21 Şubat 2019

1600

Beş yılı aşkın bir süre önce bloğumdaki 800. kaydı şöylece bırakmıştım. Bininciden de söz edeceğimi söylemiş ama zamanı gelince etmemiştim. Geçen ay fark ettim ki blogda bugüne dek yayımladığım kayıtların sayısı 1600 olmak üzere. O zaman bunu da şöyle not almak namına bloğa yazıvereyim de kilometre taşı oluversin, dedim. Bakarsın beş yıl sonra 2400 oluverir.

Zaman durmaz, dünya döner, köprülerin altından nice sular akar gider. Böyledir. Mühim olan, sular akıp giderken ne yaptığımızdır. Köprüde durup altından akan suları izleyerek yıllarımızı tüketebiliriz mesela. Ya da yollara düşüp başka başka köprülerden geçebiliriz. Hayat insanlara altın tepside sunmaz kendini, mücadele esastır. Mücadele dedin mi çokluk insanların aklına canla başla bir işe koyulmak gelse de hayattaki mücadelelerin ezici çoğunluğu sessiz sakin bir biçimde olur. Her sabah kalkıp şehrin gürültüsüne karışıp akşam yorgun argın eve dönmek, bu şekilde yıllarını harcayıp gitmek esaslı bir mücadele değil de nedir mesela?

Benim blog maceram olabildiğince sakin geçti, geçiyor. İnternette kendimce yazıp çizmeye başladığımda henüz daha ne Web 2.0 denen şey duyulmuştu ne de blog sözcüğü. Somut konuşursak, 2002'nin sonlarından beri öyle böyle internette çiziktiriyorum. Aya ayak basan ilk insan olan Amerikalı astronot Neil Armstrong, "Benim için küçük, insanlık için kocaman bir adım," demişti, benimki tam tersi, bir insanın kişisel tarihinde azımsanmayacak bir süre on beş-yirmi yıl. 

Blog yazma nedenim üzerine belki başka zaman uzunca bir şeyler yazarım. Şimdilik kısaca şunu söyleyeyim. Toplumumuz ne yazık ki ileri derecede riyakârlaşmış bulunuyor. Eskiden hırsız hırsızlığının, ahlaksız ahlaksızlığının farkındaydı hiç olmazsa, bugün artık ahlaksızlık ahlak halini almış durumda. İşte böylesi bir toplumda pek konuşmak istemiyorum kendi adıma. Sözün işe yaramayacağını düşünüyorum çünkü. Pek çok ortamda sessiz kalmayı yeğliyorum böylece. Kimi zaman da dinlemek daha iyi geliyor konuşmaktan. Hatta çoğu zaman. Gelgelelim konuşma ihtiyacı da başlı başına bir ihtiyaç, bir biçimde gidereceksin. Sözün kısası, sussan olmuyor, konuşsan olmuyorsa ne edeceksin? Blog yazıyorum işte. Hem zaten, söz uçar, yazı kalır, dememişler mi? Yazı söz gibi değil, uçup gitmiyor, kalıyor kaldığı yerde, dileyen okuyor, dilemeyen okumuyor. Benim blog yazmaktaki asıl gayem (sanırım) bu.

Uzatmayayım. Blog maceramın sonunu hiç düşünmedim. Şu vakte kadar yazarım, sonra bırakırım, şöyle yaparım, böyle ederim filan demedim. Doğrusu bunu bir macera olarak da hiç görmedim. Kâh yavaş kâh hızlı adımlarla sürdürdüm. Sürdürmeye de devam edeceğim. Hayat ilginç bir trene benzemeye devam ettikçe bloglamaya devam edeceğiz.

1 Şubat 2019

Azıyla yetinemediğimiz tek şey aşktır

...
(Bu tür davranışlarım belki de çok önceden bir başkasıyla, ilk sevgilimle başlamıştı. İlk menekşe demetimi onun için almıştım; tam ona uzatırken çiçekler elimden kayıvermiş, o da farkında olmadan [?] üzerine basıp ezmişti.) İnsan gençken bu gibi küçük olaylar çok can sıkıcı olabiliyor.
Kuşkusuz genç değilim artık – bu da her şeyi daha da can sıkıcı, söylemeye gerek yok belki, daha da gülünç yapıyor. Tek fark, sözlerime kulak verin, işin içine aşk girdiğinde hiçbir şey, hiç kimse hiçbir durum o denli gülünç olamaz. Azıyla yetinemediğimiz tek şey aşktır. Ve yeterince veremediğimiz de odur.
Henry Miller, Uykusuzluk (Insomnia), Notos Kitap.
Sayfa başına git