31 Ocak 2017

Her şey tamam da, bu yazının başlığını ne koysam yahu?

Birkaç rüya gördüm her zamanki gibi. Şu an hatırlamıyorum ne hakkında olduklarını. Tek hatırladığım, ne sevimli ne de sevimsiz rüyalar olduklarıydı. Gözümü açtığımda saati tahmin etmeye çalıştım. Yataktan çıkmadan uzanıp perdeyi açtım. (Perdeyi açmak: Bir perde nasıl açılır ki? Enteresan! Vizontele'deki çocuğun deyişiyle, enteresan!) Uzandım gene. Yüzüm dışarıya dönüktü. Karşıdaki binanın duvarına, pencerelerine bakıyordum. Saat dokuz-on civarı bir şey olmalı, diye tahmin yürüttüm. (Acaba bu yeryüzünde ilk tahmini kim yürüttü? Nereden nereye yürüttü? Bunlar da sorulası sorular kardeşim.) Saati nasıl tahmin ettiğimi sordum kendime. Binanın duvarına bakarak günün hangi saatinde olunduğu nasıl tahmin edilebilir? Sonra etrafta sesler olduğunu fark ettim. Gündelik sesler yani. Dışarıdan, rastgele gelen sesler. İşte, saati asıl bu seslere bakarak tahmin ettiğimi anladım. Öyle ya, sabahın köründe gelen sesler farklı olur, değil mi? Akşam üzeri gelenlerin de farklı olduğu gibi.

Saate bakmadan önce kitabımdan bir bölüm okumaya karar verdim. Yanıbaşımda iki kitap duruyordu. Biri kara, öbürü ak kapaklı. Kara kapaklı kitap demek Yapı Kredi Yayınları demek, ak kapaklı kitap demekse Can Yayınları demek, biliyorsunuz, söylememe lüzum yok. (İşte böyle, bazı şeyleri söylememize lüzum olmadığını kendi ağzımızla söylememize rağmen gene de söyleriz.) Bu iki kitabı dün yatmadan hemen önce çantamdan çıkardım. İlkin ak olanı aldım, bir sayfalık Giriş bölümünü okudum, son satırlara gelince aklımı veremediğimi gördüm. Sonra karayı aldım, biraz bakındım, onu da doğru dürüst okuyamayacağımı gördüm. Bunun birkaç sayfasını geçen gün kütüphanede okumuştum da.

Dün gece yatağa girmeden önceki iki-üç saati masada, bilgisayar başında, ara sıra kalkıp çay may almak suretiyle oturarak geçirmiştim. Kelimelik oynadım. Oraya buraya baktım. Aklıma bir şey takıldıkça hemen açıp Wikipedia'ya baktım çoğu kez yaptığım gibi. Falan filan. Fakat yatağa girince içimin hiç de rahat olmadığını, canımın sıkıldığını gördüm. Uykum zaten yoktu. Demek ki bilgisayar, başında oturduğum o iki-üç saat boyunca beni uyuşturmuş, can sıkıntımın farkında olmamamı sağlamıştı. Kitap da okuyamıyordum, çünkü, dedim ya, kafamı veremiyordum. Neyse ki korktuğum olmadı, çok da debelenmeden, yatakta bir yarım saat, kırk dakika kadar kafamdaki dağınık düşünüşlerle hemhal olduktan sonra uyumuşum.

Kelimelik diyordum, birkaç aydır kapatmıştım, oynamıyordum, geçen gün gene açtım. Tee o zaman oynadıklarımın adları hâlâ kayıtlı, çoğunu yenmişim. Mesela biriyle sekiz oyun oynamışız, durum 6-2. Oyun isteği gönderdim, kabul etti. Beş oyun daha oynadık, beşinde de yenilince artık benimle oynamayacağını söyleyerek çıktı. Başkalarıyla oynadım ben de.

Kara renkli kitabı geçen gün Aze benim için aldı, onların kütüphanesinden. Bizimkinde yoktu çünkü. YKY'nin Kızılay'daki kitabevinde bile yoktu, Tunalı'daki şubede bir tane varmış yalnızca. Oraya da kim gidecek şimdi, diye söylenmiştim içimden. Kitabı çantamda epeyce dolaştırdım son on günde. Benimle birlikte gelmediği yer kalmadı. Şehir şehir. Fakat hiç açıp bakmaya fırsatım olmadı. Çok doluydum yani. Ak renkli kitabıysa dün bizim kütüphanelerin birinden aldım. Yolum o tarafa düştü, hazır gelmişken uğrayıp aldım. (Ne kadar muğlak konuşuyorum böyle.)

Elime aldığım kitabın ilk bölümünü, geçenlerde kütüphanede okumuştum ya, bir kez daha okudum ve kalkıp yataktan çıktım. Saat onu bir şeyler geçiyordu. Dün akşam yapıp bir-iki kâse kadarını yediğim çorba henüz burada duruyorken şimdi kim kahvaltı hazırlar, dedim kendime. İşin gerçeği, hazırlamaya üşenmiştim. Çorba sağ olsun, imdadıma yetişti. Hemen ısıttım, oturup kaşıklamaya başladım. Fakat bir yumurta haşlamayı da araya sıkıştırdım. Onu da çorbadan sonra yaptığım kahveyle yedim. Tuzlayarak. Her zaman yaptığım gibi. Benim yumurtayı nasıl tuzladığımı bilen bilir. (Çorba yenilir mi, içilir mi, yıllardır düşünüyorum?)

Söylemeyi unutmuşum, çorbadan önce, yani kalkar kalkmaz dolabın içini şöyle bir elden geçirdim. İçindeki kitaplardan bazılarını bugün götürmem gerek. İkisini Serdar'dan ödünç almıştım, bir hafta bende kalsınlar dediydim de galiba iki haftayı da doldurdular. Üçü de bizim kütüphanenin, götürüp iade edeceğim. Bir poşet bulup bunları içine koydum. Dosya mosyalar, kâğıtlar hep karışmış, onları da düzenledim. Ondan önce de tabii yüzümü yıkamıştım. 

Kahvemle yumurtamı içip yedikten sonra tıraş oldum. Hayatımın daimi işkencelerinden biridir sakal tıraşı olmak. Peki, tıraştan sonra ne yaptım? Hatırlayamıyorum, iyi mi. Sonra, götürüp fotokopilerini çekeceğim, taratacağım bir şeyler vardı, bilgisayara kaydetmiştim, onlar neydi, bir bakayım, derken bilgisayarı açtım. Açmışken, telefona atıp otobüste filan dinlemek üzere masaüstüne attığım bir-iki müzik parçası gördüm, onları gönderdim telefona. Birini çocukluk arkadaşım, akrabam İsmail'le ekibi söylüyorlar. Aynı şekilde, tablete atmak için masaüstüne ayırdığım birkaç e-kitabı gönderdim. Sonrasında ne oldu, onu da anımsamıyorum, bir baktım ki Kelimelik'te oyun oynuyorum gene. Jardzy bloğa yorum yapmış, bir ara onu görüp yayımladım. Velhasıl, bilgisayar başında ne kadar oturduğumu şu an kesinlikle saptayamayacak durumda olduğumu belirtmek istemekle birlikte, yarım saattir bu yazıyı yazdığımı dile getirmek de beni mutlu edecektir.

Yazıya oturmadan hemen önceyse pilav yaptım. Bir şeyler yiyip öyle çıkayım, dedim de ondan ötürü yaptım. Tel şehriyeli pirinç pilavı. Neden pilav, diye sorulacak olursa daha pratik bir yemek bilen varsa beri gelsin derim. Yumurta kırma hariç. (Bu "pratik yemek" sözü de ne kadar itici duruyor yahu!) Şu an pilavım hazır. Yazının yarısındayken kalkıp söndürdüm. Yiyip çıkacağım birazdan. Gelgelelim... Saat dördü geçiyor, ben varasıya Serdar gitmiş olur, okul tatil olduğundan kütüphane de erkenden kapanmış olabilir. İyisi mi gidip gölde biraz yürümek. Tam olarak şu anda biri bağırıyor dışarıdan. Ne dediği anlaşılmıyor. Bir sokak satıcısı olmalı. 

Her şey tamam da, bu yazının başlığını ne koysam yahu? Sahi, ne koysam?

29 Ocak 2017

Hayde

Evin tek çocuğuydu. Bundan ötürü her gün kahvaltısını eder etmez birilerini bulup onlarla oynamak için dışarı çıkardı. En yakın evden başlayarak kapının ya da pencerenin önüne gider, yaşıtlarına, "Haydi gel, oynayalım," diye seslenirdi. Gelirse gelirdi, gelmezse bizimki başka kapıya, pencereye gider, aynını yapardı: "Haydi gel, oynayalım." Bir zaman sonra mahalleli alıştı bu duruma. O kadar ki kimse adını anmaz oldu, herkes ona "Haydigel" demeye başladı. Misal, komşu evlerden birine arkadaşını sormaya gittiğinde evin kadını çocuğuna, "Oğlum, arkadaşın Haydigel seni çağırıyor," derdi. Tuhaftır, kendisi de zamanla bu Haydigel adını benimsedi. Adını soranlara Haydigel diyordu artık.

Günlerden bir gün ailesi ekonomik nedenlerden ötürü Almanya'ya göçtü. Haydigel'in okula orada devam etmesi gerekiyordu haliyle. Gideli henüz kısa bir süre olmasına karşın meraklı bir çocuk olan Haydigel biraz Almanca öğrenmişti bile. Nitekim babası onu okula yazdırmaya götürdüğünde müdür adını sorunca bunu anladı ve hemen atılarak "Haydigel" deyiverdi. Kaydı yapıldı, pazartesi gelip okula başlaması söylendi. Pazartesi günü 3/A sınıfının öğretmeni sınıf listesinde yeni bir ad olduğunu fark etti. İşte bu ad, sahibi gelecekte ünlü bir filozof olacak olan Heidegger'di.

27 Ocak 2017

Pencereyi açın, son birkaç gündür uçabiliyorum

Pencereden dışarı bakınca karşıdaki çatıda yağmurda başını eğmiş, hareketsiz duran bir kuzgun gördüm. Çok sonraları bile hâlâ orada, kıpırdamıyor ve donuyor, yalnız ve kuzgun düşüncelerine dalmış olarak öylece tünemiş. İçimi kardeşçe bir his kapladı ve göğsümü bir yalnızlık hissi doldurdu.
***
İnsan yürürken fırlatıp atılmış birçok şeye rastlıyor.
***
Yağmurun sırılsıklam ettiği bir tarlada bir adam bir kadını yakalıyor. Çimler çamura boyun eğip dümdüz olmuş.
***
Bir İspanyol rahip kötü bir İngilizce ile ayini okuyordu; berbat tonlarla fazla güçlü mikrofona şarkı söylüyordu ama arkasındaki taş duvarda biraz sarmaşık vardı ve serçeler şakıyordu. Serçeler mikrofona o kadar yakındı ki rahip duyulmuyordu. Serçelerin sesleri mikrofonla yüz katına çıkmıştı. Sonra genç bir kız merdivenlere yığıldı ve öldü. Birisi kızın dudaklarına soğuk su sürdü ama kız ölümü tercih etti.
***
"Orman," dedim sık sık, hakikat bizzat ormanın içinde geziniyor.
***
Nehre fırlattığım boş süt kartonu benden önce Paris'te olacak.
***
Dedim ki, pencereyi açın, son birkaç gündür uçabiliyorum.

Werner Herzog, Buzda Yürüyüş: Münih-Paris, Jaguar Kitap.

15 Ocak 2017

Göç'üş

Rüyamda kendimi bir kuş olarak görüyorum. Mevsim değişiyor, değişince de göç zamanının gelip çattığı söyleniyor. Herkeste bir telaş, bir telaş. Ben oralı değilim. Göçse göç, bana ne? Ne var ki meselenin beni aştığını anlıyorum kısa süre sonra. Herkes göçe katılacak, görünen bu. Evet, beni göçmeye zorlayan eden yok ancak herkes gidince ben yalnız kalacağım, bu çok açık. Şu halde ne yapmalı? Çaresiz, göçe katılmalı, elden bir şey gelmiyor.

Göç yolu boyunca düşünüp duruyor, yer yer içimi yiyorum: Neden benim istediğim olmuyor? Neden yerimde yurdumda kalmıyorum da gönülsüz olduğum bu göçe katılıyorum? Arkadaşlarım, yoldaşlarım yolculuğu keyifli kılmak adına hep bir şeyler yapıp ediyorlar da ben böyle düşüncelerle tamamlıyorum işte. Bir yanıt da bulamıyorum kafamdaki onca soruya.

Göç tamamlanıyor. Yeni yerimize varıyoruz. Bambaşka bir memleket. Hava serin, bu iyi hiç olmazsa. Kafile ağaçlıklı bir yere konuyor. Yaşlılar biliyor burayı, gelip gitmişlikleri çok. Benim gibi gençlere yol yordam gösteriyorlar. Bizi boş ağaçlara yönlendiriyorlar. Şuraya, buraya yuvanızı yapın, diyorlar. Hayatımda hiç yuva yapmamışım. Zaten de gencim, geçen yıl çıkmışım yumurtadan. Gönülsüzce işe koyuluyorum. Çer çöp, dal budak toplamam gerekiyor yuvamı kurmak için. Gelgelelim iş hiç hoşuma gitmiyor. Derken gözüme bir evin damı ilişiyor. Dümdüz, toprak bir dam. Neden bu ağacın çatallanmış dalları arasına güç bela yuva yapmak için uğraşıyorum ki, diye geçiriyorum içimden. Geçirmekle birlikte de aklımdakini uygulamak üzere uçup o damın üzerine konuyorum. Çok hoşuma gidiyor bu yer. Tamam, yuvamı buraya yapacağım. Şu yandaki ağaçların gölgesinin vurduğu bir yere. Oracıkta işe koyuluyorum. Koyuluyorum koyulmasına fakat öteki kuşlardan hemen itiraz sesleri yükselmeye başlıyor. Orada yuva olmaz! Oraya yuva yapılır mı be! Damda da yuva mı olurmuş! Böyle bir yuva nerede görülmüş! Bir dolu itiraz. Soruyla karşılık vermeye başlıyorum. Neden olmasın? Olmaması için engel ne? Damda yuva yapılmaz diye kanun mu var? Kim demiş dünyanın bütün yuvaları ağaçta olacak diye? Ne ki sorularım para etmiyor. Adamakıllı bir yanıt alamıyorum hiçbirine. Kuşlar karşı çıkıyorlar fikrime ama buna bir dayanak sağlayamıyorlar. Anlıyorum ki tartışmak boşuna. Tamam, diyorum, ben yuvamı buraya yapacağım, siz ne derseniz deyin. Kararım bu, bir yuvanın yalnızca ağaca yapılmadığını göstereceğim onlara. Kulaklarımı tıkayıp işime dönüyorum. O esnada uyanıyorum.

14 Ocak 2017

Küçük kız bundan ağladı

Ben de henüz büyümüş sayılmazdım, fakat yeğenim o zaman küçücük bir şeydi. Eğer kafası gerçekten acımış olsaydı çocukluğun doğası gereği hemencecik ağlaması gerekirdi. Kafasının acımadığı apaçıktı. Zaten de taş, dedim ya, kafasına değil, tokasına değmişti. O halde niçin ağlamış olabilirdi?
***
Kadınların ağlamak için belli bir nedene gereksinim duymadığını, bazen sırf ağlamak gerektiğini düşündükleri için ağladıklarını ben işte o zaman öğrendim.


Geçen yıl bugün sorulmuş sorunun kendimce yanıtı.

12 Ocak 2017

Soğuğun ve geçip gitmişliğin kenti

Bu coğrafyanın insanıyım ben de. Bu soğuk hava, yerdeki bu kar, havadaki bu kar kokusu... Öyle tanıdık.
*
İki-üç saat boyunca durmadan kar yağıyor. Yollar, kaldırımlar hep kaplanmış. Çocukluğumun manzarası bu. Hiç değişmemiş. Hiç değişmeyecek. Harika! Geçmişe ait bir şeylerin değişmeyecek olma olasılığı... 
*
İnsanlar... Kayıp düşmemek için daimi bir teyakkuz halinde yürüyenler, soğuktan bedenini büzüştürüp duranlar, bir an önce içeri girip ısınmak isteyenler... Hayatımın gelip geçmiş hemen her kışının manzarası bu. Yabancısı değilim. Böyle soğuk havalarda insanı ısıtan üstündeki kalın giysilerden çok böylesi tanıdık bildik manzaralardır işte. 

Burası Kars. Soğuğun ve geçip gitmişliğin kenti.


9 Ocak 2017

Köye Yolculuk

Köye gidilecek. Dolmuşun yanında bekliyoruz. Esasında "dolmuş" buralara pek yabancı bir kelime. Minibüs. Hata, şoförün adına ekleyerek: falankesin minibüsü, filankesin minibüsü. Çoğu köyün tek minibüsü vardı eskiden. Şimdi devir değişti, yaygınlaşan yalnızca internetli telefonlar neyim değil, taşıtlar da epey çoğaldı. 

Köy yolu açık mı kapalı mı bilmiyoruz. Açıksa nereye kadar açık, kapalıysa nereye kadar kapalı? Köylüler kar kışta şehre inmeye pek bir gönülsüz doğal olarak. Mühim bir işi olmadan kimse evden çıkmak istemez bu soğuk havalarda. Bundandır, minibüsü bekleyen yalnızca beş kişiyiz. Şoför de gelecek, altı. Doğrusu, köyün son minibüsü bu. Zati hepi topu iki tane var. Öbürü bir saat önce hareket etmiş. Birkaç köylü onunla gitmiş, bizse bununla gideceğiz işte. Akşam olmak üzere.

Şoförümüz geliyor, biniyoruz, hareket ediyor minibüsümüz. Köyün imamı da burada. Müftülükte işi mi varmış neymiş, bundan ötürü akşama kalmış. Yolculardan biriyse Vıladimir'in amcası, kahvede okey oynamaya dalmış. Oyun arkadaşları da bizim köyden ama burada, şehirde, şehrin sonradan göçle oluşma mahallelerinde oturuyorlar. Yıllar içinde peyderpey şehre taşınanlar... 

Araba neredeyse boş olduğundan her birimiz gönlümüzce yayılıyoruz. Herkese ikişer üçer koltuk düşüyor. Kısa sürede ısınıyor da. Radyatörler çalışıyor. Bu şoförün cömertliğini hep takdir etmişimdir. Öyle ya, cimriliğinden yolcuları donduran şoförlerin bol olduğu bir coğrafya burası. Soğuk mu soğuk bir coğrafya.

Ön koltukta, dayısının yanında şoförün yeğeni oturuyor. Günün girdisi çıktısını konuşuyorlar. Daha üç-beş yıl önce sessiz sakin bir ufaklıktı. Artık büyümüş. Efendiliğinden bir şey yitirmemiş olması sevindirici. İmamla Vıladimir'in amcası da ayrı bir konuda, aslında pek çok konuda konuşup duruyorlar. Arkalı önlü oturduklarından, birbirlerini görebilsinler diye ikisi de sırtını minibüsün camına dayamış. Bu coğrafyada imamlar arabanın ön koltuğunda oturur. Yıllar, sanırım hayli uzun yıllar içinde oluşturulagelmiş bir gelenek bu, imam geldi miydi en öndeki yer verilir, o da hayır demez. En azından görüp tanıdığımız imamların büyük çoğunluğu hayır demez. Ne ki değişen devir bu geleneği de yerinden oynatacak gibi. Fakat bu imam da biraz farklı biri. Genç de. Otuz yaşında var yok. Öyle saygı, hürmet beklentisi yüksek birine benzemiyor, iyi. Yani şöyle, şoförün yeğeni ön koltukta oturuyorken imam orta koltukların birinde oturmuş, bu durumu hiç dert etmiyor, Vıladimir'in amcasıyla keyifli diyebileceğin bir muhabbete girişmiş. Hem zaten adamcağız okeyci, kumarcı diyerek muhatabına sırt da çevirmiyor. İmamların yapmadığı şey değil.

Bu imamı ilk görüşüm. Minibüse binmeden biraz önce merhabalaştık. Siz köyün yeni imamısınız galiba, dedim, evet, dedi o da. Siz de filankesin oğlusunuz galiba, dedi. Evet, dedim. Babamın halini hatrını sordu. İyi, dedim, bildiğiniz gibi. Yalan söylemiştim. Zira ben de doğru dürüst bilmiyordum babamın halini hatrını. Pek durmadım üzerinde ama. Neticede bir imama ayak üstü söylediğim ilk yalan değildi bu. Hem, bir imama yalan söylemekle herhangi bir insana yalan söylemek arasında günaha girme bakımından bir ayrım olmadığını kavrayacak yaştayım artık. Neredeyse bir yıl oldu sizin köye geleli, diye sürdürdü imam. He ya, dedim içimden, en az neredeyse bir yıldır kendi köyüme gelmemiş olduğum anlamına geliyor bu.

Bir yol arkadaşımız daha var. Bir kadın. Kim olduğu konusunda, bizim mahalleden olmadığı dışında bir fikrim yok. Bizim köyün evleri bir dağ yamacının alt ve üst kısımlarına kümelenmiş olduklarından Aşağı Mahalle, Yukarı Mahalle adını almışlar. Bu kadın Yukarı Mahalle'ye gelin gelmiş olmalı. Hangi köyden gelmiş olabilir? İsteyerek mi evlendi acaba, yoksa istemeye gittiler de babası tutup verdi mi? Buralarda düzen böyledir. Kızlar durmadan bir köyden bir köye gelin giderler. Bizim köyden gidenlerin de haddi hesabı yoktur ya. Kadın suskun. Camdan dışarı bakıyor. Sanırım dışarıda kar yağıyor hafif hafif. Benim de güya yüzüm cama dönük fakat dışarısının farkında değilim. Karanlık da çöktü demin. Arabanın içi karanlık. Farların ışığı kar beyazı yola vurup yansıyor, içerisi azıcık onunla aydınlanıyor. Kış. Gün akşama yüz tuttu mu bir bakıyorsun oracıkta kararıyor hava. Kadın ne düşünüyordur, diye geçiriyorum içimden. Yaşını tahmin etmeye çalışıyorum. Bir fikrim yok. Belki çocuktur, henüz on yediye bile basmamıştır, belki de yirmi beşindedir. Köy kadıncağızları hep aynı biçim giyinirler, hal tavırları da birbirine benzer, bundan olsa gerek, yaşlarını kestiremiyorsun. Konuşmuyor da. Kiminle konuşacak? Şoförle yeğeni oralı değiller, imamla Vıladimir'in amcası kendi âlemlerindeler. Bense bir yabancıyım ona. Tıpkı onun da bana yabancı olduğu gibi. Önümdeki koltukta, karşı pencerenin yanında oturuyor. Ben en arka koltuktayım, sırtım cama dayalı, ayağımı bitişik koltuklara uzatmış vaziyette. 

Mezraya varıyoruz. Köyün birkaç kilometre altında kalan bir mezra. Öbür minibüs burada. Buraya kadar gelebilmiş, yolcuları yayan devam etmişler. Bizim de aynısını yapacağımız demek oluyor bu. Neyse ki hiçbirimizin ağır yükü yok. Benim yalnızca sırt çantam var. İniyoruz. Şoför sabah zorlanmamak adına şimdiden arabasının yönünü şehre döndürüyor. Köye doğru yola koyuluyoruz. Bir metre kadar kar var yerde. Yol arabalara kapalı, bize açık. Yürüne yürüne bir keçiyolu açılmış. İki kişinin yan yana yürümesine olanak tanımıyor ama. Diziliyoruz. Vıladimir'in amcası önden gidiyor, hemen ardından arkadaşı imam. Şoför kadını tanıyor. Şoför zaten köyün tamamını tanıyor. Üç yüz altmış beş günü burada geçiyor çünkü. Kadın şoförün, şoför de yeğeninin önünden gidiyor. Bense en arkadayım. Oldukça kişisel bir tercih bu. Zira ufaktan ufaktan kar yağıyor. Havanın yumuşak olduğunun bir diğer adı bu. Bir de dolunaylı bir akşam bu. Ağarık kar bulutlarının ardında kalmış olsa da dolunayın gücü dünyayı ışıtmaya yetiyor. İçim ne kadar sevinçle dolu, bir bilseniz. Bu akşam hiç bitmesin, yolumuz hiç bitmesin istiyorum. Bu tanımadığım kadının kafilede bulunuşu tam da bu nedenle bana bir şans. Yavaş yürüyor kadın. Biz ardındakiler de ona uyuyoruz işte. Ağır ağır ilerliyoruz. İmamla muhatabı arayı açtılar sayılır. Kadın bir yandan yavaş yürüyor, fakat öte yandan, nasıl demeli, epeyce sağlam bir insan, hiç duraklamıyor, oflayıp puflamıyor. Besbelli, bu coğrafyaya, bu hayata fazlasıyla alışkın. Benden daha alışkın. 

Karda yürüyoruz. Gelmeyeli çok olmuş. Köyümün dağlarına bakıyorum. Kurtların ötelerdeki yamaçlardan bize bakıp neler düşündüğünü kestirmeye çalışıyorum.
Sayfa başına git