16 Aralık 2014

Başka dillere bulaşmak


Bulaştığım Dillerin İklimi

Fransızca: herşey sımsıkı yerliyerinde olmalı. 
Latince: Bir çeşit söz-geometrisi.
İngilizce: Kılıkırkyarmada birebir. 
Eski Yunanca: Gevşek-ciddi bir tatlılık.
İtalyanca: Şakımalı bir sarıp sarmalama. 
Almanca: Özenli bir balta girmemiş orman, akılcı-romantik. 
İspanyolca: Zengin, derin, gururlu, çölümsü. 

(Ya Türkçe? Türkçe: tüm öbür dilleri işittiğim kulak, konuştuğum ağız, öbür dillere dokunduğum el, öbür dilleri gördüğüm göz.) 

Yabancı bir dil öğrenmek, yalnız dil öğrenmek değildir. İnsan, dille birlikte, başta kendisi olmak üzere, hemen hemen herşeyi yeniden yaşayıp öğrenmek zorundadır.

Bazısı uygun düşse de yerici nitelemeler biryana, ne tezcanlı, ne toptancı yaratıklarız! Yabancı bir dilin çabuk öğretildiğine inanmışızdır bir kez. Oysa çoğun gönlümüzce at oynattığımızı sandığımız kendi anadilimizin bile pekçok yerini yöresini elyordamıyla biliriz. Yıllarca çalış çabala, yıllarca sev bağlan, bir de bakıyorsun ki limoncu kayığına ancak fesini atabilmişsin. Gerçekte öyle sözcükler, öyle dilsel anlatım olanakları var ki, onların tadını görevini iyice anlayıp uygulamak için birkaç insan yaşamı bile az.

Dillerin çokluğu kadar insanı darlıktan kurtaran, bağnazlıktan alıkoyup başka gerçekliklere anlayış ve hoşgörü uyandıran bir gerçek yok,– yeter ki gözü kulağı kısıtlamayalım.


Nermi Uygur
Her anadille başka türlü konuşur evren. 

İnsan, çeşit çeşit dillerde yatan, çeşit çeşit bilgeliklerin hakkını vermeyi öğrendikçe bilgeleşir. 

Başka bir dile bulaşmayan, anadilinin tadına varamaz. Yabancı dil öğrenimi, başka yararları yanında, bilinçli anadil sevgisinin vazgeçilmez koşuludur. 

Nermi Uygur, Yaşama Felsefesi.

12 Temmuz 2014

Zıt

Birbirinin karşıtı olan beş kelime kökü:
  • al - ver
  • iç - dış 
  • in - kalk
  • var - yok
  • yer - hava

Bunlara aynı sonekler getirilerek ortaya çıkan yeni kelimeler:
  • algı - vergi
  • içki - dışkı
  • indirim - kaldırım
  • varış - yokuş
  • yerli - havalı

Ek deyip geçmemek lazım. Kelimelerin fiziğini, kimyasını, biyolojisini altüst edebiliyor.

28 Mayıs 2014

Deli olmalı bunlar...

Deli olmalı bunlar, tımarhanelik deliler, diye düşündü kabil. Evet, umutsuzluktan delirmişlerdi, çünkü konuşuyorlar ama birbirlerini anlamıyorlardı, sanki sağır gibiydiler, giderek daha yüksek sesle bağırıyorlardı ama bir işe yaramıyordu. Farklı diller konuşuyorlardı; sanki her birinin dili diğerininkinden daha ahenkli ve güzelmiş gibi, kimi durumlarda birbirlerine gülüyor ve alay ediyorlardı. İşin tuhafı –ve kabil bunu henüz bilmiyordu–, bu dillerin hiçbiri daha önce yeryüzünde var olmamıştı, şu anda burada bulunan herkes başlangıçta aynı dili konuşuyor ve hiç güçlük çekmeden anlaşıyordu. Kabil'in şansı yaver gitti de ibranice konuşan bir adama hemen rastladı; ortaya çıkan kargaşada, şansına bu dil düşmüştü; kendilerini, sözlüksüz ve tercümansız, ingilizce, almanca, fransızca, ispanyolca, italyanca, euskara dilinde ifade eden, kimileri latince ve yunanca konuşan hatta –kimin aklına gelirdi ki– portekizce bile konuşan insanların ortasında, kabil az çok bir şeyler anlamaya başlamıştı. Bu kakafoni de neyin nesi diye sordu kabil ve adam cevap verdi, Doğudan gelip buraya yerleştiğimizde hepimiz aynı dili konuşuyorduk, Adı neydi dilinizin, diye sordu kabil, öğrenmek istiyordu, Başka dil olmadığından ada da ihtiyacı yoktu, dildi, hepsi bu.
José Saramago, Kabil.

3 Mart 2014

Dillerin kökeni üzerine bir makale

Diller Nereden Geliyor?
Merritt Ruhlen

Dillerin nereden geldiğini hiç sormayız kendimize, çünkü yanıtı biliyoruzdur: Fransızca Fransa'dan, İngilizce İngiltere'den, Çince Çin'den, Japonca Japonya'dan vs. Ancak birkaç bin yıl öncesine gittiğimizde bu dillerin hiçbirinin bu saydığımız ülkelerde konuşulmadığını, dahası, bu dillerin o zamanlar yeryüzünün herhangi bir yerinde hiç olmadığını görürüz. O halde bütün bu diller nereden geldi?

Bu sorunun yanıtı bazen çok açıktır ve herkesçe bilinir. Mesela biliyoruz ki İspanyolca, iki bin yıl önce Roma'da konuşulan Latincenin sonradan ortaya çıkan bir versiyonudur. Latince, Roma İmparatorluğu'nun Avrupa'yı fethetmesiyle yayıldı. Daha sonra İmparatoğluğun çöküşüyle birlikte Latincenin bölgesel lehçeleri zamanla günümüzün Latin (Romance) dillerine dönüştü: Sardinyaca, Rumence, İtalyanca, Fransızca, Katalanca, İspanyolca ve Portekizce. Bir dil ailesi, buradaki Latince örneğinde de olduğu gibi, tek bir ilk dilden evrilen bir dizi dilden oluşur.

Burada Latin ailesi, bize dil ailesi kavramı için iyi bir örnek teşkil ediyor, ancak bu olağandışı bir örnektir, çünkü burada, bu dillerin atası sayılan dil, yani Latince, bize sayısız kaynak bırakmış olan yazılı bir dildir. Halbuki bu duruma öyle her zaman rastlanmaz, pek çok örnekte, öbür dillerin atası sayılan dil yazılı kaynaklara sahip değildir ve onlara yönelik eldeki tek kanıt da günümüzdeki devam dilleridir. Ancak yine de yazılı kaynaklar olmadan da dil ailelerini birbirinden ayırt etmek, Tablo 1'de de görüleceği gibi, pek de zor bir şey değildir. Tabloda, belli bazı dillerde "el" (hand) anlamına gelen sözcükler arasındaki benzerlikler bize yalnızca Latin ailesini (İspanyolca, İtalyanca, Rumence) değil, aynı zamanda Slav ailesini (Rusça, Lehçe, Sırp-Hırvatça) ve Germen ailesini de (İngilizce, Danca, Almanca) kolayca fark etme olanağı sağlıyor. Şunu da söylemek gerekir ki, Germen ve Slav dillerinin atalarına ait yazılı kaynak yoktur elimizde. Varlığı en az Latince kadar geriye giden bu iki dil ailesinin atalarına Proto-Germenik ve Proto-Slavik denir.

Tablo 1
Dil Benzerliklerine Bir Örnek
Dil
“Hand”
İngilizce
Danca
Almanca
hænd
haand
hant
Rusça
Lehçe
Sırp-Hırvatça
ruka
rẽka
ruka
İspanyolca
İtalyanca
Rumence
mano
mano
mɨnə
İkinci sütundaki sözcükler Uluslararası Fonetik Alfabesi’ne (IPA) göre yazılmıştır.

Başka örnekleri incelediğimizde de bu üç dil ailesinin, tıpkı bu "hand" örneğinde gördüğümüz gibi, farklı köklerden geldiğini çokça görebiliriz. Ama aynı zamanda, bu üç dil ailesi arasında ortak köklerin olduğunu da görürüz, bu da aslında onların üç ailede de yer alan aynı kökler olduğu anlamına gelir. Peki de, böyle köklerin anlamı ne olabilir? Aslına bakarsak, Latin, Germen, Slav gibi dil aileleri arasındaki benzerlikler, bir ailenin dilleri arasındaki benzerliklerle aynıdır. Ve bu da bize bu üç dil ailesinin de aslında daha eski bir ailenin kolları olduğunu anlatır. Bir başka deyişle, Latinceden, Proto-Germenik'ten, Proto-Slavik'ten çok daha önce var olan bir dil önce bu üç aileye ayrıştı, daha sonra bunlar da sırayla her bir aileye dahil olan günümüz dillerine dönüştüler. İşte bu geniş ve çok eski aile, Hint-Avrupa ailesi olarak bilinir ve hemen hemen tüm Avrupa dillerini (Baskça, Macarca, Fince vs. hariç), ve de öteki birçok İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan dillerini içerir. Hint-Avrupa ailesinin esasen on üç kolu vardır; Latin, Germen ve Slav ailelerine ek olarak, Baltık, Keltik, İran, Hint, Tohar, Anadolu ve kendi başına birer aile olan üç dil: Ermenice, Yunanca ve Arnavutça.¹

Hint-Avrupa ailesinin on üç kolundan her biri, bir diğeriyle çok sayıda kelime ve gramatik kuralla ilişkilidir. Bir örnek olarak "mouse" [fare] kelimesini verebiliriz, bu kelime Hint-Avrupa ailesinin ayrı kolları arasında çarpıcı benzerlikler gösterir: Yunanca muus, Latince muus, Eski İngilizce muus, Rusça mɨsh', Sanskritçe (Indic) muuṣ-. Konunun uzmanları, pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, İlk-Hint-Avrupa (Proto-Indo-European) orijinal sözcüğün *muus- olduğuna kanaat getirmektedirler. (Burada * işareti, genel kabul görmüş yazılı bir biçimden çok, yeniden kurulmuş varsayımsal bir biçimi ifade etmektedir). Farklı kollarca paylaşılan bir diğer kök de "nose" [burun] sözcüğünün karşılığıdır: Latince naas-, Eski İngilizce nosu, Litvanyaca (Baltic) nos-, Rusça nos ve Sanskritçe naas-. Bütün bu sözcüklerin de İlk-Hint-Avrupaca *naas- kökünden evrildiği düşünülmektedir. İlk-Hint-Avrupa'nın tam olarak ne zaman ve nerede konuşulduğu konusunda da bugün hâlâ bir uyuşmazlık vardır. En yaygın iki teoriden biri, altı bin yıl önce Ukrayna'da; öbürü, sekiz bin yıl önce Anadolu'da konuşulduğunu iddia eder.

Mesele burada bitmiyor, çünkü Hint-Avrupa'dan daha da geniş (ve daha da eski) Avrasyatik (Eurasiatic) adlı bir aile de vardır. Hint-Avrupa'ya ek olarak, bu aile Ural ailesi (Fince, Macarca, Samoyed); Altay ailesi (Türkik, Moğolca, Tunguzca, Korece, Japonca); Bering Boğazı'nın hemen karşısındaki Çukçi-Kamçatka ailesi ve Kuzey Amerika'nın Alaska'dan Grönland'a kadar uzanan kuzey kıyıları boyunca görülen Eskimo-Aleut ailesini içerir. Her beş kolda da var olan bir kelime, genel anlamda "dil, konuşma" ya da "çağırma" anlamındadır: İlk-Hint-Avrupaca *gal "call" (çağırma, seslenme), İlk-Uralca (Proto-Uralic) *keele "dil," İlk-Altayca (Proto-Altaic*kʰäälä "dil, konuşma," Kamchadal (Çukçi-Kamçatka) dilinde kel "bağırma," İlk-Eskimoca (Proto-Eskimo*kələɣ- "bilgilendirme, haber verme." Avrasyatik ailesinin bir karakteri de, birinci ve ikinci şahıs zamirlerinin kendine özgü bir özellik olarak, sırayla M ve T ile başlamalarıdır. Hint-Avrupa ailesinde hemen bütün dillerde buna rastlanır: İngilizcede me ve thee, İspanyolcada me ve te, Rusçada menya ve tebya vs. Ancak bu örnek yalnızca Hint-Avrupa kolunun değil, bütün bir Avrasyatik ailesinin bir özelliğidir. Dünyanın diğer bazı bölgelerinde farklı zamir sistemleri (pronominal systems) bulunmuştur. Örneğin, yerli Amerika dillerinin büyük bölümünü içeren Amerind ailesinde en yaygın örnek olarak birinci şahıs N, ikincisi M'dir.

Eğer bu sınıflandırma metodunu dünyanın diğer yerlerindeki dillere de uygularsak, Avrasyatik'le aynı düzeyde yer alan on iki büyük ve eski dil ailesini daha aynı yolla ayrıştırabiliriz.

Bu on iki aile arasında bile belli kökler var ki, bunlar, on iki ailenin tek bir erken dilden çıktığını gösterir. Bu köklerden en yaygın ikisi "parmak, bir" anlamlarına gelen TIK ve "iki" anlamına gelen PAL'dır. Bu iki kök de dünyanın dört bir yanında oldukça yaygındır. Tablo 2 bize bunlardan birini dünyanın dört bir yanından örneklerle gösteriyor, çok daha fazla örnek de verilebilir.
.
Tablo 2
“Bir” ve “İki” Sözcüklerinin Bazı Evrensel Kökleri
Yer
Dil
Tik (bir)
Pal (iki)
Afrika
İlk-Afro-Asyatik
Nimbari
*tak
bala
Avrupa
Zyrian
Votyak
õtik
pal (half)
Asya
İlk Çin-Tibet
Jeh
*tyik
bal
Okyanusya
İlk-Karonca
İlk Avusrtalyaca
*dik
*-pal
Kuzey Amerika
Eyak
Wintun
tikhi
palo-
Güney Amerika
Aguaruna
Colorado
tikiǰi
palu
Tüm kök-sözcükler Uluslararası Fonetik Alfabesi’ne (IPA) göre yazılmıştır.

Bir önceki senaryo doğruysa eğer, –bu arada, bugün birçok dilbilim tarihçisinin bu konuya oldukça şüpheyle yaklaştığını da belirtelim– bu, günümüzdeki tüm dillerin tek bir erken dilden evrildiği anlamına gelir. İyi de, bu dil nerede konuşulmuş olabilir? Ve de ne zaman? Bu sorulara dilbilimsel bir kanıt bulunabilmiş değildir. 
.
Merritt Ruhlen
Bununla birlikte, diğer bilimsel alanlardan bu iki soruya cevap olarak kabul edilebilecek dolaylı kanıtlar vardır. Hem arkeolojik kayıtlar (kemikler ve dokular bakımından), hem de insan genleri (gen sıklıkları ve mitokondriyal DNA bakımından) modern insanın Afrika'daki ortak bir atadan geldiğini gösteriyor. Şaşırtıcı, bir o kadar da açıklanması zor olansa, bize, yani modern insana tam olarak benzeyen insanların, arkeolojik kayıtlara göre yüz bin yıl önce ilk olarak ortaya çıkmış olduklarıdır. Ne var ki bu insanların yaşayışı bizimki gibi değildi; gerek kullandıkları aletler, gerekse yaşayış biçimleriyle Neandertallerden ayırt edilemezlerdi. Ancak elli bin yıl kadar önce –aniden– hem aletleri hem de yaşayışları şaşırtıcı bir keskinlikle değişmeye başladı. Yüz binlerce yılı geçkin bir süre boyunca değişmeden duran aletler, günümüzdeki tenis ayakkabısı modasına benzer bir hızla değişmeye başladı. Ve devasa coğrafi mesafelerde bile tek tip olan biçimler, komşu köylerde bile ayrışmaya başladı. İnsanlar, malzemeleri alet biçimine sokmaya başladılar. Önceleri sadece taş kullanılmışken, şimdi kemik, kabuk, fildişi, ve diğer doğal malzemeler kullanılıyordu. Sanat ilk kez ortaya çıktı, cenaze törenleri daha karmaşık hale gelmeye başladı, ve göründüğü kadarıyla insanlar Afrika'dan çıkıp tüm dünyaya dağılıp yerleşmeye başladılar, bunun sonucu olarak da eski yerleşimcileri (Neandertalleri) yerlerinden ettiler, ya da o zamana kadar yerleşilmemiş Avustralya, Okyanusya, Amerika gibi toprakları işgal ettiler.

Ve işte nihayet son sorumuza geldik. Küçük bir Afrikalı topluluğun Afrika'dan çıkıp kısa bir süre içinde tüm dünyayı işgal ederek önceki tüm yerleşik insanların yerlerini almasını sağlayan şey neydi? Sayıları giderek artan uzmanlar –dilbilimciler, arkeologlar ve genetikbilimciler– elli bin yıl önce küçük bir Afrikalı topluluğun elde ettiği bu seçkin avantajın kaynağının tam da o zamanlar günümüz anlamında modern bir dilin ortaya çıkışı olduğuna inanıyorlar. Eğer bu senaryo doğruysa, dünyanın hemen tüm dilleri arasındaki benzerlikler, tüm günümüz insanlarının kökeninin Afrika'ya dayandığı görüşünü desteklemekle kalmaz, aynı zamanda bunu açıklar da. Modern insanın dilinin elli bin yıl önce ortaya çıkışı, modern insanın da adeta patlarcasına dünyaya dağılıp yerleşmesinin önünü açtı. Ve bugün bile bu ani patlamanın izleri, dünyanın dört bir yanındaki dillerde görülmeyi sürdürüyor.


¹ Yazar on üç aile olduğunu söylüyor ancak on iki tane sayıyor. Gözünden kaçmış olmalı.


Çeviren: Harun Çağan. Özgün metin şurada.
(Translated by Harun Çağan. See the original text here).

6 Şubat 2014

Doğu'dan Batı'ya Kelimeler

admiral
arsenic
assassin
camel
candy
Gibraltar
gypsy
paradise
sugar
syrup
tea
traffic

Bunlar Doğu'dan, bir başka deyişle Arapça ve Farsçadan İngilizceye geçmiş olan birkaç kelime. Kuşkusuz fazlası vardır ama bunlar değişik zamanlarda benim aklıma gelenler. Birkaç tane daha vardı, not almadığım için unutmuşum.
***
Tarihin herhangi bir devrinde dünyada yaygın olan bir dil, diğer dillere bol miktarda kelime verir. Bunun örneğini her çağda görmek mümkün. Yüzyıllar boyunca kıta Avrupa'sının dili konumunda olan Latince örneğin, sadece Latin koluna mensup dillere değil, İngilizce, Almanca gibi Germen koluna, Rusça gibi Slav koluna mensup dillere de binlerce kelime vermiştir. 

Tarihin şu içinde yaşadığımız devrinde de dünyanın en yaygın dili, hepimizin bildiği gibi, İngilizce. Dolayısıyla da İngilizce bugün yeryüzünde konuşulan bellibaşlı dillerin tamamına sürekli olarak kelimeler veriyor. Bakın işte, blog kelimesi, yirmi yıl önce yoktu bile, ama bugün bütün dünya kullanıyor.

Bir dilin kalburüstü olması, öbür dillerden hiç kelime almayacağı anlamına gelmez. Dünya kurulduğu günden bu yana, ama az ama çok, diller hep birbirinden kelime almışlardır. Gerçi ben bugün İngilizce'nin başka bir dilden kelime aldığına hiç tanık olmadım. Ama geçmişte örneğin, işte yazının başında verdiğim on iki örnekte olduğu gibi, almıştır elbette. Hemen belirteyim ki, bu kelimelerin çoğu Arapça ve Farsçadan doğrudan geçmemiştir İngilizceye. Gönül isterdi ki Fransızca da bilsin, İspanyolca da, Felemenkçe de, ve burada tek İngilizceden değil, onlardan da konuşsun, ama neylersin, bilmiyorsan bilmiyorsundur. Nasıl derler, talihin gözü kör olsun.
***
Fazla dallandırıp budaklandırmadan başlayalım yukarıdaki kelimelerimizi ellemeye, alfabetik sıraya göre. Onlardan ikisini, çay ve şeker'i (sugar, tea) geçen yıl yazmıştım, şurada, o yüzden bir kez daha üstlerinde durmayacağım.

Admiral, "amiral" demek, yani deniz generali, yüksek rütbeli deniz subayı. Lisede bir yerlerde okumuştum, Emir-ül Ma'dan geliyormuş dediğine göre. Emir-ül Ma "su emiri, su şefi" anlamına geliyor. O zamanlar inanmıştım tabii, ama şimdi bakınca hiç de inandırıcı değil. Çünkü ma'nın m'si ortada yok. Eğer admiral değil de, admiralma olsaydı örneğin, bu iddiaya doğru diyebilirdik. Galiba sallamış, her kimse. Online Etymology Dictionary'ye göreyse Arapça "taşımacılık şefi" anlamına gelen emir-ür-rahl'dan (amir-ar-rahl) gelme olasılığı var ki çok daha mantıklı. Çünkü eski devirde kamyonla yapacak hali yoktu insanların; taşımacılık denizde gemilerle yapılırdı.

Arsenic, bildiğiniz "arsenik". Avrupa'ya gelene dek epey yol kat etmiş. Farsçada zerd "sarı" demektir. O yüzden doğal rengi sarı olan arseniğe Farslar zernik demişler. Oradan Süryaniceye zarniqa olarak, oradan da evrilerek Grekçeye arsenikon, Latinceye arsenicum olarak geçmiş ve öbür Avrupa dillerine dağılmış. Zırnık kelimesini de hepiniz duymuşsunuzdur. Ben de ilk duyduğumda şaşırmıştım, zırnık dedikleri arseniğin ta kendisi.

Assassin, İngilizcede "suikastçı, kiralık katil" anlamlarına gelir. Hatta daha sonra bir de fiil biçimi oluşmuş: assassinate, o da "suikast düzenlemek" demek. Kelimenin kökeni Arapça "haşhaşçı, haşhaş kullanan" anlamında haşhaşiyyun. Duymuşsunuzdur, Haşhaşiler (ya da Haşhaşin) Hasan Sabbah'ın örgütünün popüler adıdır. İsmaili Tarikatı'nın şeyhlerinden olan Hasan Sabbah, bugün İran sınırlarında bulunan Elbruz dağlarında yer alan ünlü Alamut Kalesi'nde bir örgüt kurmuştu. Haşhaş, bilenler bilir, uyuşturucu yapımında kullanılan, baharda kırmızı çiçekler açan bir bitkidir. Söylenenlere göre bu örgütün militanları da haşhaş bağımlısıydılar. Eylemlerini, saldırılarını yapmadan önce bol bol içer, kafalarını dağıtır, öylece saldırırlar, böylelikle başarılı olurlardı. Böylece zaman içinde "suikastçı" anlamındaki assassin kelimesinin doğmasına da ön ayak oldular.

Camel İngilizcede "deve" demektir. Deve bir çöl hayvanı olduğu için zaten Avrupa coğrafyasında yaşaması pek de mümkün değildir. O yüzden yalnızca İngilizlerin değil, diğer Avrupalıların da bu kelimeyi Araplardan almış olmasında şaşırtıcı hiçbir şey yok. Devenin Arapçadaki adı jemele'dir (جمل), ama söylendiğine göre Avrupa dillerine doğrudan Arapçadan değil, İbranice veya Fenikece üzerinden geçmiş.

Candy, İngilizlerin "şekerleme" anlamında kullandığı bir kelimedir. Limonlusundan muzlusuna, sarısından pembesine, sertinden yumuşağına, büyüğünden küçüğüne türlü çeşitli şekere genel olarak candy denir. Kelime Avrupa dillerine Arapça qandi'den geçmiş, ama oraya da Farsça qand'dan gelmiş. Zaten Farsçada bugün de şekere qand (قند) derler. Özbekistan'ın tarihi şehri Semerkant'ın adında da yer alıyor bu kelime. (Semere: meyve, kand: şeker).

Gibraltar, Cebelitarık'ın İngilizcesidir. Pek çoğumuz Cebelitarık Boğazı'nı coğrafya dersinde duymuşuzdur. Akdeniz'i Atlas Okyanusu'na bağlayan dünyanın en önemli boğazlarından biridir. Boğaza adını veren Cebelitarık'ın kendisiyse İspanya'nın en güneyinde bulunan küçük bir şehirdir, ama İspanya'ya değil İngiltere'ye bağlıdır. Cebel Arapçada "dağ" demektir, dolayısıyla Cebeli Tarık, "Tarık Dağı" anlamına gelir. Dağ dendiğine aldanmamak lazım, öyle sanıldığı gibi yüksek bir dağ değil, aslında 500 m.yi bile bulmayan bir kayalıktır. Peki Tarık kimdir? Onu da tarih dersinde duymuşsunuzdur, Emevi devrinin komutanlarından Tarık bin Ziyad.

Gypsy de "Çingene" demektir. Gipsy diye de geçer. İngilizlerin Mısır'a Egypt dediğini duymuşsunuzdur. Bu kelime de Avrupa dillerine "Mısır'dan gelenler" anlamındaki Yunanca Aigyptioi'den (Αἰγύπτιοι) evrilerek geçmiş. Bugün bilimsel olarak kabul gören görüşe göre Çingeneler Hindistan'dan dünyaya dağılmışlardır. Ama Avrupalılar, muhtemelen Mısır'dan geldikleri için, onlara "Mısırlı" anlamındaki bu gypsy sözcüğünü ad olarak vermişler. Türkçede bugün daha az kullanılan Kıpti kelimesi de aynı kökten. 

Paradise "cennet" demektir. Ancak İngilizcede cennet anlamına gelen bir de heaven vardır. İkisinin bir farkı da vardır elbette. Heaven genel anlamda cennet demektir. Daha çok dini anlamı kastedildiğinde, örneğin, "İyi insanlar öldükten sonra cennete gider," cümlesinde heaven kullanılır. Güzellik anlamı verilmek istendiğindeyse, mesela "Burası yeryüzünde bir cennet," dendiği zaman da paradise kullanılır. Elbette çok keskin bir kural değildir bu, birbirlerinin yerine kullanıldıkları da olur. Paradise kelimesinin kökeni Avestaca pairidaeza kelimesidir ve "bahçe" anlamına gelir. Zaten kutsal kitaplarda cennet betimlenirken hep güzel bahçelerden söz edilir. Avesta dili, Farsça, Kürtçe gibi dillerin atası sayılan dildir. Pairidaeza kelimesi bugünkü Farsçada firdews (فردوس) olarak yer alır. Arapçaya ve Türkçeye de geçmiştir. Türkçede bir kadın adı olarak kullanılmaktadır Firdevs.

Syrup "şurup" demektir. Türkçede bugün her ne kadar şu sıvı ilaçların genel adı olarak kullanıyor olsak da şurup "tatlandırılmış sıvı" anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Tatlandırılmış sıvı denince insanın aklına doğal olarak şerbet gelecektir. Evet, o da aynı kökten geliyor. Yalnızca o da değil, şarap ve meşrubat da yine aynı kökten. Hepsi de Arapça "içmek" fiilinin kökü olan /şrb/ kökünden gelir.


Traffic de "trafik" demek. Kimileri ilgisi olmadığını söylese de, diğer kimileri bu kelimenin Avrupa dillerine Arapça tefrik'ten (تفريق) geldiğini iddia ediyorlar. Tefrik, "bölümlere ayırma, ayrıştırma" anlamlarına gelir. Fark da aynı kökten. Eskiden mesela, romanlar gazetelerde "tefrika halinde" yayımlanırmış, yani her gün bir bölümü çıkarmış. Bazı kaynaklarsa tefrik'in "dağıtma, yayma" anlamlarına da geldiğini, dolayısıyla bugünkü trafik anlamının oraya dayandığını iddia ediyorlar.
***
Evet, bakalım bir sonraki etimoloji yazısı ne üzerine olacak? Hadi kalkın kendinize bir kahve yapın. Afiyet olsun.

18 Aralık 2013

Linguistik Olanaksızlıklar

  • İngilizcede b harfinin okunuşu "bi", d'ninki "di" olduğu halde z'nin okunuşu "zi" olmadığından ZBD diye yazıp "zibidi" diye okuyamıyoruz. Ne yazık!
  • Çin yazı sisteminde harf yok ama binlerce karakter var, buna rağmen /r/ sesini çıkaramıyor adamlar. Ne büyük talihsizlik!
  • Bir İngiliz, other, near, beggar ve daha pek çok kelimeyi söylerken zaten /ı/ sesini çıkardığı halde, ona Türkçedeki ı'yı öğretene kadar saçınızı başınızı yolarsınız.

17 Aralık 2013

Virgül deyip geçme

  1. Dükkan sizin, her istediğinizi alabilir, gidip daha sonra gelebilirsiniz. 
  2. Dükkan sizin her istediğinizi alabilir, gidip daha sonra gelebilirsiniz. 
Bu iki cümleyi İngilizceye çevirelim de aralarındaki farkı; tek bir virgülün doğurduğu farkı görelim. Bu farkı görebilmek için İngilizce bilmeye de gerek yok, yalnızca her iki cümlenin kelimelerine, kelimelerin yerlerine bakmak yeter.
  1. The shop is yours, you can take whatever you want, go, and come back later.
  2. The shop can take whatever you want, you can go and come back later. 

Cümleye şimdi kelimesini de ekleyip bir daha deneyelim:
  1. Dükkan sizin, her istediğinizi alabilir, şimdi gidip daha sonra gelebilirsiniz.
  2. Dükkan sizin her istediğinizi alabilir şimdi, gidip daha sonra gelebilirsiniz.
İngilizce karşılıkları:
  1. The shop is yours, you can take whatever you want, now go, and come back later.
  2. The shop can take whatever you want now, you can go and come back later. 

Virgülün gücüne bir örnek daha verelim:
  1. Bunu yapan benim, oğlum.
  2. Bunu yapan benim oğlum.
Birinci cümlede bir kişi oğluna hitaben, "bunu yapan benim" diyor. İkinci cümledeyse bir başkasına hitaben, bunu yapanın kendi oğlu olduğunu anlatıyor.


Ey virgül, nelere kadirsin!

16 Mart 2013

Şemsiye

© Caras Ionut
Şems, Arapça güneş demek olunca, şemsiye de güneşlik oluyor doğal olarak.

Biz bugün şemsiyeyi güneşten değil yağmurdan korunmak için kullanıyoruz. Arapların bu alete neden yağmurluk değil de güneşlik dedikleri son derece açık. Arapların yaşadığı çöllerde yağmur ne gezsin? Güneşse iste istediğin kadar, kızartıcı, kavurucu, her türlüsü var.

Yenice öğrendim, Latince umbra, gölge, gölgelik demekmiş. Dolayısıyla, İngilizceye de geçmiş olan umbrella da hemen hemen şemsiye ile aynı anlama geliyor: güneşlik, güneşten koruyan şey.

Arapları anladık; icatlar ihtiyaçtan doğar. Güneş onları bir güneşlik bulmaya itmiş besbelli. Peki ya Avrupalılar niye buna güneşlik demiş olabilirler? Avrupanın güneşi Araplarınki kadar cömert değildir. Akdeniz kıyılarını katma, Avrupa'ya soğuk bir coğrafya bile denebilir rahatlıkla. Ha, Latium bölgesi de Akdeniz'in kıyısındaydı, Latinler de biraz "sıcakkanlı" insanlar olmuş olabilirler, eyvallah, ama yine de onları bir parasol bulmaya itecek kadar rahatsız edici bir güneşlerinin olduğunu sanmıyorum. Belki onlara da dışarıdan gelmiştir, olabilir mi? Nasıl ki bize Arapçadan gelmiş, onlara da oradan gelmiş olabilir ve bunu kendi dillerine çevirmiş olabilirler. Düşün dur...

18 Aralık 2012

Kelimeler

Mühendis, aslında geometrici demek. Bu da nereden çıktı, diyeceksiniz. Şuradan çıktı: Hendese, geometrinin Arapçası değil mi? E, hendese geometriyse, mühendis de geometrici oluyor doğal olarak.

O tamam da, durduk yerde bu mühendis falan da nereden çıktı, diyeceksiniz. Anlatayım. Efendim, özel ilgi alanlarımdan biri etimoloji. Biliyorsunuz, etimoloji, kelimelerin kökenini araştıran bilimin adı. Ne zaman, nasıl başladı bu ilgi, doğrusu hatırlamıyorum. Lisede başlamış olmalı. Arada sırada bazı ilginç şeyleri, bana ilginç görünen şeyleri tabii, burada paylaşıyorum. Bir zararı yok sanırım. Hatta insanlar öğrenmiş olur, fena mı.

Ben de, bir zamanlar mesleğimi soranlara, kahve içme mühendisi diyordum.

Geometri dedim de aklıma coğrafya geldi. İki kardeş düşünün, büyüyünce yolları ayrılıyor. Biri, diyelim ki okuyup doktor falan oluyor, diğeri top oynuyor, futbolcu oluyor. Kardeşler, ama yolları, yaşam biçimleri zamanla tamamen farklılaşıyor.

geo-metry
geo-graphy

Metry'ye kabaca ölçüm diyelim, metre de buradan geliyor zaten, graphy çizim olsun. Grafik de aynı kökenden. Geo ise zaten yer demek. Yer bilimi anlamındaki jeoloji'yi hatırlayın.

Böylelikle, geometri için, yer ölçümü diyebiliriz, değil mi? Geography için de yer çizimi. Coğrafya ile yer çizimi başta mantıksız görünebilir tabii. O konuya şimdi girmeyelim.

Geometri Türkçeye büyük olasılıkla Fransızcadan geçmiş. Géométrie diyor ya onlar da. Yalnız, Fransızlar jeometği şeklinde okurlar bunu, Türkçede ise yazıldığı gibi okunup geometri olmuş.

Coğrafya ise Türkçeye Arapçadan girmiş. Bilindiği gibi Grekçedeki g sesi pek çok Avrupa diline j veya c olarak geçer. Büyük İskender'e, gölge etme başka ihsan istemem, diyen ünlü filozof Diyogenes'e Diyojen denmesinin nedeni de bu. İhtimal odur ki, Araplar bir Avrupa dilinden cografi'yi alıp kendi dillerine uyarladılar. Biliyorsunuz, Araplar g sesini bilmezler. Doğal olarak da oradaki g'yi ğ'ye çevirdiler, kelime oldu coğrafi. Sonuna da bir çengel attılar, oldu sana coğrafya (جغرافية). İşte Türkçeye de oradan olduğu gibi geçmiş bu kelime.

Kelimelerin yolculuğuna bayılıyorum. Bayılmamak elde mi.

28 Ekim 2012

Yıldızların Altında

© Anton Petrus

Aster, star, stêrk, ster, stern, asteri, stella, estrella bla bla. Görüyorsunuz, yıldız kelimesi pek çok dile aynı kökten dağılmış.

İngilizcede felaket'in disaster olduğunu bilirsiniz. Etimolojiye çok meraklıyım, dis'in bir ön ek olduğunu da biliyordum ama dis'den sonra gelen aster hiç dikkatimi çekmemişti. Yenice öğrendim.

Bir örnek: like / dislike: hoşlanmak / hoşlanmamak. 

Bir başka örnek: agree / disagree: anlaşmak, uyuşmak / uyuşamamak.
Aster / disaster. Nasıl çevirmeli? Yıldız / yıldızsız.
Ne alaka?

Alaka şu: Tarihte, olasılıkla Eski Yunan zamanında, savaşa çıkılacağı zaman, kral, komutan, her kimse, kâhini ziyaret eder ve, bu savaş caiz midir hocam, diye sorar. Kâhin de kafasından uyduracak değil ya, şimdikiler kitap mitap açıp bakıyorlar güya, o devirdekiler de yıldızlara bakarlardı. İşte, yıldızlar o savaşa olumlu yanıt veriyorlarsa, bu aster, yok, bu savaşı sakın yapmayın, yenileceksiniz, felaketiniz olacak diyorlarsa, bu da dis-aster.
 

27 Eylül 2012

Kaç Dil Anlıyorsun?

© Vladimir Zotov

Hep "kaç dil biliyorsun?" diye soruldu.
Halbuki, "kaç dil anlıyorsun?" olmalı doğrusu.
Sizce?

10 Eylül 2012

Sizi "Bus Ederim"

Adı bende saklı bir profesörümüzün, facebook'tan yeni atanan öğretmenleri kutlama cümleleri, noktasına, virgülüne dokunmadan:
Muallim beyler ve Muallime hanımlar!... "MUallimlik" ve "Muallimelik" gibi bir vazife-i kusiyyeye ta'yin olunup, Mearif Vekletinde nasb edilmenizden duyduğum memnuniyeti ifade eder, cümlenize, vezaifinizde muvaffakiyetler temenni eyler çeşm-i pür-ziyalarınızdan mahabbetle bus ederim.
Gel de öztürkçecilere hak verme. Vatandaşın biri diyalektik materyalizm'i eytişimsel özdekçilik olarak Türkçeleştirdi diye bizim hocalardan biri adamla alay etmişti.


From Wikipedia
Bir yanda, vatanseverlik, özseverlik ayaklarıyla Arapça, Farsça, Fransızca... ne kadar yabancı kökenli kelime varsa çıkarıp atalım diyen, aşağılık psikolojisinden bir türlü kurtulamayan kafa; diğer yanda, mukaddesatçılık, muhafazakarlık ayaklarıyla dilden çıkmış, eskimiş, yeni neslin anlamadığı kelimeleri, hiç anlaşılmayacağını bile bile ısrarla kullanan, ezilmişlik, dışlanmışlık psikolojisinden bir türlü kurtulamayan kafa. Her ikisi de özünde aynı. Bir fark yok aralarında, biraz yakından bakın, hemen göreceksiniz. İkisi de "brakisefal" kafa.

Yıl demek ile sene demek arasında ne gibi bir fark vardır? Ben göremiyorum, varsa gören lütfen bana da gösterebilir mi? Sözcük'le kelime'yi bir arada kullanınca ne oluyor mesela? Ya da görev, misyon ve vazife'yi?  Bir şey olduğu yok. Ama örneğin, vezaif deyince bir şeyler oluyor değil mi? Shopping yapacağım deyince de elbette çok şeyler oluyor.


via
Eğer ortada dille ilgili bir sorun olduğunu, mesela dilin bozulduğunu düşünüyorsanız, size şöyle sorulabilir: Elli yıl sonra bozulmuş olacak dilden bugünkü nesil sorumlu tutulabilir, fakat şu anki bozulmuş dilden kim sorumludur? Kuşkusuz şimdiki nesil değil. O halde, bu neslin anlayacağı dilden konuşmak gerekmez mi?

Kaldı ki yeni nesil sandığınız kadar da kolay anlayan bir nesil değil. Var olan kelimeleri bile doğru dürüst yazamayanlar var. Eğitim-öğretim ordumuzun saflarına katılsanız da görseniz, her gün kullandığı kelimenin sözlükte nasıl yazıldığını bilmeyen öğretmenler var, öğrencileri geçtim. Deyim'e değim diyen milletvekili var, şu anda mecliste. Twitter'da, bizi temsil eden politikacıları takip edin, neler var neler.

Demem o ki,
1. Yeryüzünde "öz" dil yok. Öz dil yaratmaya çalışmak sözlükleri çırılçıplak bırakır. Taksi, şoför, biyoloji, muhafaza, maksat, şayet, şapka, kuluçka, sivil, korsan, hobi kelimelerini kullanmak kimseyi alçaltmaz. Can diye bir sözcük var örneğin Türkçede, ama kökeni Türkçe değil. Can'ı çıkarıp atmayı bir denesenize.

2. Yeryüzünde bir yere çiviyle çakılıp kalmış dil de yok. Eskiyi muhafaza edeceğim diye diye, bir zaman gelir, bakarsınız ortada sizi anlayabilen tek bir kişi yok. Muhafazakarlık, elde olan bir şeyi muhafaza etme çabasıdır. Elden çıkmış, uçup gitmiş bir şey için pişmanlık duyulabilir, bu insani bir durumdur, ama o uçup giden şeyi hâlâ muhafaza etmeye çalışmak akılsızlıktan başka bir şey değildir.   

27 Mayıs 2012

İki Kelimenin Yolculuğu

Kot pantolonlara neden "cin" dendiğine dair bir fikriniz var mı? Peki, birçok kot pantolonun markasında yer alan şu "denim" sözcüğü neyin nesi, hiç düşündünüz mü?

Bir iki gün önce okuduğum "Pamuk Ülkelerine Yolculuk" kitabından öğrendim bu iki kelimenin kökenini.

Bulmacalarda sık sık karşıma çıkar, kot kumaşı diye sorulur, cevabı denim'dir. Meğer bu denim sözcüğünü dünya literatürüne Fransa'nın Nîmes şehri armağan etmiş. Nasıl mı?

"On altıncı yüzyılda Fransa'nın güneyinden kimi dokumacılar, ipekle yün karışımı, yanlamasına dokunmuş özel bir kumaş yaratmıştı." Bu kumaş türünün adı serj (serge) idi. Fransızlar ona, ortaya çıktığı yerden hareketle serge de Nîmes, yani Nîmes serji dediler. Serge de Nîmes diye yazdıkları bu söz Fransızcada serj dö nim biçiminde okunur.

Görsel: Mavi Jeans İnternet sitesi.
Bir süre sonra Fransızların bu dokuma şekli İngiltere'ye ulaştı. İngilizler bunu beğenip kısa sürede benimsediler. Fakat serj İngiltere'de pek kullanılmıyordu çünkü yün ve ipek yerini pamuğa bırakmıştı artık. İngilizler bu dokuma şekliyle pamuğu dokudular. Serj gittiğine göre artık serge de Nîmes, yani serj dö nim demelerine de gerek kalmadı. Tahmin ettiğiniz gibi baştaki sözcüğü attılar, geriye de Nîmes kaldı. Yani dö nim. İngilizler de bunu kendi dillerinde yazdılar. Denim diye bir sözcük ortaya çıktı böylece.

Jean'e gelince, artık rastlantı mı dersiniz, bu kelimenin de kökeni bir şehrin adı. İtalya'nın Cenova şehri. "Cenovalı denizciler, pamuk ve yün veya keten karışımı, son derece dayanıklı pantolonlar kullanıyorlardı. Fransız meslektaşları bu pantolonları benimsediler ve gênes adını verdiler." Gênes, Cenova'nın Fransızcadaki adıdır, jen diye okunur. Jen de zamanla jean'a dönüşmüş.

Gelelim bu iki kelimenin buluşmasına. Uzun yıllar boyunca denim ve jean varlıklarını ayrı ayrı sürdürdüler. Fakat "Atlas Okyanusu'nu geçtikten sonra birbirine karıştılar." Anlayacağınız, Amerikalılar jean yapmak için denim kumaşını kullandılar. Böylece her iki kelime de günümüze kadar kot giysiler için kullanılageldiler. Sahi, bu kot da neyin nesi?
Sayfa başına git