor. 
*
Serge savaştan döndükten sonra okumaya karar veriyor. Ama ne okuyacağına dair verilmiş bir kararı yok. Londra'ya taşınıyor. Bir mimarlık okuluna kaydoluyor. Fakat Londra'da da pek kalmıyoruz, bir de bakıyoruz ki Mısır'dayız. Mısır, bilindiği gibi, bir İngiliz sömürgesi, Serge oraya gidip İmparatorluğa ait işlerde çalışacak.

Bu noktadan itibaren Serge sanki hayatın anlamını sorgulamaya başlıyor. Okumaya karar verişi, Mısır'a gidişi sanki hep bundan ötürü.

*
Cupid, Sophia, sizigi sözcükleri farklı bağlamlarda yeniden ortaya çıkıyorlar. Cupid, romanın ilk bölümünde Gündüz Okulu öğrencilerinin bir gösterisinde canlandırılan bir karakterdi. Sophie zaten Carrefax'lerin kızıydı. Gerçi burada Sophia diye geçiyor. Üçüncü bölümün hemen başında, Serge Havacılık Okulu'nun sınavında sorulan sorulardan birini, Güneş ve Ay tutulması nedir'i yanıtlarken sizigi sözcüğü çıkmıştı karşımıza. Burada gerçek anlamıyla, bir astronomi terimi olarak geçiyordu. Şimdi ise “Gnostiklerin Bilgeliği. İsa'nın Sizigi'si” cümlesinde geçiyor. Ne yazık ki buralarda kitaba tam hakim değilim, bir şeyleri kaçırıyorum galiba. Metroda rahat okunmuyor. Bunun yanı sıra, bir yandan okurken bir yandan da kafamdaki başka şeylerle meşgulüm.
*
Kitap boyunca Almanca, Fransızca ifadeler geçiyor. Fransızcaları az buçuk çıkarıyorum, Almancalar hakkında hiçbir fikrim yok. Buna rağmen Google Translate'i açma gereksinimi duymuyorum.

20 Şubat. Kitabın sonlarına yaklaştıkça baştaki gibi doğru dürüst alamıyorum notlarımı.
*
Romanın son bölümünde nihayet C çıkıyor karşımıza. “C her yerde,” diyor Serge'in muhataplarından biri. “C nedir?” diye soruyor o da. “Karbon'un simgesi:” diyor adam, “hayatın temel bileşeni.”
*
Kitabı bitirdim. Son üç-beş sayfayı okurken, bütün romanın bu son sayfaları hazırlamak için yazılmış upuzun bir giriş olduğuna karar verdim.

Serge carbonisé oldu. Yani öldü. Ölümü de elbette yaşamı ve kendisi gibi olağan dışıydı. Büyük bir sinema salonunda, devasa bir perdede bir başıma bir bilimkurgu filminin son sahnelerini izliyor gibiydim sanki.



***

Yaşamın anlamlılığıyla anlamsızlığının bir bütün olduğu... Benim C'den anladığım bu oldu. Bu tür kitapları bitirince on yıl sonra bir daha okurum niyetiyle kapatıyorum. Bakalım o zaman başka bir şeyler de anlayabilecek miyim?

7 Mart 2016

Havadan hudan

Bir karikatür görmüştüm bir-iki yıl önce, bir yanda kedinin biriyle farenin biri halaya tutuşmuş oynuyorlar, öbür yandaysa iki adam, gene halaya tutuşmuşlar, biri öbürüne, "Demiştim sana, kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacağım seninle," diyordu. Durup dururken aklıma geldi nedense. Karikatür kedilerini oldum olası sevmişimdir. Belki de gerçek kedilerden bile daha çok seviyorumdur onları. 
*
Bugün bir şeyler atıştırıyordum. Baktım, karşıdaki masada biri kitap okuyor. Daha önce burada kitap okuyan kimse görmediğim için dikkatimi çekti. Ne okuduğunu merak ettim. Az eğilip baktım, Gülün Adı'ydı. Bu durumun Umberto Eco'nun geçen günkü ölümüyle ilgili olduğu gün gibi ortadaydı. Kuşkusuz, Eco geçen gün ölmemiş olsaydı bu adamın elinde bu kitap olmayacaktı şimdi. Bu adam bu kitabı niçin okuyor olabilir diye sordum kendime. Sonra da olası yanıtları düşündüm. Birincisi, Eco öldükten hemen sonra onun tüm kitaplarını her zaman rastlanmayacak bir oranla indirime sokan yayınevinin bu indiriminden yararlanmak isteyip, fırsat bu fırsat diyerek kitabı alıp okumaya başlamış olabilirdi. İkincisi, Eco'nun ölüm haberini hepimiz gibi medyadan öğrenip, hakkında yazılanları okuyup, büyük adammış şu Umberto Eco, bir kitabını alıp da okuyayım, demiş olabilirdi. Üçüncüsü, Eco'nun en ünlü kitabı olan Gülün Adı'nı öteden beri okumak isteyip de hep ertelemiş olan bu adam yazarın ölümüyle birlikte bunu hatırlayıp okumaya başlamış olabilirdi. Bu üçünden başka da aklıma bir şey gelmedi. Son tahlildeyse yalnızca birer olasılıktı bunlar.
*
Bir yazar ölünce onun kitaplarının indirime sokulması ahlaksız bir davranış olarak değerlendirilebilir mi acaba? Düşündüm, bir yanıt veremedim kendime.
*
Önceki gün, "Bögün Ankara'da dehşetengiz bir rüzgâr eşliğinde hafif bir yağmur yağdı," diye yazıp yakın arkadaşlarıma WhatsApp'tan gönderdim. Sahiden de sert bir rüzgârdı. Kısa sürdü ama. Bu mevsimler de iyicene birbirine girdi. Neyin ne olduğu belli değil. Bahçedeki ağaç mayıs ayındaymışçasına çiçek açmış, beyaza bürünmüş, bugün fark ettim. 
*
Son günlerde bir anormallik baş gösterdi bende. Olur olmaz kelimelerin başına h sesini getirerek söylüyorum. Suya hu diyorum mesela, Mustafa'ya Hustafa, deftere hefter. Henüz bir teşhis koyamadım.
*
Amcam aradı bugün, büyük amcam. O da olmasa halimi hatrımı soran yok.
*
Futbol mutbol izlemeyi bırakalı epey oldu. Taraftar olarak Kolombiya milli takımını tutuyorum güya ama onun dahi bir tek oyuncusunun adını bildiğim yok. Neyse, söyleyeceğim bu değil, geçen gün Trabzonsporlu bir çocuk hakeme kırmızı kart göstermiş, görüntüsünü bulup izledim, tek kelimeyle hayran kaldım. Yıllarca maç izledim, vallahi böyle şık bir hareket görmedim. Ciddiyim. Yalnız, çocuk kartı çok kısa süreli tutuyor, birkaç saniye daha tutması gerekirdi. İzlemiyor olsam da Türkiye'deki futbol ortamında futbol hariç her şeyin olduğunu biliyorum.
*
Enikonu boka bulanmış günümüz dünyasında futbol ve bilumum seyirlik sporlar hiç de az şeyler değil aslında. Fakat hakiki olmak kaydıyla. İyi de hakikisini nereden bulacaksın?


"Bırak, gelen gelsin, giden gitsin. Kalacak olan kalır."

Sayfa başına git