30 Kasım 2015

Yazarı kutlamak

Yazılarını bloğundan severek okuduğum bir yazar var. Bu yazarın son romanı bir ödül aldı geçen gün. Bloğuna bir yorum yazarak kutlayayım dedim, sonra vazgeçtim. Zira adamın herhangi bir kitabını okumuş değilim. Kararsız kaldım. Böylesi bir durumda ne yapılır? Kutlamak olur mu olmaz mı? Mesela biri çıkıp da, sen adamın bir kitabını bile okumuş değilsin, neyi kutluyorsun, diye sorsa ne yanıt verilir? Çıkamadım işin içinden. Basit bir durum gibi görünüyor oysa. Kitapları okunmamış biri kitaplarından ötürü kutlanır mı? Peki, böyle bir durumda kendisi ne düşünür acaba? Kitaplarının, muhatabı tarafından okunup okunmadığını merak eder mi? Bir yazarın niçin kutlanması gerektiği az çok bellidir. Peki ya bir yazar kimin tarafından ve ne zaman kutlanmalıdır?

29 Kasım 2015

Bir Narın Yok Oluşu

Tanımadığım bir bahçeden bir nar çaldım. Heybeme koydum narımı. Köye dönüyordum. Yolda kızlı erkekli çocuklarla karşılaştım. "Nar sever misiniz?" diye sordum. "Severiz," dedi en küçükleri, altı yaşında var yoktu. "O halde, bende bir nar var, size paylaştırayım," dedim. 

Çocuklardan birine narın kırmızısını verdim, bir diğerine suyunu. Ötekine tanelerini verdim narın, berikine çekirdeklerini. Birine kabuğunu, bir başkasına çatlağını verdim. Gerçi, narın ekşisi tatlısı olmaz, diyenler olmuş ama ben gene de inat edip birine ekşisini verdim, öbür birine tatlısını.

Minnet dolu bakışlarla baktılar bana bir süre. İçlerinden biri sıcak bir sesle teşekkür etti. Nereye gittiklerini sordum, "Göle," dediler ve yokuş aşağı inip gittiler. Bu soğuk güz günü gölde ne yapacaklarını merak ederek yoluma devam ettim ben de.

26 Kasım 2015

Başkasının kucağında büyüyenler

Tarihte o kadar çok "büyük" insan var ki, saymaya kalksan herhalde ömrün yetmez. Bereket versin, geçmişte olup bitmiş her şeyi bilmiyoruz, yoksa halimiz nice olurdu? Şu durumda bile, diğer her şeyi bir yana bırakın, yalnızca "büyük" insanların adları dahi ciltlerce kitap doldurur. Tarihte "büyük" insan çok olmasına çok da, siz de fark ettiniz mi bilmiyorum, bütün büyük insanlar, küçük insanlarla beraber yok olup gitmişler. Şu beylik sözle diyecek olursak, dünya kimseye kalmamış. Yani, "büyük" olmak kimseyi kurtaramamış, yok olup gitmeye engel olamamış.

Elbette bizim zamanımız da tarih denen sürecin bir parçası. Dolayısıyla tarihte olup biten pek çok şey günümüzde de olup bitiyor. Kuşkusuz, gelecekte de olup bitecek. O vakit rahatlıkla şöyle diyebiliriz: Tarihteki o çok fazla "büyük" insanın hiçbiri kalmadığına göre, günümüzün bu çok fazla "büyük" insanı da kalmayacaktır. Dünya geçmiştekilere kalmadığı gibi, bugünkülere de kalmayacaktır. 


Günümüzde de ne çok "büyük" insan var böyle. Daha dün, hatta ne dünü, sabahleyin ufak tefek olanlar, ikindiye varmadan bir bakmışsın "büyük" oluvermişler. Siyaset mi diyorlar adına, ne diyorlar, ben bilmem etmem.


Bu bağlamda şu da muhakkak belirtilmelidir ki, büyüklük ve küçüklük mefhumları görecelidir. Büyük neye göre büyük, küçük neye göre küçük? Ağaç karıncaya göre çok büyüktür, ama aynı ağaç gökdelene göre çok küçüktür.


Küçük çocukları bilirsiniz. Yüksekçe bir yere çıktılar mı, "Ben ne kadar büyüdüm," diye sevinirler. Ya da onları omzunuza filan aldınız mı, "Ben senden daha büyüğüm," derler. Onlar çocuk elbette, yaşları gereği böyle düşünmeleri gayet doğaldır. Fakat günümüzde yetişkin olduğu halde yüksekçe bir yere, mesela bir makam koltuğuna çıktığı için kendisinin büyüdüğünü zannedenlere ne demeli? Onlar gene neyse de, bazıları var ki diğer bazılarının kucağında, sırtında, omzunda filan yükselip "büyürler", ya onlara ne demeli? 


Tarihteki o şahlar, padişahlar, krallar, imparatorlar, basiliuslar, kayzerler, sezarlar, firavunlar, yabgular, kağanlar, çarlar, racalar, tennolar, mikadolar, fağfurlar, huangdiler ne şatafatlar içinde yaşadılar da sonunda toprak olmaktan kurtulamadılar. Demem o ki, bir imparatorla kölesi yüzyıllardır aynı toprağı paylaşıyorlar. Keza bir padişahla kulu yüzyıllardır aynı toprağı paylaşıyorlar. Şu halde bu dünyada küçük bir evde yaşamakla koca bir sarayda yaşamak arasında sanıldığı kadar da büyük bir fark olmasa gerek. Kim olursak olalım gideceğimiz yer belli. Sözüm "küçük" insanlara: Üzülmeyin. Küçük olmak başkasının kucağında büyümekten katbekat iyidir, güzeldir.

22 Kasım 2015

Mona Lisa'nın Eteği

Leonardo sabahtan Lisa'nın karşısına oturmuş onun resmini yapıyordu. Öğlen geçmiş, vakit ikindiye doğru yol alıyordu. Evin kâhyası işin bitecek gibi görünmediğini anlayınca yemek hazırlattı. Elinde yemek sinisiyle bir hizmetçi kız, önünde kâhya, odadaki sessizliğin içine girdiler. Girip kapının önünde beklediler. Fakat ne hanımları Lisa dönüp onlara baktı ne de Leonardo. İşin başa düştüğünü anlayan kâhya, "Yemeği nereye bırakayım, Sinyora?" dedi. Sinyora'dan ses çıkmadı. Kâhya misafire döndü, "Sinyor, yemeği bırakalım mı, yoksa götürüp sonra mı getirelim?" Varı yoğu o an karşısındaki kadın, elindeki fırça ve önündeki tahta levhadan ibaret olan Leonardo, "Nasıl isterseniz öyle yapın," diyerek yanıtladı kâhyayı. Kâhya duvara dayalı küçük masaya yanaştı, hizmetçi kız da onu izledi. Kızın elindeki siniden yemek kaplarını alıp masaya koyuyordu ki, Lisa, "Buraya getirin," dedi. Bunun üzerine Leonardo, "Aman ha!" diye çıkıştı, "aman kıpırdamayasınız!" Bunu duyan Lisa, "Siniyi yavaşça dizlerimin üzerine bırakın," diye buyurdu. Kâhya denileni yaptı, kızın elinden siniyi alıp yavaşça ama kendinden bir hayli emin bir tavırla hanımının dizlerine koydu. Hizmetçi kız gerisin geri odadan ayrıldı, kâhyaysa kapının önüne yanaştı, hanımına doğru döndü, bir şey isteyip istemediğini sorma anlamına geliyordu bu. Ancak görünüşe bakılırsa hanımı da, hanımının resmini büyük bir özenle yapmaya çalışan o tuhaf adam da onun odadaki varlığını unutmuşlardı bile. Dönüp sessizce çıktı o da. Ondan sonra ne olduğunu hiç kimse hakkıyla bilmiyor.

Sanat tarihçileri Mona Lisa'nın dizlerinin üzerindeki tepsiye ne olduğu konusunda hiçbir zaman mutabakata varamamışlardır. Kimileri Lisa'nın yemeğin kokusuna dayanamayarak tadına bakayım derken elini uzattığını, uzatırken de siniyi olduğu gibi eteğine döktüğünü, bundan ötürü de Leonardo'nun tablonun alt kısmını kesmek zorunda kaldığını ileri sürmüşlerdir. Kimileriyse bunun gerçek olamayacak kadar acemice bir uydurma olduğunu, zira Lisa'nın resim bitene değin kılını kıpırdatmadan durduğunu iddia etmişlerdir. Fakat her iki görüş de doğrulanmış değildir. Gerçekte orada neler olup bittiğini büyük olasılıkla hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.


Ölüyü Aşağıda Bıraktık

Uzun uzun okudum bütün gün.
Sesleri, ağırlıkları kaydettim.

Köşeli biçimlerin bilgisine çalıştım.

Bir semender her gün keserdi önümü,
Durur bakardı, durur bakardım.

Gördüğünün ötesini gördüğünü söylerdi,
Hem anlıyordum hem anlamıyordum.





Akşamın ve eğrinin tarihini karıştırdım
Sonra. (Ama burda susulur ancak.)

Bir ses ölüyü aşağıda bıraktık
Biz yukarda yattık diyordu.

Baktım uyuyordu ölü, benim gibi
Hiç unutmam. Görüyordu, hiç unutmam.

Her şey üstüne okudum, gittim geldim her
Şeyle. Tanımlamak doğanın işi bıraktım.

İlhan Berk

21 Kasım 2015

Hasadı unutulmuş

Hasadı unutulmuş bir buğday tarlasının üzerine
kış yaklaştıkça tedirginlik bulutları çöküyor.

18 Kasım 2015

Düş'erek uyanan biri

Birisi bir gece düşünde Santiago Nasar'la Angela Vicario'yu görür. Santiago Nasar Angela Vicario'ya sakince ama aralıksız bir şeyler anlatmaktadır. Angela Vicario ise yüzü kızarık bir halde önüne bakmaktadır. Düşü gören kişi heyecanlanır, ondan da çok meraklanır. Çekine çekine onlara yanaşır. Gel gör ki yanlarına varınca hayal kırıklığına uğrar. Çünkü Santiago Nasar'ın konuştuğu dilin tek kelimesini anlamamaktadır. Heyecanını unutur, zira merakına merak eklenmiştir. O halde uyanır. Uyanınca fark eder ki Santiago Nasar'ın sakin ama yoğun konuşmasında çokça geçen bir kelimeyi düşte bilmemesine karşın gerçekte bilmektedir. Ve işte o anda merakından ölecek hale gelir. Son bir umutla, belki yeniden uyur da düşün devamını görürüm diye başını yastığına gömer, gözlerini yumar. Fakat ne çare, uyku gelecek olsa bile düş çoktan uçup gitmiştir. Belki de o düş şu an artık başkasına görünmektedir. Acı olan, başı yastığa gömülü olan kişi bunu bilmektedir. Acaba bu düşü gören, bir erkek midir, yoksa bir kadın mı?

16 Kasım 2015

Kaybolma özlemi

Dün gece saatlerce yürüdüm. Yeni bir sokakta kaybolmak istiyor gibiydim. Mutluluk içinde tamamen kaybolmak. Ama kaybolamadığımız, kaybolmayı beceremediğimiz anlar vardır. Her ne kadar sürekli yanlış yönlere sapsak da. Bütün kerterizleri kaybetsek de. Geç olsa da ve yola devam ederken söken şafağın ağırlığını hissetsek de. Ne kadar uğraşsak da kaybolmayı beceremediğimiz, kaybolamadığımız anlar vardır. Ve belki de kaybolabildiğimiz zamana özlem duyarız. Bütün sokakların yeni olduğu zamana.
Alejandro Zambra, Eve Dönmenin Yolları, Notos Kitap.

13 Kasım 2015

Mecnun, Meczup, Divane ve Budala Üzerine

Meczup, Arapçada cezb'den ("çekilme"den) kaynaklanıyor; "kendi içine doğru çekilmiş; bir tarafa ya da bir varlığa doğru çekilmiş, onun cazibesine kapılmış kişi" anlamında. Ayrıca, "Tanrı sevgisine tutulmuş ve kendinden geçmiş kişi" demek; eş anlamlıları da "di­vane" ve "abdal". 
Mecnun, Arapça cin kökünden geliyor ve anlamı, "cin tutmuş, çıldırmış, deli; aşk yüzünden kendini kaybetmiş kişi". 
Divane'nin kökü, Farsça "şeytan, cin, ifrit" anlamına gelen "div". "Div", Türkçede "dev" olmuş. İnsanoğlununkine oranla bedensel boyutları çok büyük bir hayali varlığı belirtmek için kullanılıyor. Ne var ki, Alaattin'in Lambası'ndan çıkan dev gibi, "cin" olma özelliğini de bir ölçüde kaybetmemiş. Mehmet Salâhî, Kamus-u Osmanî’de divane karşılığı olarak şunu veriyor: "div tutmuş, delirmiş, deli" (s. 392, Kanaat Matbaası, 1329). Bu sözcüğün etimolojisinin yeni yazı sözlüklerinde verildiğini görmediğimi de bu arada belirtmek isterim. 
Budala'nın, bugünkü anlamına ulaşana kadar geçirdiği dilsel serüven daha ilginç. Bu sözcüğün, Arapça bedil’in çoğulu olduğu sözlüklerde belirtiliyor. Öte yandan, bugün budala ile eşanlamlı olarak kullandığımız aptal sözcüğünün de bedil’in bir başka çoğulu olan abdal’dan geldiğini yine sözlüklerde okuyoruz. Bedil, "karşılık, bedel; bir şeyin ya da bir kimsenin yerini alan" demek (Büyük Larousse, s. 1449). Bu anlam göz önüne alınınca, bu­dala'nın da aptal'ın da etimolojisinin açık ve seçik bir şekilde görülmediğini söylememiz gerekir. Ama ortak köke bakarak, bu iki sözcüğün de, "bir yere ya da varlığa doğru çekil-mişliği" dile getirdiği söylenebilir. Nitekim abdal, "gezgin derviş" anlamına geliyor ve de­rin dinsel bağlılığı ve çoğunlukla da mistik inançları olan bir tür savaşçı "misyoner"i be­lirtiyor. Üstelik bu sözcük, Osmanlıcada sık sık görülen bir işlemden geçirilerek Farsça ku­rala göre çoğul eki "an" sonuna eklenip abdalan haline getirilmiş (Abdalan-ı Rum'da gö­rüldüğü gibi). 
Yukarda ele aldığımız dört sözcük, bugünkü dilimizde, temel anlamlarından, farklı ölçülerde de olsa sıyrılmıştır ve "ahmak", "salak", "alık", "deli" "çılgın", "bön", "geri zekâlı" ve "kaçık" anlamına gelir. Ve böyle bir dilsel değişim, anlambilimin inceleme alanı­na girer. Öte yandan, organik ve zihinsel kusurları ampirik bilgiye dayalı olarak dile getiren bu sözcüklerin gönderimde bulunduğu gerçeklerin, psikopatoloji ve psikiyatri tarafın­dan bilimsel tanımlar, sınıflandırmalar ve terimlerle ele alındığını da biliyoruz. 
Ne var ki, aynı sözcüklerin geçmişine dönerek ve anlamlarını kaynağında ve kendin­de ele alarak bazı felsefi yorumlar yapmak da olanaklıdır. 
Örneğin, başlangıçta, "kendine ya da bir başka varlığa doğru çekilmiş, cin tutmuş, aşk yüzünden kendini kaybetmiş, varlığını dinsel ve mistik amaçlara adamış kişi" anlamına gelen bu sözcüklerde, insan bilincinin kendine ve dünyaya yönelik tutumuna, yani bireyin varoluşsal tavrına ilişkin ortak bir nokta bulunduğu söylenebilir. 
Buradaki ortak nokta, bu sözcüklerin belirttiği birey tipinin ve dolayısıyla bilinç formunun, normal denilen insanların bilinç formundan farklı ve genellikle ona karşıt olmasıdır. Normal denilen insan bireyin bilinci; yoğunluktan ve doluluktan yoksun, gözenek­li; içine sızmış olan, ama iyice fark etmediği ve eğlenme ya da gösteriş merakıyla unut­maya çalıştığı ölüm korkusuyla, gündelik yaşamın durmadan tekrarlanan kasvetli olayla­rıyla ve maddi endişelerle belirlenmiş; kendini içinde bulduğu geleneksel ve hazırlop değer yargılarıyla, yani verilmiş-olan'la kaplanmış ve dolayımsız, eleştiriden yoksun ve gerçek bireyselliğe, yani otantikliğe değil herkes gibi olmaya yönelmiş bir bilinç formudur. Bu­na karşılık, yukarda ele aldığımız sözcüklerin ortak noktasının, bu otantik olmayan bilincin olumsuzlanmasına gönderimde bulunduğu söylenebilir. Bu olumsuzlama, verilmiş bireyselliğin "kendine doğru çekil­me ya da bir başka nesneye doğru çekilme"yle dolayımlanmasmda; kendini daha yüksek bir düzeyde yeniden bulmasında ve doluluğa ulaşmasında ortaya çıkıyor. (Tümlük, yoğunluk ve doluluğa ulaşma çabasına, alkol kullanımında ve erotizmde de rastlan­dığı ileri sürülebilir.) 
Dolayısıyla, bu dört sözcüğün ortak noktasının belirt­tiği bilinç formunun, genellikle çağdaş felsefenin ve özellikle varoluşçuluğun üzerinde önemle durduğu kendi-olma, yani otantiklik sorununa, eski bir zaman diliminde ve farklı bir kültür ve ideoloji çerçevesi için­de verilmiş bir cevabın ürünü olduğu söylenebilir.

Selahattin Hilav, kitap-lık, 39.

7 Kasım 2015

Bozkırın hayaleti

Kent durmadan değişiyor. İnsanlar kendilerini "durmadan değişen kentin" kucağına bırakıyorlar. Kent onları da değiştirsin istiyorlar. Her gün her saatte kentin iliklerine değin sokuluyorlar. Kentin sokakları, caddeleri, bulvarları durmadan insan alıyor. Kente kendilerini bu denli gönüllüce bırakan insanlar analarının sıcaklığını çoktan unutmuşa benziyorlar. Olup biten her şey kadim bir zamanda yaşanıyor âdeta. Her an bir şeyler yitip gidiyor, ne ki kimse bilmiyor neyin yitip gittiğini. Kent bir yitikler ormanını andırıyor. Bir zamanlar sararık, uçsuz bucaksız bir bozkır yeriyken şimdi bozkırın kokusunu bile anımsamıyor. İnsanların yalvarıp yakaran bakışları kenti dolduruyor, bir zaman sonra çepeçevre kuşatıyor. Kent bunu umursamıyor bile.

5 Kasım 2015

Tragedya

Treni çoktan kaçırmış olan adam tren garını bir türlü terk etmiyor.

3 Kasım 2015

Okumak yüzünü kapamaktır. Yazmaksa...

Bu sabah Intercomunal Parkı'ndaki banklardan birinde kitap okuyan bir kadın gördüm. Yüzünü görmek için karşısına oturdum ama imkânsızdı. Kitap, bakışını içine çekiyordu, bazı anlarda onun da durumun farkında olduğunu düşündüm. Kitabı bu şekilde –dirsekleri hayali bir masaya dayanmış, her iki eliyle birden tam göz hizasında– tutarak saklanıyordu. 
Beyaz alnını ve sarımtırak saçlarını gördüm ama gözlerini hiç göremedim. Kitap peçesi, nadide maskesiydi. 
Uzun parmakları kitabı tıpkı ince ve sağlıklı dallar gibi tutuyordu. Bir an ona o kadar yaklaştım ki, biraz önce yenmiş gibi duran bakımsız tırnaklarını bile gördüm. 
Varlığımı hissettiğine eminim ama kitabını indirmedi. Gözlerini birinin gözlerine dikmişçesine kitabı tutmaya devam etti.
Okumak yüzünü kapamaktır, diye düşündüm.
Okumak yüzünü kapamaktır. Yazmaksa yüzünü göstermek.

Alejandro Zambra, Eve Dönmenin Yolları.

1 Kasım 2015

Özleyiş

Gülüşümü ıslattım –kar yağdı bütün gün–
Daha yağsın
Kar yağsın bütün otellerin üstüne
Üstüne üstüne bütün otellerin
Kar yağsın
Lacivert gözlerine Seniha'nın

Hiç bitmesin, yağsın
Karla dolsun göğsünün katedrali
Avluya düşen org uyansın

Özlemim sanadır, varsın
Kar yağsın, daha yağsın
Seni andırıncaya kadar.

Edip Cansever
Sayfa başına git