31 Mart 2020

Üç kelime: virüs, karantina, korona

Virüs kelimesi Fransızcadan, karantina ise İtalyancadan gelmişler Türkçeye.

Virüs, diğer dillere Latince virus'tan yayılmış. "Zehir, bitki özsuyu, kıvamlı sıvı, kudret suyu" gibi anlamları varmış bu dilde. Tabii, Latinceye Proto-Italic weis-o-(s-)'tan, oraya da muhtemelen İlk-Hint-Avrupaca ueis- kökünden gelmiş ve bu sonuncusunda gene muhtemelen "eriyip gitmek, akmak" anlamına geliyormuş. Kısacası, zamanla Latincede "zehirli su, zehirli sıvı," sonradan da doğrudan doğruya "zehir" anlamlarını kazanmış.

"Bulaşıcı hastalıklara yol açan mikrop" anlamı zührevi bir hastalığa gönderme yapılmak suretiyle 1728'de kaydedilmiş olmakla beraber, günümüzdeki tıbbi anlamı 1880'lerde yerleşmiş.

***
Karantina kelimesiyse dünya dillerine İtalyanca "kırk gün" demek olan quaranta giorni'den dağılmış. Bulaşıcı hastalık taşıyor olabileceğinden şüphelenilen bir geminin kırk gün boyunca limanda gözetim altında tutulması gerektiğini öngören 1377 tarihli bir Venedik kanununa dayanıyormuş. Sonraları yaygınlaşmış bu işlem.

Quaranta kelimesi İtalyancaya ise Latince quadraginta'dan geçmiş ki o da İlk-Hint-Avrupaca dört anlamına gelen kwetwer- kökünden gelmişmiş.

***
Korona (corona) sözcüğü ise gene Latince "taç, çelenk" anlamlarına geliyor olup Antik Roma'da bilhassa üstün başarı gösteren askerlerin başına takılan taç ya da çelengi ifade ediyormuş, bir tür üstün hizmet madalyası.

Malum, virüsümüzün şekli taca benzediği için tıpta coronavirus biçimiyle elli bir yıl önce, 1969'da kayıtlara geçmiş.

Covid-19, Co: corona, vi: virus, d: disease olmak üzere korona virüsü hastalığı demek. Sonundaki 19 ise (Aralık) 2019'da görüldüğünü belirtmek için.


Kaynak: Bir, iki, üç.

29 Mart 2020

Not Writing

When I am not writing I am not writing a novel called 1994 about a young woman in an office park in a provincial town who has a job cutting and pasting time. I am not writing a novel called Nero about the world’s richest art star in space. I am not writing a book called Kansas City Spleen. I am not writing a sequel to Kansas City Spleen called Bitch’s Maldoror. I am not writing a book of political philosophy called Questions for Poets. I am not writing a scandalous memoir. I am not writing a pathetic memoir. I am not writing a memoir about poetry or love. I am not writing a memoir about poverty, debt collection, or bankruptcy. I am not writing about family court. I am not writing a memoir because memoirs are for property owners and not writing a memoir about prohibitions of memoirs.
When I am not writing a memoir I am also not writing any kind of poetry, not prose poems contemporary or otherwise, not poems made of fragments, not tightened and compressed poems, not loosened and conversational poems, not conceptual poems, not virtuosic poems employing many different types of euphonious devices, not poems with epiphanies and not poems without, not documentary poems about recent political moments, not poems heavy with allusions to critical theory and popular song.
I am not writing “Leaving the Atocha Station” by Anne Boyer and certainly not writing “Nadja” by Anne Boyer though would like to write “Debt” by Anne Boyer though am not writing also “The German Ideology” by Anne Boyer and not writing a screenplay called “Sparticists.”
I am not writing an account of myself more miserable than Rousseau. I am not writing an account of myself more innocent than Blake.
I am not writing epic poetry although I like what Milton said about lyric poets drinking wine while epic poets should drink water from a wooden bowl. I would like to drink wine from a wooden bowl or to drink water from an emptied bottle of wine.
I am not writing a book about shopping, which is a woman shopping. I am not writing accounts of dreams, not my own or anyone else’s. I am not writing historical re-enactments of any durational literature.
I am not writing anything that anyone has requested of me or is waiting on, not a poetics essay or any other sort of essay, not a roundtable response, not interview responses, not writing prompts for younger writers, not my thoughts about critical theory or popular songs.
I am not writing a new constitution for the republic of no history. I am not writing a will or a medical report.
I am not writing Facebook status updates. I am not writing thank-you notes or apologies. I am not writing conference papers. I am not writing book reviews. I am not writing blurbs.
I am not writing about contemporary art. I am not writing accounts of my travels. I am not writing reviews for The New Inquiry and not writing pieces for Triple Canopy and not writing anything for Fence. I am not writing a daily accounting of my reading, activities, and ideas. I am not writing science fiction novels about the problem of the idea of the autonomy of art and science fiction novels about the problem of a society with only one law which is consent. I am not writing stories based on Nathaniel Hawthorne’s unwritten story ideas. I am not writing online dating profiles. I am not writing anonymous communiqués. I am not writing textbooks.
I am not writing a history of these times or of past times or of any future times and not even the history of these visions which are with me all day and all of the night.
Anne Boyer (Via)

28 Mart 2020

Evdeyiz

Korona virüsünün hepimizi eve kapattığı şu günlerde havanın da kapalı, kasvetli olması esasen iyi. Kışın bittiği şu vakitte havanın günlük güneşlik olduğunu düşünsene, kendini dışarı atmak istiyorsun fakat sokağa çıkmaman telkin ediliyor durmadan. Hayatta hep var olmuştur bu düzen, iyilikte kötülük, kötülükte iyilik vardır, görmek için yakınca bakmak gerekir.
***
Virüs, toplumda var olan fakat göremediğimiz bazı şeylerin görünür olmasını da sağlamıyor mu? Yaşlılara yönelik tavırlara baksanıza. 65 yaşını geçkinlere getirilen sokağa çıkma yasağından sonra onlara yönelen öfkeyi anlamlandıramıyorum. Ahmaklıkla açıklanacak bir şey değil bu. Bir tür birikmişlik, bir tür şişkinlik bana sorarsanız. Yeni de değil besbelli. Artık kendini tutamayan, bir an önce dışarı salınmak isteyen balonun içindeki hava gibi, toplumun içinde de demek ki bir birikinti var, gelgelelim nedir, anlayamıyorum ben?

25 Mart 2020

Sosyal mesafe kavramı

Korona virüsünün hayatımıza soktuğu kavramlardan biri de sosyal mesafe. Sekiz-on gündür duyuyorum ben de. Öteden beridir özel ilgi alanlarımdan biri genel anlamıyla dil olduğu için bunu yazmadan edemedim.

Korona virüsü bu kavramı hayatımıza soktu dedim, doğru, çünkü ne yazık ki bazıları kabullenmek istemese de, evet, İlber hiç de haksız değil, toplumumuz şu son yarım yüzyılda son beş yüz yılın en cahil zamanını yaşıyor ve işte bazen belki yüzlerce yıldır var olan kimi şeylerin, kavramların vs. sanki yenice çıktığını zannedebiliyor. İşte bu kavram da hayatımıza yeni girmiş olabilir ama epeydir var, Türkçede de yer etmiş bir sosyoloji kavramı, gelgelelim virüsten korunmak için birbirimizden bir-iki metre uzak durmamız gerektiğini ifade eden mesafeden büsbütün farklı bir şey. 

Sosyal mesafe türlü çeşitli toplumsal sınıflar arasındaki uzaklığı ifade eden bir sosyoloji terimidir. İktidar partisiyle muhalefet partisi arasındaki mesafe bir sosyal mesafedir, Sünnilerle Aleviler arasındaki mesafe bir sosyal mesafedir, Türkçülerle Kürtçüler arasındaki mesafe bir sosyal mesafedir. Fenerbahçelilere Galatasaray yenilgisi sonrası küfür ettiren şey sosyal mesafedir, feminist kadınları, ben çocuk doğurmak zorunda mıyım, diye bağırtan şey sosyal mesafedir, mecliste milletvekillerini yumruk yumruğa kavga ettiren şey sosyal mesafedir. Dedim ya, toplumun farklı sınıfları arasındaki uzaklıktır sosyal mesafe.

Şuraya geliyor insan, hakikaten de bazen hiç bilmemek yalan yanlış bilmekten daha iyidir. Burada da öyle oldu, toplumun yüzde doksan dokuzunun bilmediği bir kavramı şimdi artık herkes biliyor ama yanlış biliyor. İnternet öncesi çağda elalem köyünde, kasabasında, mahallesinde kısmen mütevazı yaşayıp giderken günümüzde artık herkes her şeyi biliyor ne yazık ki.

24 Mart 2020

Satranç sorusunun cevabı

Korona virüsü milleti eve kapatınca herkes kendince can sıkıntısını gidermenin türlü yollarını arıyor. Ben de epeydir ihmal ettiğim bloğun başına oturuyorum ara sıra. Eski yazıları şöyle bir gözden geçirince yedi-sekiz yıl önce sorup da cevabını vermeyi unuttuğum şu satranç sorusunu fark ettim.

Cevap şöyle: Beyazlarla oynayan rakibinizin ilk hamlesini beklersiniz. Bu hamlenin aynısını öbür oyunda siyaha karşı oynarsınız. Şimdi siyahın hamlesini beklersiniz. Bu hamlenin aynısını da beyaza karşı oynarsınız. Şimdiyse beyazın hamlesini beklersiniz ve bu hamleyi siyaha karşı oynarsınız... Bunu böyle sürdürürseniz iki oyun da birbirinin eşi olur. Birinde yenilmeniz diğerinde kazanacağınız anlamına gelir. Birinde beraberlik diğerinde de beraberlik demektir. Böylece kesin olarak 1 puan almış olursunuz. Aradaki tek fark, birinde siyah, diğerinde beyaz olmanızdır.

22 Mart 2020

Mut

Bir karınca masanın üzerine çıkmış, dolaşıp duruyor. Ekmek kırıntıları da var, mutlu olmalı. 

Mutluluk dedim de, şöyle bir teori kurdum, piyasada mutlu, mutluluk kelimeleri yokken insanlar çoğunlukla mutluydu, fakat ne zaman ki bu kelimeler, bilhassa 90'larla beraber hayatımıza girdi, işte o zaman gördük ki herkes mutsuz. Milletin göremediği veya görmek istemediği basit gerçek şu: Mutluluk diye bir şey yoktur. Hayır hayır, laf oyunu yapmak değil amacım, hakikaten yoktur. Olmayan bir şeyin peşine düşüldü mü haliyle elde edilemeyecektir, edilemeyince de keyif kaçacaktır, mesele bu.

Mutluluk yoktur, hayatın kendisi vardır ve ekseriyetle zıtlıklar üzerine kuruludur. Kalıcı bir mutluluğun peşinde koşanlara şu söylenmeli: Daimi mutlu olma ihtimali, hiç gece olmadan hep gündüz olma ihtimaliyle aynıdır. Her şey beyaz olsaydı ona beyaz demeyecektik. Beyaz diyorsak onu siyah, kırmızı, maviden ayırt etmek için diyoruz. Yani, ortada başkalarının da var olduğunu kabul ediyoruz. Şu halde mutluluğu arıyorsak mutsuzluğa da razı olacağız. Sözün özü, mutluluğun peşinden koşmayı bırakın, olur ki anca o zaman "mutlu" olursunuz.

Bu mutluluk meselesi de nereden esti? Facebook'a, Instagram'a bakıyorum da hemen herkesin mutluluk peşinde koştuğunu görüyorum, oradan esti. 

O değil de, hayat bazen çok sıkıcı yahu. Hele de şu korona günlerinde. Aklıma gelmişken, arkadaşlarınıza WhatsApp'tan şu espriyi yapmayı da unutmayasınız: Herkesin mutlu olduğu yer neresidir? (Mersin'in Mut ilçesi.) Hadi selametle.

19 Mart 2020

Bir komplo teorisi

Korona virüsünün ortaya çıkışı üzerine naçizane komplo teorim aşağıdaki gibidir.

Lafı hiç dolandırmadan söyleyeyim, korona virüsünü Çin çıkardı. Diyeceksiniz ki, bu virüs zaten Çin'den çıkıp yayılmadı mı, ilk olarak Çinliler ölmedi mi? Evet, tam olarak öyle oldu. Ee, hal böyleyken bunu Çin'in çıkardığını nasıl söyleyebiliyorsun?

Efendim, Allah korusun, sizin evinizde yangın çıksa insanlar en son kimden şüphelenir? Tabii ki sizden. Kişinin kendi evini yakacağı kimsenin aklına gelmez. İşte bana kalırsa Çinliler, her şeyi yapmalarına rağmen Avrupa ve özellikle de Amerika'nın ekonomik gücünü kıramadıkları için bir de böyle bir yola başvurmakta beis görmediler. İyi güzel diyorsun da, kendi insanları ölmedi mi, an itibariyle de üç binden fazla ölümle en fazla ölüm sayısı kendilerinde değil mi, diye soracaklara, Çin'de insan hayatının ucuz bile değil, bedava olduğunu söylemek isterim. Çin'de balıkların bile bir değeri var, çünkü yemek olarak yenebilirler, fakat bir milyar dört yüz milyon nüfuslu ülkede insan hayatına herhangi bir değer verildiğine dair bir kayıt yoktur. Dolayısıyla da böyle bir virüsü dünyanın başına bela ederken kendi nüfuslarından birkaç bin kişinin öleceğini önemsememiş olmalarında anlaşılmayacak bir şey yoktur. 

Satırlarıma son vermeden önce evde canımın sıkıldığını ve bu yazıda ileri sürülen düşüncenin bir komplo teorisi olduğunu tekrar dile getirir, sizi öperim. Kalın sağlıcakla.

18 Mart 2020

Al şu koronayı koronacıya götür

İnsan davranışlarının nedenlerini oldum olası merak etmekle birlikte, son yıllarda özel ilgi alanlarımdan biri olup çıktı bu konu. Filanca davranışların sergilenmesinin esas nedeni nedir? Konu değişmediği halde insanlar filanca yerde neden böyle davranırken falanca yerde şöyle davranır? Somut bir örnekle sorayım sorumu. Türkiye'deki ilk korona virüsü vakasının duyurulduğu gün akşam erken bir vakitte eve dönerken her zaman uğradığım fırına uğrayıp bir ekmek istedim. Hiç ekmeğimiz kalmadı, demez mi adam. Oysaki geç saatlere kadar bile ekmek olurdu bu fırında. Biraz ötedeki fırına gittim, orada da durum aynı. Bu arada yol boyu ellerinde dolu dolu poşetlerle kıtlığa hazırlanırcasına alışveriş yapan insanlar vardı. Eve makarna, pirinç doldurmanın altındaki güdüyü herkes gibi anlarım da ertesi gün bayatlayacak olan ekmeği eve stoklamaya insanları iten temel saik nedir, işte hakikaten bunu anlamak istiyorum.

(Laf açılmışken söyleyeyim, kolonya fiyatları son günlerde artmış olabilir, işte sosyal medyada beş liralık kolonyanın elli lira filan olduğu yazılıp çiziliyor ama öyle değil, kolonya fiyatları da son iki yıldaki enflasyondan ötürü zaten artmıştı, tıpkı diş macunu ve diğer pek çok şeyin fiyatı gibi. Konumuza dönelim.)

On-on beş yıldır söylediğim bir şey var, günümüz dünyası bilim sayesinde pek çok konuda ilerlemiş durumda ama bazı konularda da büyük gerileyiş söz konusu. Fabrikalarda üretimi artık robotlar yapıyor ama sağduyumuzu kaybediyoruz büyük bir hızla. Dünyanın bazı yerlerinde neredeyse ortadan kalkmak üzere bu meziyet. İnsanlar artık akıllarını kullanamıyorlar. Mesela "söz" çok çok büyük bir gerileyişte, günümüzün en olağanüstü şiiri bir Fuzuli'nin, bir Shakespeare'in orta halli bir şiirinin yanında vasat kalıyor.

Konuyu gündeme, korona virüsüne getirmeye çalışıyorum. Evet, insanlar artık akıllarını kullanamıyorlar. Böyle olunca da önemli bir konu ortaya çıktı mı ne yapacağını bilmeden oradan oraya kaotik bir halde uçuşan camdaki sineklere benziyorlar. Dikkat ettiniz mi, herkes konuşuyor. Peki konuşma bir sonuç veriyor mu, sözgelimi, virüse aşı buluyor mu? Elbette hayır. Önceki gün haberlerde Almanya'daki bir laboratuarda virüse aşı geliştirmeye çalışan bilimadamlarını gösterdiler, "konuşmuyorlardı".

Biz insanlar tarih boyunca dünyaya müdahale ede geldik, dünya da zaman zaman bize müdahale etti, ediyor. Ancak bu karşılıklı müdahale edişte öyle bir dengesizlik var ki, bilhassa günümüzde biz doğaya yüz müdahalede bulunuyorsak doğa bize ancak bir müdahaleyle karşılık veriyor. Korona virüsüne de bu gözle bakmak lazım. Geçen yıl araştırmacılar Kuzey Kutbu'nda havadan karla birlikte plastik partikülleri yağdığını keşfettiler. Doğrudan insan faaliyetinin yok denecek kadar az olduğu bir coğrafyadaki kar tanelerinin içinde plastik varsa, dünyanın orta kuşağında yüz milyonlarca insanla bir arada yaşayanlar olarak kendi vücudunuzun içini varın bir düşünün. Bir de şunu düşünün, kanserden ne kadar insan ölüyor? Sigaradan ne kadar insan ölüyor? Hatta mevsimlik gripten ne kadar insan ölüyor? Diğer pek çok hastalıktan ne kadar insan ölüyor? Peki, toplumlar niçin tüm bu ölümleri olağan karşılarlar da aniden ortaya çıkan mesela korona virüsü kaynaklı ölümleri böylesine önemsemiş görünürler? Şöyle bir örnek: Yıllar önce köy dolmuşunda şoförle sohbet ederek şehre gidiyorduk. Karşımıza bir koyun sürüsü çıktı, şoför yolu boşaltmaları için korna çaldı ama koyunlar oralı bile olmadılar. Bunun üzerine şoför bir anısından söz etti. Arabasıyla bir gün uzak bir dağ köyüne gitmiş, karşısına bir koyun sürüsü çıkmış, o da şimdi yaptığı gibi korna çalmış. "Çalmamla koyunlar ürküp çil yavrusu gibi dağıldılar, görmeliydin," demişti. Nedeni belliydi. İhtimal, hiç korna sesi duymamış koyunlar doğal olarak ürkmüşlerdi, şimdi gördüğümüz koyunlarsa tıpkı o dağ köyündeki soydaşları gibi ilk duyduklarında muhtemelen ürktüler, fakat sonradan alıştılar ve zamanla hiç tepki vermez oldular. İnsanlar da böyledir. Bugün vebadan korkan var mı mesela? Alışırlar, korona 2019'a da alışırlar. Şunu da hatırlamakta fayda var, hayat elbette güzel ve yaşamaya değer ama günün birinde hepimiz ölmüş olacağız.

Siz gelin beni dinleyin, korona virüsünü düşüneceğinize şunları düşünün: Bu kadar poşet, bu kadar ambalaj, bu kadar pet şişe, bu kadar tuvalet kâğıdı, bu kadar plastik kasa, bu kadar yumurta kartonu, bu kadar zibilyon şey bizi nereye vardıracak?

15 Mart 2020

Boşluk

Geçen gün şu soru soruldu: "Simidin içindeki boşluk simide ait midir?" Değildir, diye kestirip atarak şu soruyla da karşılık verdim: Simide simit şeklini veren yalnızca içindeki değil, ayrıca dışındaki boşluktur. Peki, simidin dışındaki boşluk, o da simide ait midir?

***

Boşluk, bakışlarımın biçimini alıyor. —Paul Éluard

8 Mart 2020

Sokaksız coğrafyanın sokak çocuğu Alyoşa

Birkaç ay önce arkadaşım Yunusçay'ı ziyarete gitmiştim. Televizyon hiç izlemem, evimde de yoktur ama işte böyle televizyonun açık olduğu bir yerdeysem mecburen izlerim. İzlediğim de çoğunlukla belgesel olur.

Yunusçay TRT Belgesel'i açtı, En Tehlikeli Okul Yolları diye bir program. Sanırım her bölümde dünyanın zorlu bir coğrafyasında okula giden çocukların okul yaşamını gösteriyor. İzlediğimiz o bölümde de Sibirya'da, adını hiç hatırlamadığım uçsuz bucaksız, ama daha önemlisi, insansız bir yerde okul çocuklarının karşılaştığı güçlükler anlatılıyordu. Bir otobüs, her biri ikişer-üçer evden oluşan köyleri dolaşıp çocukları topluyor, kasaba merkezindeki okula ulaştırmaya çalışıyor. Kış kıyamet. Yaşamın anlamını değil ama anlamsızlığını sorgulamaya ileri derecede müsait bir coğrafya. Ve bu coğrafyada yaşayan bir çocuk, Alyoşa. 

On iki-on üç yaşında bir çocuk Alyoşa. Okulu sevmiyor. Ne var bunda, denebilir tabii, bir çocuğun okulu sevmemesinde ne var? Gelgelelim Alyoşa işi bir adım daha ileriye götürmüş gibi, yalnızca okulu değil, hayatı da sevmiyor pek. Hepimizin yolu böyle çocuklarla kesişmiştir illa ki. İyi tanırız onları, "soytarı"dırlar. Kimi zaman o denli sevimsizdirler ki bulduğumuz ilk fırsatta dişlerimizin arasına alıp çiğnemek isteriz onları, kimi zamansa olanca soytarılıklarına rağmen severiz onları, şirin gelirler bize. İşte bizim Alyoşa da gördüğüm daha ilk sahnede bana böylece şirin gözüktü.

Çocukluğumuzda çoğumuz, bilhassa erkek olanlarımız, babamızın annemizle konuşurken, elbette bize de işittirmeye çalışarak şunu dediğini görmüşüzdür: "Yok yok, soytarılıkta bunun gözü, soytarılıkta." İşte, dedim ya, Alyoşamızın gözü de tamı tamına böyle, soytarılıkta. Okul mokul zaman kaybı, sokaklara düşmek istiyor. Ne var ki dramı da işte bu noktada başlıyor. Tamam, soytarılık soytarılık da, kendince bir yol yordam ister o da, mekân ister filan. Fakirim Alyoşa... Gözü sokaklarda fakat kaderi onu öyle bir coğrafyada dünyaya getirmiş ki düşeceği sokak yok. Burada azılı bir katilin genlerini de taşıyor olsan, üzülerek söyleyeyim, pek şansın yok.

Sadede gelelim. Hayat tüm ısrarlı girişimlere rağmen anlamı hiç enikonu çözülememiş bir bilmecedir. İstediğin her ne olursa, kimileyin vermez sana onu hayat. Ne ki işin özü galiba istediğini elde etmede değil, tıpkı Alyoşa'nın bakışlarında da kendini gösterdiği gibi, ileriye bakmak. Onun gözlerine baktık mı günün birinde bu kuş uçmaz kervan geçmez diyardan göçüp gitme, belki Moskova'da, belki Petersburg'da o özlemini çektiği sokaklara kavuşma isteğini görürüz.
Sayfa başına git