8 Mart 2016

Ayrıksı bir roman: C

Okuyacağım kitapların listesini artık eskisi kadar dağınık tutmuyorum. Hatta son bir-iki yıldır iyicene düzene soktum. Eskiden kitaplıkta, defterdeki, bilgisayardaki listede, kütüphane rafında ve bir de kafamın içinde sayısını kendim bile bilmediğim okunacak kitaplarım vardı. Şimdiyse adına kalkınma planı dediğim, her yıl için bir önceki yılın sonunda hazırladığım, ete kemiğe bürülü okuma listeleri yapıyorum. Öyle çok uzun da tutmuyorum listeyi, sözgelimi, yirmi kitaplık bir liste yapıyorum, onları okuyup bitirdikten sonra üzerine ne kadar başka kitap eklersem de kâr sayıyorum. Geçtiğimiz aralıkta da oturup okumak istediklerimi derleyip toparladım, böylece 2016 kalkınma planı çıktı ortaya. C listenin onuncu sırasında yer alıyordu, fakat kütüphanede rafların arasında dolaşıp bakınırken gözüme çarpınca alıp başlayayım dedim. Üstelik henüz alıp okuyan da olmamış, belli ki yeni gelmiş. 

Sık okuduğum romanlardan değil C. Zaten çok yazılan ve yayımlanan romanlardan da değil. Arka kapağında yazdığına göre yazarı C'nin kahramanını Ulysses'in kahramanına benzetiyormuş. Ulysses'i de henüz okumuş değilim. Birkaç yıl önce yeltenecek oldum da erteledim, galiba gözüm korktu, anlayabileceğimden kuşkuluydum. Şimdi bunu okuyunca onu okumak için de cesaretlenmiş oldum. Bu yılın listesinde yok gerçi ama ekleyebilirim. 

İşte, C'yi okurken aldığım bölük pörçük notlar...

15 Şubat. Dün Tom McCarthy’nin C’sine başladım. Yüzüncü sayfadayım. Kendini okutmakta başarılı bir kitap. Fakat henüz beynimi sarıp sarmalamış değil. Şimdilik bir sorun sayılmaz bu, daha dörtte biri bile okunmadı.
*
Hikâyenin başlamasıyla Mr. Simeon Carrefax adlı bir adamı görüyoruz. Ağırlığı olan bir adam, her halinden fark ediliyor bu. Bütün romanın onun etrafında geçeceğini sanıyor insan. Fakat bir zaman sonra, Carrefax'lerin romanın hemen başında doğan küçük oğlu Serge’in gitgide ortalıkta göründüğünü izliyoruz. O, babasının aksine yavaş yavaş giriyor hikâyeye. Simeon Carefax evine ve işine büsbütün egemen, kendiyle barışık, pek derdi tasası olmayan, kendinin ve ailesinin yaşamını her yönüyle yoluna sokmuş bir adam görünümü veriyor. Yalnızca o değil, ailenin öteki bireyleri de kendinden bir hayli emin, yaşamı seven, çalışkan bireylerden oluşuyor. Ailenin bir de Sophie adlı bir kızı var, Serge'in ablası.
*
Şimdilik hikâyenin merkezinde Serge var. Sayfalar ilerledikçe ağırlığı artıyor.
*
C’nin ne olduğu yönünde henüz bir fikrim yok.

16 Şubat. Gündüz Okulu diye bir okul var. Bir sağırlar okulu. Serge’in babası kurmuş. Burada sağır çocuklar eğitim görüyor. Carrefax’lerin evi bir tür kampüsün içinde, bu okul da burada bulunuyor.

Mr. Carrefax, sağır olan bir insanın aynı zamanda dilsiz olduğunu kabul etmeyen idealist biri. “Sağır olabilirler ama dilsiz değiller,” diyor. Nasıl ki herhangi bir insan filanca dili bilmediği halde sonradan öğrenebiliyorsa sağır bir insan da konuşmayı öğrenebilir ona göre. Nitekim bu okulda sağır çocuklara konuşma öğretiliyor da. Hem de bir hayli başarılı bir biçimde.

*
Serge'in kızkardeşi Sophie, bir bardaktaki siyanürü limonata sanarak içti ve öldü. Sophie'nin cenaze töreninin mekanikliği şaşırtıcıydı. Sanki gündelik işlerin arasına sıkıştırılmış ne önemli ne de önemsiz bir işti.
*
Romanın ilginç bir havası var. Yazar okura “zaten burada” olduğunu hissettirmek istiyor sanki. Yeni bir olaydan, yeni bir yerden söz edince insan sanki onlarla önceki sayfalarda karşılaşmış duygusuna kapılıyor.
*
Serge'in yaşı konusunda tereddüte düştüm. Kitabın başlarında, doğduktan kısa bir süre sonra iki buçuk yaşındaydı. Bir ara yedi yaşında olduğu geçti. Şimdiyse ergenmiş, hatta belki on sekiz-yirmiymiş gibi bir izlenim var. Yaşı söyleniyor da ben mi atlıyorum, yoksa yazarın ayrıksı üslubunun bir gereği olarak doğrudan söylenmiyor mu, bilmiyorum. 
*
Roman geçmişte geleceği yaşıyor. Aşağı yukarı yüz yıl önceki bir zamanda geçiyor ama sanki bizim zamanımızda bile değil, gelecekte geçiyormuş gibi. Zaman zaman bir bilimkurgu romanı okuyormuşum gibi geliyor.

17 Şubat. Serge on sekiz yaşına girdi. Askeri Havacılık Okulu'na yazıldı. Kısa –birkaç ay süren– bir eğitimle pilot oldu. Birkaç kez uçtu da. Şu an bir tür stajyer pilot. Neler olacak bakalım. Onu olağanüstü denebilecek bir ustalıkla, handiyse kaşla göz arasında pilot yapan yazar, bakalım bir savaşa yollayıp başına bir şeyler getirecek mi? Kitabın arka kapağında Birinci Dünya Savaşı'na gözlemci pilot olarak katıldığı yazıyorsa da bu bir ipucu sayılmaz. Keşke hiç arka kapak yazısı da yazılmasaydı.


Yeri gelmişken, kitabın kapak tasarımını çok beğendiğimi söyleyeyim. Belki de Notos'un en iyi kapağıdır. 
*
Serge'in ailesinde bir Fransızlık olduğu baştan beri seziliyordu. Bugün anne tarafından Fransa'ya dayandığını okudum. Babasıysa İngiliz. İngiltere'de yaşıyorlar.

Carrefax'lerin memleketi Versoie'nin nasıl okunduğuna dair bir fikrim yok. Bu adda gerçek bir yer var mı, yoksa yazarın kurduğu bir yer mi, onu da bilmiyorum. Versoye mi, Vörsoye mi, yoksa bunda da mı bir Fransızlık var; Vöğsuaye mi? Kitap boyunca hem duyulduk hem de duyulmadık yer adlarıyla karşılaşıyorum.

*
Serge bir hastalıktan ötürü bir süre hastanede yatmak zorunda kalıyor. İngiltere dışında, galiba bir İskandinav ülkesinde, bir hastanenin bulunduğu Kloděbrady adında bir kasabaya gidiyorlar.

“Kan,” diyor Doktor Filip kavanoza işaret edip. “Sende kaşektik bir durum var: bağırsakların yüzünden kendi kendini zehirliyorsun. Ptomaine zehri, toksinler, patojenlerin hepsi kana karışıyor. Ne kadar koyu renk olduğuna baksana.” “Koyu renk olan şey kan mı,” diye soruyor Serge. “Yoksa–” “İkisi de koyu,” diye cevabı yapıştırıyor Doktor Filip. “Ve eğer tedavi edilmezse başka şeyler de kararacak. Senin içinde atardamarlara, karaciğere, böbreklere ve ötesine salgılanan bir zehir fabrikası var. Onu engellemediğimiz takdirde beyni de karartır.” (s.142).
1910'lar... Savaş yılları... Britanya İmparatorluğu'nun  ve diğer Avrupa devletlerinin yayılma politikaları... Fransa, Rusya... Yüzyılın başında dünyanın, özellikle de Avrupa ve Orta Doğu'nun durumu... Bu kaotik ortamda etkileri günümüze değin sürecek bilimsel gelişmeler, ciddiyetle yapılan çalışmalar... Yaşanan, belki de Avrupa'nın ikinci bir rönesansı... Ve işte tüm bunlarla Serge'in yaşamı birbirine paralelmiş gibi, dahası, aynı meselenin iki farklı boyutuymuş gibi önümüze seriliyor.
“Senin vücudundaki sorunun aynısı bunların kafalarında var,” diyor, Serge'i bürosuna geri götürüyor, bu arada yeniden onun bağırsaklarını dikkatle dinlemeye koyuluyor. “Avrupa'nın kanı zehirlenmiş; Avrupa kaşektik olmuş. Sistemin içi çürümüş, patojen mikroplarla dolmuş. Siyah safra artık her yerde: mela chole. Herkesin bakış açısı tıpkı seninki gibi bir bulutla kaplı.” (s.147).
 *
Roman dört ana bölümden oluşuyor. Şimdi ikinci bölümün başındayım. Bu bölümün adı Oluk. Neden oluk, nedir oluk, bilmiyorum. 
*
Nihayet ortaya bir C çıktı. Acaba bu C kitaba adını veren C mi? Bir yerlerden başka bir C çıkar mı ki? Stajyerliğini tamamlayıp pilot olan Serge gidip birliğine katılıyor. Birliğin komutanı Serge'e üç uçuş planı olduğunu, kendisinin C-Uçuşu'nda yer alacağını söylüyor. 
*
“Arzı endam ediyor,” cümlesi sık sık geçiyor. Hangi İngilizce ifadenin karşılığı olarak çevrilmiş, merak ediyorum.

19 Şubat. Dün yoğun bir gündü, kitabı hiç okuyamadım. 


İkinci bölüm de bitti. Üçüncü bölümün adı Çarpışma. Serge'in babası ve ailesi ortalıkta hiç görünmüyor artık. Serge savaşa katılıyor. Subay oluyor. Almanlarca esir alınıyorlar.
*
Tam Serge'in babası ortadan iyiden iyiye kayboldu derken tekrar ortaya çıkıyor. Serge eve dönüyor çünkü. Döndüğünde Versoie'de hayat durmuş oluyor sanki. Ama zaten hep böyle durgun değil miydi burası? Tuhaf bir yer. Olabildiğince hareketlilikle olabildiğince durağanlık bir arada barınıyor Serge'in baba evinde. Fakat şimdi, Serge'in savaştan dönüşüyle sanki artık yalnızca durağan bir yer.

Serge'in annesinin yaşlanmış olduğunu okuyoruz burada. Haliyle babasının da yaşlanmış olduğu sonucu çıkıyor.

*
Evde ne savaştan ne de Serge'in dönüşünden konuşuluyor. McCarthy pek çok şeyi okurun tamamlaması için öylece bırakıyor. Serge'in savaştan dönüşü sanki geçen hafta bir yerlere gitmiş de bu hafta geri dönmüşçesine sunuluyor. Babası eski işini sürdürüyor. Bilim yapıyor Simeon Carrefax. Radyo dalgalarının etkisi altında bir yaşam sürüyor. Oldukça tutkulu bir bilim adamı. Kendini büsbütün işine, hayallerine adamış biri.

“Şu anlatacaklarımı hayal etmeni istiyorum,” diyerek Serge'e sırrını açıyor babası, sanki birileri onlara kulak misafiri oluyormuş gibi sesini alçaltıyor, “yalnızca hayal et: eğer tarihte heyecan veya acı verici olayların hepsi gökyüzüne bizim sonradan bulabileceğimiz böylesi dalgalar yaymış olsaydı – o zaman Hasting Savaşı'nı görebilir, suikaste uğramış Caesar'ın üzüntüsünü, baştan çıkarılırken Aziz Anthony'nin yaşadığı ıstırabı gözlemleyebilirdik. Bu anlattıklarım hemen şu anda, çevremizde hâlâ gerçekleşiyor olabilirdi.” (s.288).
*
Yüz yıl önceki Avrupa'nın içinde bulunduğu buhran dolu hava gayet iyi hissediliyor. Yalnızca ön planda olup bitenler değil, arka plandakiler de iyi fark ediliyor. 
*
Kitap tarihe göndermelerle dolu. Geçmişle bugün sıklıkla aynı potada harmanlanıyor. Sözgelimi, bir bakıyorsunuz, kendilerine Amazonlar adını vermiş Londralı bir grup genç kızla İskit'in amazon kadınları bir sahnede ustalıkla bir araya getiriliyor.
*
Hikâye artık büsbütün Serge'in etrafında dönüyor. 
*
Serge savaştan döndükten sonra okumaya karar veriyor. Ama ne okuyacağına dair verilmiş bir kararı yok. Londra'ya taşınıyor. Bir mimarlık okuluna kaydoluyor. Fakat Londra'da da pek kalmıyoruz, bir de bakıyoruz ki Mısır'dayız. Mısır, bilindiği gibi, bir İngiliz sömürgesi, Serge oraya gidip İmparatorluğa ait işlerde çalışacak.

Bu noktadan itibaren Serge sanki hayatın anlamını sorgulamaya başlıyor. Okumaya karar verişi, Mısır'a gidişi sanki hep bundan ötürü.

*
Cupid, Sophia, sizigi sözcükleri farklı bağlamlarda yeniden ortaya çıkıyorlar. Cupid, romanın ilk bölümünde Gündüz Okulu öğrencilerinin bir gösterisinde canlandırılan bir karakterdi. Sophie zaten Carrefax'lerin kızıydı. Gerçi burada Sophia diye geçiyor. Üçüncü bölümün hemen başında, Serge Havacılık Okulu'nun sınavında sorulan sorulardan birini, Güneş ve Ay tutulması nedir'i yanıtlarken sizigi sözcüğü çıkmıştı karşımıza. Burada gerçek anlamıyla, bir astronomi terimi olarak geçiyordu. Şimdi ise “Gnostiklerin Bilgeliği. İsa'nın Sizigi'si” cümlesinde geçiyor. Ne yazık ki buralarda kitaba tam hakim değilim, bir şeyleri kaçırıyorum galiba. Metroda rahat okunmuyor. Bunun yanı sıra, bir yandan okurken bir yandan da kafamdaki başka şeylerle meşgulüm.
*
Kitap boyunca Almanca, Fransızca ifadeler geçiyor. Fransızcaları az buçuk çıkarıyorum, Almancalar hakkında hiçbir fikrim yok. Buna rağmen Google Translate'i açma gereksinimi duymuyorum.

20 Şubat. Kitabın sonlarına yaklaştıkça baştaki gibi doğru dürüst alamıyorum notlarımı.
*
Romanın son bölümünde nihayet C çıkıyor karşımıza. “C her yerde,” diyor Serge'in muhataplarından biri. “C nedir?” diye soruyor o da. “Karbon'un simgesi:” diyor adam, “hayatın temel bileşeni.”
*
Kitabı bitirdim. Son üç-beş sayfayı okurken, bütün romanın bu son sayfaları hazırlamak için yazılmış upuzun bir giriş olduğuna karar verdim.

Serge carbonisé oldu. Yani öldü. Ölümü de elbette yaşamı ve kendisi gibi olağan dışıydı. Büyük bir sinema salonunda, devasa bir perdede bir başıma bir bilimkurgu filminin son sahnelerini izliyor gibiydim sanki.



***

Yaşamın anlamlılığıyla anlamsızlığının bir bütün olduğu... Benim C'den anladığım bu oldu. Bu tür kitapları bitirince on yıl sonra bir daha okurum niyetiyle kapatıyorum. Bakalım o zaman başka bir şeyler de anlayabilecek miyim?

2 yorum:

  1. Hey,benim de listemde var bu kitap! =) O yüzden yorumları, aldığınız notları şimdilik atlıyorum =)

    Hoşça kalın =)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O vakit sana şimdiden iyi okumalar diliyorum. Selamlar... :)

      Sil

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git