27 Aralık 2015

Delik deşik olmuş, köhne, kara bir çadırı andırıyordu...

Akşamüstü esrar mangalının başından kalktım. Odamın penceresinden dışarı baktım. Kapalı bir kasap dükkânıyla kara kuru bir ağaç görünüyordu. Karanlık gölgeler birbirine karışmıştı. Her şeyin boş, gelip geçici olduğunu hissediyordum. Katran karası gökyüzü sayısız parlak yıldızla, delik deşik olmuş, köhne, kara bir çadırı andırıyordu. Bu sırada sela duyuldu. Zamansız bir selaydı. Güya kadının biri, belki de o şırfıntı doğuruyordu; oturmuştu kerpiç üstüne. Bir köpeğin çenilemesi de karışıyordu sabah selasına. Düşündüm de, herkesin gökyüzünde bir yıldızı varsa, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı.
Sâdık Hidâyet, Kör Baykuş.

Uygarlık Tarihi

© Eric Lowenbach

23 Aralık 2015

Tıraştan sonra portakal iyi gider

Biz bazı erkekler, sakalımızın çıkmasına henüz upuzun yıllar varken, ilk tıraşımızı ne zaman olacağımız bile bütünüyle muğlak bir meseleyken tıraş olmaya imreniriz. Durup dururken ortaya çıkan bir imrenme değildir bu elbette, babamıza bakarak karar veririz buna. Babamızın tıraş oluşunu büyük bir keyifle ve de içimiz gide gide izler, biz de bir an önce büyüyüp tıraş olmak isteriz.

Zaman akıp gider, nihayet büyürüz. Tıraş oluşumuzun vakti de gelir çatar. Başlarda biraz hevesle tıraşımızı oluruz olmasına, bir zaman sonra o da öteki tüm hevesler gibi kaçar gider. Yaş da biraz ilerleyince, hele de otuzları görünce, kalırız ikide bir tıraş olmak zorunda oluşumuzun verdiği keyifsizliğimizle baş başa.

Çocukken çok istediğimiz şeyleri bugün hiç istemediğimize göre bugün çok istediğimiz şeyleri de gelecekte, diyelim yirmi yıl sonra, hiç istemeyeceğiz sonucunu çıkarmalı mıyız buradan, ne dersiniz? Eğer böyle bir şey varsa, o zaman en akıllı insan hiçbir zaman hiçbir şey istemeyen insandır diyebiliriz rahatlıkla, değil mi? Dileyen düşünedursun, ben bilgisayarın başından kalkıp bir tıraş olayım. Sonra da portakal soyarım herhalde.

22 Aralık 2015

Bugün öğleden sonra

Şu an koridorda, pencerenin yanında oturuyorum. Birkaç ay önce kondu bu koltuklar, önlerinde sehpa da var, ne güzel. Bilgisayarın pili bitmek üzere ama hemen arkamdaki duvarda priz de var. Pencereden gelen ışıktan ötürü karşıdan gelip geçenlerin yüzünü seçemiyorum. Demin bir kadın gülümseyerek, "Merhaba," deyip geçti, ben de aynı şekilde karşılık verdim ama kimdi bilemedim. Bir tek çaycı amcayı çıkarıyorum, sık sık geçiyor, odalara çay götürüyor. Onu da yürüyüşünden tanıyorum. Bu binada belki de en çok onu görüyorum da adını bilmiyorum. 
***
Ne olduğuna dair hiçbir fikrimin olmadığı bir meyve ağacı var dışarıdaki bahçede, olgunlaştıkları için yere, ağacın dibine düşmüş meyveler, kimse de toplamıyor. Bazen içimizdeki kibirli bir ses bize çok şey bildiğimiz yönünde yalakalık eder. Bazense içimizdeki ağırbaşlı bir ses, aslında pek de bir şey bilmediğimizi, bilmediklerimizin bildiklerimiz yanında hiç kıymetiharbiyesi olmadığını bize fısıldar. Bu ses bana şu anda gene fısıldıyor işte. Bir ağacın ve meyvesinin adını bilmiyorum. Yalnızca birinin mi? Hayır, tanımadığım yüzlerce ağaç olduğuna kalıbımı basarım. 

Bütün ağaçları zaten tanıyamayız ki, diyeceksiniz. Evet, öyledir, bütün ağaçları nasıl tanıyalım? Ama öteki şeylerin de bütününü tanıyıp bilemeyiz. Bütün insanları, bütün memleketleri, bütün düşünceleri, bütün duyguları bilemeyiz. Ve ne edersek edelim hiçbir zaman her şeyin bütününü bilip tanıyamayacağız.
***
Kendi memleketimde ilk kaybolduğum gün... Hafızamı epey bir zorluyorum ama bir türlü hatırlayamıyorum o günü. Yalnızca hatırlar gibi oluyorum. Tek bildiğim o zaman küçük bir çocuk olduğum. Herhalde hayli bir tedirgin olmuşumdur. Oysaki şimdi kendi memleketinde kaybolmak, bana sorarsanız öyle kolay kolay bulunamayacak bir şey.

21 Aralık 2015

Bir uzun gece daha

Bu gece kış. Kuzey Yarımküre'de, yani burada en uzun gece yaşanacak. Tam da şu anda yaşanıyor işte. Ben bilgisayarın karşısına oturmuş bu yazıyı yazmakla meşgulüm. Ama dünyamızın nüfusu yedi milyarı geçti biliyorsunuz, kim bilir, şu anda bu yedi milyar insan neler yapıyor? Bizim ev halkı salonda televizyon izliyor, onu biliyorum da, ya diğerleri?
Sevgili eş dost, bu paragrafı bu bloğa yazalı tam iki yıl olmuş. Gördüğünüz gibi, iki yıl önce aşağı yukarı bu saatlerde yazdığımda bizim ev halkı salonda televizyon izliyordu. Şimdi evde değilim ama büyük olasılıkla gene aynı şeyi yapıyorlardır. Öte yandan, yedi milyarı aşkın insanın şu an ne yapıyor olduğuna dair merakım gitgide azalıyor, zira biliyorum ki en az yüz milyon insan şu an Facebook'ta, orada burada dolaşıyor.
***
Herkes kendi zamanını yaşar. Gün gelecek, benim hep burun kıvırdığım, hiç beğenmediğim bu zamanı insanlar büyük özlemlerle anacaklar. Belki ben de anacağım; büyük konuşmak kimin haddine bu devirde. Bak mesela, iki yıl öncesinden söz ederken bile az biraz da olsa hayıflanıyor insan. Hele on yıl öncesinden...

Zaman denen bu anlaşılmaz, bu bilinmez edilmez çarka en dirençsiz varlıklar biz insanlarız. Düşünün, bir taş bile milyonlarca yıl yaşıyor bu dünyada, bir taş. Gerçi, bir yıl yaşasa ne yazar. Birkaç günlük ömrü olan kelebek bile kelebekliğini doya doya yaşarken biz insanların haline bak. Herkes kendi zamanını yaşar. Bizim payımıza düşen de bu, yapacak bir şey yok.
***
Bu gecenin en uzun gece olması, an itibariyle kış mevsiminin de başlamış olduğu anlamına geliyor. Bu, takvime göre kış elbette, gerçekte Ankara'nın kışı yirmi gün önce, aralığın hemen başında başladı. Son bir-iki gündür akşamları hava epey sert.
***
Geçenlerde Ankara'ya dört dakika kadar kar yağdı, millet çok sevindi. Baktım, elli yaşlarında bir amca balkona çıkmış kameraya çekiyor yağan karı. Karşı binanın yangın merdivenine çıkmış bir kız da sırtını kara dönmüş selfie çekmeye çalışıyordu. Herhalde hemen Facebook'a atmıştır çektiği fotoğrafı. Arkadaşları da altına yorum morum yapmıştır. İşte, yaşadığımız zamanın ruhu bu. Girdisi çıktısı tartışılır, üzerine çok konuşulur ama bizim zeitgeist'ımız bu.
***
Kışa girdiğimiz için günler de epey kısaldı. Öğleden biraz sonra akşam oluveriyor. İkindiyle akşam bir oluyor. Ama telaşa mahal yok, yarından tezi yok günler uzamaya başlıyor. Bu da gezegenimizin zeitgeist'ı. Bizimki gibi oynak değil, hep aynı. 
***
Bu aralar sık sık kitabevlerine girip bakınıyorum. Alacağımdan değil, ne olup bitiyor, onu merak ettiğimden. Genellikle Dost'a ve YKY'ye gidiyorum. Malum, güz sonu - kış başı filmlerde olduğu gibi kitaplarda da çıkış zamanı olarak iyiden iyiye benimsendi artık. Millet para kazanma derdinde tabii, geçim zor. Yeni kitaplar peş peşe çıkıyor.

Popülerleşen kitaplara karşı bir türlü yıkamadığım, doğrusu pek yıkmak da istemediğim bir önyargım var, böyle kitaplara elim gitmiyor, alıp okuyamıyorum. On dokuz-yirmi yaşlarımda Zülfü Livaneli'nin romanlarını severek okurdum, son yıllardaysa romanları art arda çıkmasına karşın hiç okuyasım gelmiyor. Ahmet Ümit için de hesap aynı. Onun da kitaplarını hiç okuyamıyorum. Bir tanesini elime almıştım birkaç yıl önce, onu da ablam vermişti, al oku diye, ancak yarısına kadar gelebilmiştim.

Birkaç yıl önce edebiyat dergilerinde toplu ölüm olayları görüldü bir ara, neyse ki şu an durum fena gözükmüyor, Türkiye gibi bir ülkeye göre şu an için edebiyat dergilerinin niceliğinde hiçbir sıkıntı yok. Niteliğinde var mı yok mu bilmiyorum, hepsini her ay alıp inceleyecek vaktim de yok param da.

Kış da başlamış olduğuna göre bahara hepi topu doksan gün kaldı demektir.
***
Blogger amcamız belli ki şu Takipçiler aracına bir el atmış .Uzunca bir süredir sorunluydu, takipçilerden birine tıklandığında pencere görüş alanının dışına çıkıyordu. Bu sorun halledilmiş ama bu kez de takipçi sayısı düşmüş. Galiba pasif durumdaki hesaplar silinmiş. Üzerlerine kar yağmış herhalde.

20 Aralık 2015

Yazarı aradan çıkarmak

Kapitalizmin henüz bizim köye uğramadığı zamanlarda köylülerden birinin aklına filanca ustaya bir mutfak rafı yaptırmak gibi olabildiğince parlak bir fikir geldi bir gün. Fikrin parlaklığı oranın bir köy olmasından ileri geliyordu elbette. Sözgelimi, bir köy değil de bir kent olsaydı, mutfağa duvarlardan birini kuru kuruya kaplayacak bir raf yaptırıp taktırma fikri herhalde alelade bir fikirden öteye geçmezdi. Rafı yapıp mutfağın duvarına çaktı usta. Köylük yerde, bilirsiniz, her yeniliğin hemen yayılması gibi bir gelenek vardır. Biri evine yeni bir şey aldı mı ötekiler de ardı ardına alırlar aynı şeyden. Bizim köylüler de mutfaklarının duvarına raf yaptırmak için sıraya girdiler. Usta da rafları yapıp duvarlara çaktı. Fakat bir gün fark etti ki, insanlar eserini beğenip övüyorlar da hiç onun adını anan yok. Yaptığı rafların karşılığında hakkını alıyordu elbette. Almasına alıyordu da, aldığı el emeğinin hakkıydı, halbuki o, edilen iltifatlardan da hakkını istiyordu. İltifatlar da, dedim ya, ona değil eserine, yani yaptığı raflara ediliyordu. İşte o günden sonra usta yaptığı rafların üzerine adını yazmaya başladı. Böylece kendi hakkını sembolik olarak kendisi almış oluyordu.
***
Yazar da tıpkı usta gibi el emeğinin karşılığı dışında iltifat bekler mi acaba? Beklememesi için bir neden göremiyorum ben. Son hesaplaşmada usta da yazar da emek harcayarak ortaya bir yapıt çıkarmışlardır. Harcanan emeğin yalnızca kol gücünden ibaret olmadığı, işin içinde kafa gücünün, ve tabii bir de gönül gücünün olduğu da bilinmelidir. Gelgelelim, ustanın köylülerden aldığı para, yazarın satılan kitabından aldığı para yalnızca el emeğinin karşılığı olarak görülür. Peki, acaba yazar da usta gibi para dışında iltifat da bekler mi? Bir diğer soru da şu, acaba yalnızca kitaplarından elde ettiği parayla yetinen, gerisini önemsemeyen, yani iltifat beklemeyen yazar var mıdır?

Fakat bu iki sorunun yanında üçüncü bir soru var ki asıl merak ettiğim de o. Acaba sürekli yapıtından söz edilip kendinden hiç söz edilmeyen yazar, yani, deyiş yerindeyse aradan çıkarılmış olan yazar, tıpkı bizim köydeki usta gibi bir tür kıskançlık krizine girer mi? Eğer bu sorunun yanıtı evetse, bu kıskançlığı gidermek için yazar ne yapar? Ustanın yaptığını yapmaz kuşkusuz. Yaptığı rafların üzerine adını yazıyordu usta. Ama zaten yazarın adı da kitabın üzerinde yer alıyor. Alıyor almasına da, rafla kitap bir değil ki...

Hakikaten meraklık bir mesele. Kitabından söz edilip kendinden hiç söz edilmeyen yazar evinde Facebook'un karşısına geçip suratını sarkıtıyor mudur?

19 Aralık 2015

Dünya boş mu?

Eskiler "Dünya boş," demişler. Peki ama neden böyle demiş olabilirler? Dünyanın boş olmadığını hepimiz görüyoruz işte. Milyon kadar şey var içinde. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar, sular, topraklar, yollar, binalar, arabalar, şunlar, bunlar... Say sayabildiğince. Aklına gelip gelebilecek ne varsa hepsinin içinde bulunduğu bir yer boş olur mu hiç? 

İşte bunu epey bir merak ettikten sonra bir gün merakıma son vermeyi düşündüm. Altı ay kadar önceydi. Biraz düşündüm ve, "Dünya boş," diyenlerin bunu demekle ilk elden anladığımız şeyi değil, fakat başka bir şeyi kast etmiş olabilecekleri biçiminde bir yorum yaptım. Çok geçmedi, buna kendimi inandırdım ve hipotezimi kurdum. Evet, "Dünya boş," diyenler, "Dünyanın içinde hiçbir şey yoktur," demek istemiyorlardı, anlatmak istedikleri başka bir şeydi. Araştırmama hiç zaman kaybetmeden başladım. Ve nihayet bugün aradığım cevaba ulaşmış bulundum.

Çalışmam henüz yayımlanmadığı için araştırma sürecim hakkında şimdilik ne yazık ki bir şey söyleyemeyeceğim. Sadece sonucu bildireceğim kısaca.

Efendim, elde ettiğim verilere göre "Dünya boş" sözünü ilk olarak kullanan kişi bizim köyde Pisagor olarak bilinen ünlü İyonyalı filozof Pythagoras'mış. Gelgelelim Pythagoras tam olarak böyle dememiş. Bir başka deyişle, onun sözü zamanla biraz kısalarak bu hali almış. İyi güzel de ne demiş Pythagoras? Ne diyecek, "Dünya boşluktadır," demiş. Sonra da izah etmiş zaten, "Dünya uzay boşluğunda hareket eden bir cisimdir," demiş. Tabii, Pythagoras'tan bahsediyoruz burada, dünün adamı değil yani, milattan önce bilmem ne zaman yaşamış. Bundan ötürü, söylediği söz de zaman içinde biraz değişikliğe uğramış. "Dünya boşluktadır" sözü ilkin "Dünya boşlukta" halini almış. Sonra, "Dünya boşluk" olmuş. En sonunda da günümüzdeki halini alıp "Dünya boş," biçimine girmiş.

İşte böyle sevgili dostlar. Bilimsel ilerlemenin neredeyse durduğu, bilim diye ortalıkta binbir türlü zırvanın döndüğü bu ülkede bilime böylesine katkılar yaptığım için ne kadar berhudarım bilemezsiniz. 

12 Aralık 2015

Motif

Evlerinin önü boyalı direk,
evlerinin önü yonca,
evlerinin önü mersin,
evlerinin önü handır,
evlerinin önü yoldur...

Kimdir bunlar? Neden evlerinin değil de önünün üzerinde duruluyor bu kadar? Acaba evlerini saklamışlar da yalnızca önü mü görünüyor gelene gidene? Ahretlik sorular...

11 Aralık 2015

Bir elma kendi kendine büyür dururdu o sıra...

kıyıdaki elma'ya bir ses

ey canımın güftesi eylülün ikinci haftasıydı o sıra
bana gülümseyerek getirdiğin bir bardak suydu o sıra

hatırla denize hiç bakmadık çünkü kıyısındaydık
bir elma kendi kendine büyür dururdu o sıra

bir kıyı ikindisiyle bir elma öyle kendiliğinden
büyürler bir öfkenin ya da bir dağın yanısıra

bir kıyının beslerliği bir elmadan ayrılmaz gibi ama
elma soğuk bir kış akşamında bile yenir ısıra ısıra

bir öfkeyi diriler durmadan elma, ovadan gelir
elbet küfelerle sandıklarla hüzünlerle ardı sıra

ey geçmişten gelen konuk sonsuz düğmelerimi tut
yerlerini yadırgayan sonsuz iliklerin adına

ey canımın güftesi denize hiç bakmadık hatırla
tek pencereli bir odada elma yedik ısıra ısıra

elmanın topraktan süzdüğü gemilerin denizlerde gezdiği
bir tatildi bir geçiştirmeydi yalnızlıktı bir kusura

neydi ne doğruydu nerden vardık yakışmıyor konuşmak bize
öyle barışlar okuyup yalnızlığı yaşamak kara kara

ey canımın güftesi ey penceresi bütün sıkıntılarımızın
bizim babalarımız neden ölürlerdi hatırla sıra sıra

bu söylediğim iyi bir şarkıdır elle bile hatırlanır
yani şu, ateş ve deniz buluşurlar bir limanda arasıra

yani şu, elma yenir ve balık durmaz kaçar
ama yenilmezler artık buluştukları sıra

Turgut Uyar

10 Aralık 2015

İşte benim farkım

Biliyor musunuz, ben bu ülkeye Milli Eğitim Bakanı olsam, Sophia Loren Ortaokulu diye okul olur bu ülkede. Ve daha neler neler.

8 Aralık 2015

Yumurta 12 sarısı

Sabah erkenden metroya bindim. Her günkü gibi kalabalıktı. Trenin içi tıka basa insan doluydu, iğne atsan yere düşmezdi. Böyle durumlarda ayaktakiler için tutunmaya gerek bile yoktur, çünkü sıkışıklıktan yalpalamak, hele düşmek mümkün değildir. Geçelim, anlatacağım mesele bu değil.

Bir ara baktım kızın biri çantasından defter kalem çıkarıp yazmaya başladı. Sabah sabah ne yazacak diye meraklanacağım tuttu benim de. Göz ucuyla izlemeye koyuldum. Az sonra şunları okuyabildim:
* un 400gr.
* yumurta 12 sarısı
* 3 tam yumurta
* 1 çay kaşığı zeytinyağı 
* 1 çay kaşığı süt
Evet, tam olarak böyle; önce yıldızını koydu, sonra yanına malzemesini yazdı. Bu listede bir şey daha vardı da ne yazık ki onu aklımda tutamadım. Bunları nasıl tuttun, diye soracak olursanız, ezberledim. Evet, bildiğiniz ezberledim. Çünkü henüz oracıkta bunu bloğa yazmaya karar vermiştim. Verince de aklımda tutmam gerekti haliyle. Ben de ne yapayım, tıpkı ilkokul çocukları şiir ezberler gibi üst üste tekrarladım içimden. Ve işte görüyorsunuz, gayet başarılı bir biçimde de ezberledim.

Ben ezberlemekle meşgulken tren durdu, sanırım Akköprü durağıydı, bizim yazmanın hemen önünde oturanlardan biri kalkıp inince boşalan yere bu geçip oturdu. Bu kez sayfayı çevirip başka bir şeyin tarifini yazmaya koyuldu. Başlık da attı fakat maalesef okuyamadım. Bu sayfaya yazdıklarından da şunları koparabildim:
Kuşkonmaz
Ravioli
Buraka
Penna cotta
Bu kez de aynen böyle, yanına yıldız koymadan yazdı. Buraka ile penna cotta'nın ne olduğu hakkında bir fikrim olmadığı için dikkatlice bakmaya çalıştım, evet, tam olarak böyle yazıyordu. Unutmadan söyleyeyim, yazısı da gayet okunaklıydı kızın. Halbuki ben çiviyazısı yazan öğretmenler bile bilirim. Ne diyorduk, kız bir ara benim onu izlediğimin farkına da vardı sanki. Vardı da oralı olmadı. Sonra, çantasını mı dizinin üzerine koydu, başka bir şey mi yaptı, ne yaptıysa defterin pozisyonu değişti, değişince de yazılanlar tamamen görüş alanımın dışına çıktı. Böylece sabah macerasının sonuna gelmiş olduk.

Herhalde bir pastanede çalışıyordur, diye bir tahminde bulundum. Fakat söyler misiniz Allah aşkına, bu malzemelerle ne yapılır? En çok da o bir çay kaşığı sütü merak ettim, bir çay kaşığı sütten ne olur yahu, koysan ne koymasan ne? Sonra, buraka da neyin nesi? 

Bir daha da kimsenin defterine bakmayacağım. Sonra meraklanıyorum böyle.

7 Aralık 2015

İzler

Karların üzerinde tilkinin ayak izlerini gören bir çocuk, bir tilki buldum diye sevinir. Halbuki tilki kendini kaybettirmek için bırakmıştır o ayak izlerini.

5 Aralık 2015

Kilit

Elinde sepetiyle seksen yaşlarında bir kadın geliyor karşıdan. Yanıma varınca duralamadan, "Çiçek toplamaya gidiyorum," diyor. Bunu, kışa kesen bu güz gününde söylüyor. Meraklı bakışlarımla beni geride bırakıp yolunu sürdürüyor. Fakat biraz sonra durup dönüyor. "Ben genç kızlığımda da hep böyle ederdim," deyip uzaklaşıyor.

4 Aralık 2015

Takvim ne işe yarar?

2016 yılına girmemize üç-dört hafta bir şey kaldı şurada. İki bin on altı yıl çok uzun bir zaman. Uzun ama göreceli olarak uzun. Mesela, benim ömrümle karşılaştırdıkta epey uzun; benim bu dünyada geçirdiğim zamanın aşağı yukarı altmış katına karşılık geliyor. Öte yandan, uygarlık tarihine vurduğumuzda, görmezden gelinecek bir süre olmasa da kaydadeğer bir süre de değildir iki bin on altı yıl. Uygarlık tarihini Neolitik'le başlatırsak, Neolitik'in başlangıcı olarak da yuvarlak hesap MÖ 10.000'i alırsak, bizim bu 2016'nın uygarlık tarihinin çeyreği bile etmediğini görürüz.
***
Bundan tam iki bin on altı yıl önce, yani MÖ 1 yılında yaşayan biri, acaba bir yıl sonrasının uygarlık tarihi için çok önemli bir dönüm noktası olacağını biliyor muydu? Tabii ki bilmiyordu, nereden bilsin garibim? Zira o tarihin milat olacağı tam 1582 yıl sonra belli oldu. Demek istediğim, şu an kullandığımız ve iki bin on beşinci yılını bitirmek üzere olduğumuz takvim 1582'de yapıldı. Başlangıç yılı olarak da İsa'nın doğumu kabul edildi. Bu, sıfırdan ortaya çıkan bir takvim değildi, MÖ 45'te kullanılmaya başlanan Jülyen takvimin temelleri üzerine kurulmuştu. Bir de, bu yeni takvimi yapan kişi bir papaydı (XIII. Gregorius), dolayısıyla da İsa'nın doğumunu başlangıç alması anlaşılmayacak bir mesele değil.

Varmaya çalıştığım yer aslında şurası, günümüzden iki bin on beş yıl önce yaşayan insanlar, herhangi bir zamanda yaşadıklarını sanıyorlardı. Nereden bilsinlerdi bir başlangıç yılında yaşadıklarını? Fakat hiç de haksız sayılmazlardı, çünkü zaten yaşadıkları zaman herhangi bir zamandı. Takvim dediğin nedir ki? Son tahlilde yapay bir enstrüman. MÖ 1 ile MS 1 arasında hiçbir bakımdan fark yoktu. Çok çok, -1'de doğan bir çocuk +1'de iki yaşında olurdu.

Acaba gelecekte de, örneğin bin yıl sonra da, vatandaşın birinin kafasına eser de yeni bir takvim yapmaya kalkarsa, başlangıç olarak bizim bu zamanımızı alır mı? Bilemeyiz. Ama bilsek ne yazar? Doğrusu, biz ölüp gittikten bin yıl sonra zamanımızı başlangıç olarak kabul edecek bir takvimin yapılması bizim için hiçbir anlam ifade etmez. Kaldı ki, değil bin yıl sonrasında, bunun bugün yapılması bile bir şey değiştirmez. Önümüzde tüm çıplaklığıyla bir gerçek duruyor; dünya durmadan dönüyor, güneş yirmi dört saatte bir doğuyor. Zaman kendi bildiği aralıklarla adımlarını atıyor. Biz dilediğimiz gibi zamanı kâğıt üzerinde kesip biçelim, bölüp parçalayalım, günlere, haftalara, aylara, yıllara, devirlere, çağlara ayıralım, ne değişir?
Sayfa başına git