28 Mayıs 2012

Göç Başladı

Dünyada sadece Van Gölü'nde yaşayan İnci Kefali balığı, yumurtalarını bırakıp üremek üzere denizden akarsulara doğru yol alırken dünyada eşi benzeri olmayan bir doğa harikasına imza atar. Akarsuların akış yönünün tersine yüzen balıklar, özellikle suyun yüksekten döküldüğü yerlerde, yüksekliği aşmak için "uçarlar". İşte bu sırada eşsiz bir görüntü çıkar ortaya. Dünyanın başka hiçbir yerinde rastlayamayacağınız bu doğa mucizesinin en iyi görüldüğü yer Erciş Balıkbendi Mevkii.

İnci Kefali Göçü Kültür Sanat Festivali, bu yıl 8-9-10 Haziranda yapılacak. Bu doğa harikasını görmeye, hepinizi Erciş'e davet ediyorum.

(Not: Erciş'teki bütün oteller depremde yıkıldı. Gelirseniz, sizi evimde misafir ederim.)

27 Mayıs 2012

İki Kelimenin Yolculuğu

Kot pantolonlara neden "cin" dendiğine dair bir fikriniz var mı? Peki, birçok kot pantolonun markasında yer alan şu "denim" sözcüğü neyin nesi, hiç düşündünüz mü?

Bir iki gün önce okuduğum "Pamuk Ülkelerine Yolculuk" kitabından öğrendim bu iki kelimenin kökenini.

Bulmacalarda sık sık karşıma çıkar, kot kumaşı diye sorulur, cevabı denim'dir. Meğer bu denim sözcüğünü dünya literatürüne Fransa'nın Nîmes şehri armağan etmiş. Nasıl mı?

"On altıncı yüzyılda Fransa'nın güneyinden kimi dokumacılar, ipekle yün karışımı, yanlamasına dokunmuş özel bir kumaş yaratmıştı." Bu kumaş türünün adı serj (serge) idi. Fransızlar ona, ortaya çıktığı yerden hareketle serge de Nîmes, yani Nîmes serji dediler. Serge de Nîmes diye yazdıkları bu söz Fransızcada serj dö nim biçiminde okunur.

Görsel: Mavi Jeans İnternet sitesi.
Bir süre sonra Fransızların bu dokuma şekli İngiltere'ye ulaştı. İngilizler bunu beğenip kısa sürede benimsediler. Fakat serj İngiltere'de pek kullanılmıyordu çünkü yün ve ipek yerini pamuğa bırakmıştı artık. İngilizler bu dokuma şekliyle pamuğu dokudular. Serj gittiğine göre artık serge de Nîmes, yani serj dö nim demelerine de gerek kalmadı. Tahmin ettiğiniz gibi baştaki sözcüğü attılar, geriye de Nîmes kaldı. Yani dö nim. İngilizler de bunu kendi dillerinde yazdılar. Denim diye bir sözcük ortaya çıktı böylece.

Jean'e gelince, artık rastlantı mı dersiniz, bu kelimenin de kökeni bir şehrin adı. İtalya'nın Cenova şehri. "Cenovalı denizciler, pamuk ve yün veya keten karışımı, son derece dayanıklı pantolonlar kullanıyorlardı. Fransız meslektaşları bu pantolonları benimsediler ve gênes adını verdiler." Gênes, Cenova'nın Fransızcadaki adıdır, jen diye okunur. Jen de zamanla jean'a dönüşmüş.

Gelelim bu iki kelimenin buluşmasına. Uzun yıllar boyunca denim ve jean varlıklarını ayrı ayrı sürdürdüler. Fakat "Atlas Okyanusu'nu geçtikten sonra birbirine karıştılar." Anlayacağınız, Amerikalılar jean yapmak için denim kumaşını kullandılar. Böylece her iki kelime de günümüze kadar kot giysiler için kullanılageldiler. Sahi, bu kot da neyin nesi?

24 Mayıs 2012

Pamuk: Bir Küreselleşme Deneyimi

Bu hikâye çok eski çağlarda başlar. 
Yoldan geçen biri, dallarının ucunda beyaz yumaklar olan bir ağaççık fark eder. Elini uzattığını tahmin edebiliriz. İnsan türü pamuğun yumuşaklığıyla tanışır böylece.

Metis Yayınları'nı çok severim. Her isteyenin at koşturduğu ülkemizin yayıncılık meydanında adı sanı belli olan, ne yapıp ettiğini bildiğim birkaç yayınevinden biri. Çeviri bir kitaba elimi attığım zaman, acaba kim çevirmiş, adam gibi çevirmiş mi, hırsızlık yapmış mı, dahası, çevirmen bir insan mı (öyle ya, daha önceki bir çeviriyi alıp bir iki değişiklik yaparak üzerine hayali bir isim yazıp piyasaya sürenler de var), işinin ehli mi?... gibi sorularla hiç zihnimi meşgul etmeme gerek bırakmayan, güvenli kalelerim dediğim yayınevlerinden biri.

Şu içinde yaşadığımız zamanı ve düzeni anlatan kitaplar ilgimi çeker. Küreselleşme Üstüne Küçük Elkitabı alt başlıklı Pamuk Ülkelerine Yolculuk, başka bir yayınevinden çıkmış olsaydı muhtemelen yine ilgimi çekecekti, en azından arka kapağını okuyacaktım, ama ne yalan söyleleyim, Metis'ten çıkmış olmasa herhalde arka kapaktan öteye gitmeyecektim.

Erik Orsenna bir Fransız. Çok lezzetli bir anlatışı var. Birkaç ülkeye yaptığı yolculukları anlatıyor hepi topu, ama bunlar baştan aşağıya bilgilendirici anlatılar. Pamuktan yola çıkıyor. Pamuk yetiştiren ülkeleri tanıtıyor. Küreselleşmenin olmazsa olmaz sistemi olan birileri üretir, başka birileri tüketir'in işleyişini hatırlatıyor bize.

Mali, ABD, Brezilya, Mısır, Özbekistan, Çin ve Fransa. Gezginimizin uğrak noktaları. Mali bir Afrika ülkesi. Pamuk yetiştirdiklerine dair hiçbir bilgim yoktu. Zavallı Afrika! Zenci kaderinden başka ona dair ne biliyoruz ki? Dünya pamuk üretiminde önde gelen ülkelerden biriymiş Mali. Zaten yazar rastgele seçmemiş gittiği yerleri. Dünya pamuğuna üretici veya pazarlayıcı olarak yön veren ülkeler adı geçenler. Fakat kendisi söylüyor olmasına rağmen üretimde söz sahibi olan diğer üç ülke, Hindistan, Pakistan ve Türkiye'ye neden uğramamış ki?

Mali diyorduk, çokça pamuk üretiyormuş. Üstelik nasıl zor şartlarda. Neredeyse tamamı bir zamanlar Avrupa'nın sömürgesi olmuş, şimdi de farklı kılıklarda ABD ve Çin'in oyun alanı olan Afrika ülkelerine serbest piyasa neden uğramamış acaba? Mali'de pamuğu halk üretiyor haliyle, ama ürettiren devlet. Fiyatlar mı? Onlar taa Amerika'da bir odada belirleniyor. Sen sadece üretebilirsin, elbette satabilirsin de, fakat hangi fiyata? İşte küreselleşme bu. Ne olduğunu daha iyi gösterebilecek bir örnek var mı? Afrikalıların, binlerce yılda atalarının tenini kapkara yapmış olan kızgın güneşin altında topladığı pamuğun fiyatı, binlerce km. ötede, okyanusun diğer tarafında birkaç adam tarafından belirleniyor: Küresel dünya, küresel layf.

Özellikle Özbekistan'dan da bahsetmek istiyorum. Bir ülke bu kadar mı sefalet içinde olabilir? Türkiye'ye şükrediyor insan vallaha. Bütün ülke, yaşlısı, genci, çocuğu; kadını, erkeğiyle pamuk toplama mevsiminde işini gücünü bırakıp tarlalara koşuyormuş. Memurlar işi, öğrenciler okulu, kadınlar evi bırakıp da gidiyormuş. Zorunluymuş anlayacağınız. Zira pamuk orada da devletin. Sovyetler tarihe karıştı ama Sovyet sistemi hâlâ devam ediyor. Gerçi başka şansları da pek yok sanki, yeni bir sistem kurmak kolay mı? Hele hele, bütünüyle sosyalist bir ekonomiden "serbest" bir ekonomiye geçince. Sudan çıkmış balığa döner insan. Fakat yine de düşünmeden edemiyorsunuz, hepi topu 27 milyon insanı doyurmak o kadar da zor olmasa gerek. Ama işte, Orta Asya'nın da Arap ülkelerinden pek geri kalır tarafı yok. Baştakiler hortum hortum götürüyor, olan zavallı halka oluyor. Son on yılda Orta Asya'da meydana gelen rengârenk devrimlerde de gördük ki halk baştakilerden hiç mi hiç memnun değil.

Gelelim Çin'e. Siz hâlâ Çin'in geleceğin süper gücü olacağı aldatmacasında olanlardan mısınız? O gelecek çoktan geldi beyler. Çin çoktan koltuğu Amerika'dan devralmış bulunuyor. İnsanlarının yaşam koşulları berbat elbette. Sefalet ne Özbekistan'dakiyle ne de Afrika'dakiyle boy ölçüşebilir. O denli büyük. Gelgelelim, Çin bu sefaletin üzerine bir süper güç kurmuş, nasıl kurmuşsa. Amerika dahil olmak üzere bütün dünya piyasalarına hakim durumda. Allah'ın işine bakın, dünyanın halihazırdaki en büyük kapitalizmi komünist bir parti tarafından yönetiliyor. Ve bizim ülkemizde hâlâ, bir iki Batı ülkesinde ekonomik kriz çıktı diye, sosyalizmin geri geleceğine ciddi ciddi inananlar var.

Hazır pamuktan yola çıkmışken şöyle bir bilgi vermiş olayım: "günümüzde, gezegen üzerinde ekilmiş olan pamuk fidanlarının üçte birinden fazlası genetik olarak değiştirilmiştir." İşte bu da zamanımızın bir diğer gerçeği. Böyle giderse çocuklarımız doğal'ın ne olduğunu zinhar bilemeyecekler.

Fazla uzatmak istemiyorum. Küreselleşmenin ne olduğunu merak ediyorsanız okuyun bu kitabı, çok şeyler öğrenirsiniz.

Son olarak, yazar bir iddiada bulunuyor: "Dünün ve bugünün küreselleşmelerini anlamak için, bir kumaş parçasını incelemek en iyi yol. İpliklerden, bağlardan ve mekiğin gelgitlerinden oluştuğu için kuşkusuz." En iyi yol mu bilmiyorum ama çok iyi bir yol olduğu su götürmez. Alın size enfes bir örnek:
On sekizinci yüzyıl.
Avrupa'yı pamuklu tutkusu sarar. Hindistan'dan ithalat yetmez olur. İplik eğirme ve dokuma makineleri icat eden İngiltere nöbeti devralmaya karar verir. Ona hammadde lazımdır. Sömürgesi Amerika, ona bu hammaddeyi sağlayacaktır. 37. paralelin güneyinde yer alan bütün bölgelerde (...) pamuk ekimi yapılır. 
Hasat için kol gücüne ihtiyaç vardır. İlk küreselleşme örgütlenir. Afrika, felaketi pahasına oyuna girer. Sanayileşme ve kölelik el ele ilerler. Manchester ve yöresi fabrikalarla dolarken, Liverpool, bir süreliğine, siyah köle ticaretinin merkezi haline gelir. 

23 Mayıs 2012

Yeryüzünün Adaleti

Ferit Edgü'nün Kedi ile Fare adlı öyküsünden.

Fare: (...) Ama bu arada, söyler misin, bize karşı düşmanlığınız nereden kaynaklanıyor?
Kedi: Bak, bunu bilmiyorum. Gerçekten iyi bir soru. Nereden kaynaklanıyor olabilir sizin türünüze olan düşmanlığımız? Bana bunu öğreten olmadı. Babamı tanımıyorum. Anamdan ise iki haftalık kadarken ayrılmışım. Ama ansırım, kendimi bildim bileli, sizin çıkardığınız en küçük bir tıkırtı, uykumdan uyandırır beni. Kulaklarım dikleşir, sesin nereden geldiğini saptamaya çalışırım. (...) Kısacası, hayır, sizlere niçin düşman olduğumu bilmiyorum. Ama nerde kokunuzu alsam, nerde tıkırtınızı duysam içimde bir öldürme isteği uyanıyor. 
Fare: Ama bu çok saçma, çünkü tek yanlı bir düşmanlık. Bizim size düşmanlık duyduğumuz yok ki. 
Kedi: Bilmiyorum, belki başa çıkamayacağınız için düşmanlık duymuyorsunuz. Ama sizin içinizde de, bize karşı bir kin olmalı. Ömründe ilk kez bir kedi gören bir fındıkfaresi bile kaçacak delik arıyor. 
Fare: Bu yalnızca bir korku. Yalnız sizden değil, insanlardan da korkup kaçıyoruz biz. 
Kedi: Kaçtığınıza göre bunun bir nedeni olmalı.
Fare: Söyledim, yalnızca korku. 
Kedi: Şimdi de korkuyor musun?
Fare: Evet. Böyle iki pençenin arasındayken nasıl korkmam?

21 Mayıs 2012

Tekno

Şimdiye kadarki hayatım ironilerle dolu geçti. Hiç okula gidememiş olan annem ne çok şey bilir. Üniversite mezunu birçok insandan daha iyi eğitmiştir kendini. Çoğu ülke ve dünya meselesi hakkında hem bilgi hem de fikir sahibidir.

Annemin hep şikayet edegeldiği bir konu vardır. Bazı kitap yazılarının küçüklüğü. Şimdilerde biraz azalmış olsa da, hep kitapların küçük yazılarla basıldığı, bunun da çocukların gözlerini bozduğundan yakınır.

Teknoloji. Bir yandan hayatımızı kolaylaştırdığı söylenen, ama bir yandan da altüst eden teknoloji.

Windows işletim sistemi yüklü bilgisayarınızın klavyesinden Ctrl tuşuna basıp faresinin tekerleğini çevirdiniz mi ekrandaki yazı bir salise içinde büyüyor.

Annem teknolojiyi hepimizden daha az kullanır. Teknoloji de en çok bizi kullanır.

Hayatım ironilerle dolu.

17 Mayıs 2012

Kurtlar, köpekler, koyunlar ve insanlar üzerine

Geçen gün bir kurt amcamın koyunlarının arasına dalmış. Akşam saat on bir sıralarında. Hava ısınmaya başladığı için koyunlar ahırda bunalıyor, bundan ötürü gece yarısına kadar dışarıda bekletilip o saatten sonra içeri alınmaya başlıyorlar. "Tam da kalkıp artık ahıra koyacaktım," diyordu amcam.

Amcamın evi köyün orta yerinde. Hayvanlar evin önündeki ağılda dinlenmeye çalışıyorlarmış. Ağılla ev arasındaki mesafe on metre var yok. Kurdun bu işe nasıl cesaret ettiğini hâlâ aklım almıyor. İlk duyduğumda bir ekip işi sandımdı. Bizim burada kurtlar yedi üyeli ekipler halinde dolaşır. Altı tanesi köyün dışında bekler, içlerinde en tecrübelisi gelip evlere fazla yaklaşmadan köpeğe görünür, köpek onu kovalar, o arkadaşlarının olduğu yere doğru kaçar, köpeğin bin yıllık içgüdüleri cesaretini alevlendirir, biraz sonra hayatının oyunu oynanacaktır ve işin ilginç yanı o bunun farkındadır; zafere emin adımlarla koşar, kurt biraz yavaşlar, köpek kendinden epey emin bir şekilde hızlanır, tam o sırada diğer kurtlar saklandıkları yerden çıkarlar. Köpeğin hiçbir şansı yoktur artık. Bin yıldır bu düzen böyle.

Köpeklerle kurtların kadim savaşı insanların birbirleriyle savaşına çok benzer. Kurt, köpek, ikisi de aynı aileden, amca çocukları, hatta kardeş. Evet evet, kardeş: biri Canis lupus, diğeri Canis lupus familiaris. İki kardeş bin yıllardır birbirinin kanına giriyor. Sebep? İnsanların sebebi bir fikir verebilir belki. 

Konumuza dönelim. Ben bu işi de bir kurt ekibinin kotardığını sandım ilkin, amcama geçmiş olsun dedikten sonra kaç "kişi" olduklarını sordum, oradakiler hep bir ağızdan "bir" dediler. Şaşırdım.

Tek başına bir kurt, dağda, kırda, bayırda değil, köyün orta yerinde bir ağıla saldırıp on dört koyunu bertaraf edebiliyorsa durup düşünmek gerek. Elbette bundan evvel düşünülmesi gereken bir şey var. Çoğu kez olaylar bizi yanlış yönlendirir, bakmamız gereken yere bakmayız da sonuç olarak yanlış kanılara varırız. Bu kez de tam öyle oluyordu ki aklıma geliverdi: köpekler neredeydi?

Yüze yakın koyunu olan amcamın neden bir köpek beslemediği bu konuştuklarım bağlamında asla anlaşılmayacak bir konu. Bunu bildiğimden hiç üstünde durmadım, sadece neden bir köpek almıyorsun ki, deyip geçiverdim, o da sırf demiş olmak için.


Görevini suistimal etmeyen köpekler de var. Geçen kış
komşu köylerden birinin köpekleri bir kurt indirdiler. 
Kurt köyün tam içine gelmiş ve köyün hiçbir köpeği ortada yok. Gerçekten çok ilginç. Hani olağanüstü koku alma yetisi? Hani görev bilinci? Hani zihniyet? Bu konuda beni kuzenim Faruk Abi aydınlattı. Bizim bir köylü, kışın şehir merkezine iner, yazın koyunlarını alıp köye, yaylaya gelir. Geçenlerde yine gelmiş, koyunlarıyla beraber dişi köpeğini de getirmiş. Dişi köpeğe halk arasında kancık derler, bilirsiniz. Kancığın çiftleşme döneminde civarda ne kadar köpek varsa hepsinin ağzının salyası akar, ona sahip olmak için. İşe bakın ki o hiçbirini kırmaz, hepsine gösterir ama sadece biriyle çiftleşir. Kurdun geldiği o gece köyün tüm köpekleri misafir kancığın davetlisi olarak kim bilir neredelerdi? Alın size insanlarla köpekler arasındaki bir benzerlik daha. Dişiliğin gücü erkekleri ne hale sokuyor.

Gelelim koyunlara. Sürü psikolojisinin insanı insanlığından uzaklaştırdığını biliyorduk da, demek ki hayvanı da hayvanlığından uzaklaştırıyormuş, ne diyelim. Kaçacak onca güvenli yer varken sen gel dağlara doğru kaç. Kurdun meskenine kendi ayağınla git. Evet, aynen böyle olmuş. Kurt sürüye dalınca amcamın koyunları dağa doğru kaçmışlar, biri de dememiş, evin kapısına yaklaşıp meleyeyim diye. Kurt dünyanın belki de en kaypak hayvanı, yakaladığını oracıkta öldürüyor. Uzun da sürmüyor bu iş üstelik, boğazına sokuyor dişlerini, on saniyede ölüyor koyun, ölmese bile yaşayacağı en fazla iki gün. Halbuki o "ayı" diye aşağıladığımız hayvan bir sürüye girdiğinde sadece bir tanesini yakalar, yer  ve gider. Kurt gibi değildir ayı, çok temiz bir hayvandır özünde. Kurt vakti varsa bin koyunu bile boğazlar. Her neyse, koyunlar diyordum, aptal hayvanlar, neylersin. "Koyun gibi" diyoruz ya, hiç de haksızlık etmiyormuşuz böyle diyerek.

Doğanın kanunu... İnsan doğaya parmağını soktukça doğa da kanununu değiştiriyor, bunda şaşılacak bir şey yok.

16 Mayıs 2012

"Çağdaş" Bir Şiir Denemesi

Biz Siz Onlar

Abraham: İbrahim

Samuel: İsmail
David: Davut
Solomon: Süleyman
Benjamin: Bünyamin

Peki ya Niyazi be kardeşim,

peki ya Niyazi?

Üç Dil

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler küfürler masallar da caba,
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime aslan ağzında
Her kelimeyi bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Canım ağzıma geldi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesini be
Gümbür gümbür gümbürdemesini bileceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernuş
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun

Bedri Rahmi Eyüboğlu

12 Mayıs 2012

Anne

Anneme, dünyanın o en güzel varlığına

Sen böyle ne kadar güzelsin anne,

Yıldızlar senin kadar güzel midir?
Çiçekler, kuşlar senin kadar güzel midir?
Dünyanın bütün güzellikleri senden güzel midir?

Elbette

sen varsın diye
yıldızlar bu kadar güzel,
çiçekler bu kadar hoş,
kuşlar bu kadar özgür.

Suyun akışı gibi

akıtıyorsun güzelliğini yüreğime,
sen su'sun anne.

Bir yürek nasıl bu kadar temiz olabilir?

Nasıl gökyüzünden daha engin olabilir?

Sevmek, söylemek, susmak,

hayal etmek, düşünmek,
hep sen varsın diye,
sen hayat'sın anne.

Dualarınla yaşıyorum,

merhametinle büyüyorum,
öz'ünle özgürleşiyorum.

Bundan ötürü

her gün yaşat beni diyorum anne,
büyüt beni
her gün büyüt.

Yer gök sevginle dolsun taşsın,

güzel yüreğin su olup aksın,
sen sev beni her şey sussun,
sen var ol anneciğim
zaman dursun.

Derdest Çağrışım (VIII)

Copyright  © Ahmet Coka

9 Mayıs 2012

Depremin 200. Günü

İster inanın, ister inanmayın, depreme yirmi gün kalmıştı ve ben yazmayı planladığım bir deprem öyküsünü kafamda kurmakla meşguldüm. Öykümde deprem şehri alt üst ediyordu. Tüm insanlar önce can havliyle oraya buraya kaçışıyorlardı, aradan birkaç saat geçmiyordu ki yağmalamaya başlıyorlardı şehri. Öykümün kahramanıysa büyük bir utanç duyuyordu; yapılanlardan değil tabii ki, insan olduğundan, insanlık paydasını onlarla paylaştığından.

(Öyküyü kurmaya çalışırken aklıma Bağdat geliyordu ikide bir. Hani 2003'te Amerika ele geçirirken nasıl da yağmalamışlardı şehirlerini Bağdatlılar.)

Bruegel'in Babil Kulesi.
Birbirimizi ne zaman kaybettik?
Kahramanımın aklına birden şehrin kütüphanesi geliyordu. Öylesi bir felakette hiçkimsenin aklının ucundan geçmez kütüphanenin yolu. Ortalık güllük gülistanlıkken bile geçmiyorken... Oraya gidiyordu ve içinde işine yarar ne kadar kitap varsa almak istiyordu. Hepsini alması elbette mümkün değildi, kollarını kalın kalın kitaplarla doldurup çıkıyordu. (Tekrar gelecekti nasıl olsa). İçi de pek rahattı, onca kitapla yıkılmış sokaklardan geçerken kendisini görenler ne diyebilirlerdi ki? Bu bir felaket zamanıydı, kimse kimsenin ne yaptığının farkında değildi. Hani sokaktan geçersiniz de şehrin çöplüklerini mesken tutmuş sahipsiz bir köpek öğle sonrası sıcağında bir duvarın dibindeki gölgelikte dinleniyordur, siz ona bakarsınız o size, geçer gidersiniz yanından, ona zarar vermediğiniz için minnettar kalır; kahramanım elinde kütüphaneden çaldığı kitaplarla giderken onu görenler öylece bakıp geçiyorlardı. Bir bakış, hepsi bu.

Ekimin başından ortalarına kadar kafamda dolandırıp durdurdum öyküyü. Kahramanımın konumu bana çok "romantik" geliyordu. Kitap götürüyordu alt tarafı, hem yağmalıyor da sayılmazdı, zira tek başınaydı. Diğer insanlar leş kargaları gibi dükkanları yağmalarken, ona biçtiğim aslan rolüyle o tek başına avlanıyordu. Hiçbir telaşa, aceleye yer vermiyordu.

Öyküyü buraya kadar kurmuştum. Ana ekseni de buydu zaten, ama devamı bir türlü gelmiyordu. Nasıl bağlayacağımı bilmiyordum.

***

Hayat seni sallar. Başlarda bütün sallanmaların farkındasındır ama hiç mi hiç kaydetmezsin, çok çok oyun sanırsın, beşiğinden yeni çıkmışsındır ne de olsa, alışkınsın sallanmalara. Sonra büyürsün yavaş yavaş, sallanmalar da sarsıntılara dönüşür. Gelgelelim, artık o kadar da farkında değilsindir. Sarsıntı daimidir çünkü.

Hayat seni sarsar. Üzerken de sarsar, mutlu ederken de. Sevdirirken de, nefret ettirirken de. Hele de büyütürken. Ama, dedim ya, farkında değilsindir olup bitenlerin. Çünkü o kadar profesyonelce yapar ki bunu, ayakların olduğu yerde duruyordur, bedenin dimdik ayakta.

© Ali Dağer
Deprem dediğin şey, daimi olan sarsıntının kendini bir anlığına fark ettirmesidir. Aç kalırsın birkaç gün, yiyecek doğru dürüst bir şey yoktur. Hatta su bulamadığın olur. Önemli mi? Tabii ki hayır: Ruhumuz aç susuz. Zihnimiz kupkuru.

Her cuma Somali'deki "aç" kardeşlerimiz için para toplanıyordu camide. Cebimde bozukluk varsa çıkarıp 1 lira atıyordum, geçip gidiyordum. Ne de rahattı içim. 1 lira. İki ekmek parası. Belki Somali'de üç ekmek bile ediyordur, kim bilir? Orada hergün açlıktan -evet gerçekten başka bir şeyden değil- çocuklar ölüyordu ve her akşam ana haber bültenleri pek sıradan bir haber olarak ne rahat verip geçiyorlardı. Ya biz? Ne rahat izleyip geçiyorduk. Hani adamın biri, İngiliz miydi kimdi o, bir kişi ölürse trajedi, yüz kişi ölürse istatistik yollu bir şeyler geveliyordu... Dedim ya, her gün sarsılıyoruz, farkında değiliz. Zamanımız hoyrat bir zaman. Halbuki o "eski" diye küçümsediğimiz zamanlar bizimkinden üstündü. Ne demişlerdi o eski zamanların birinde: tok açın halinden anlamaz.

Kendi zamanımızın yeryüzünü doldurmuş 7 milyar insanı, kaçımızın gönlü tok, soru bu.

***

23 Ekim günü masamda oturmuş bulmaca çözüyordum. Saate bakmamıştım. Birazdan bulmaca bitecek, ceketimi alıp çıkacaktım. Ayaklarım olduğu yerde sapasağlam duruyordu, bedenim de kendinden hayli emin görünüyordu. Neden sonra yerin ayaklarımın altından kayıp gittiğini hissettim. Kalktım. Tam sarsılacaktım ki sandalyeye tutundum. Hayret, neden böyle değişik hislere büründüm böyle? Birçok insanın aksine, hayattaki handiyse tüm sarsıntıların farkındaydım oysa.


Sayfa başına git