31 Aralık 2014

Yeni yıl

İşin ilginç tarafı, bu akşam hiç yazı yazasım yok. Halbuki yılbaşı akşamları herkesin söyleyecek sözü olur. Benim de olurdu. Özellikle yıl sonlarında geride kalmış olan yılın muhasebesini, yok bilmem yeni yılda yapacaklarımı falan filan, muzip bir dille de olsa söylerdim. Fakat bu yıl içimden pek bir şey söylemek gelmedi. Belki yeni yılın başlarında söylerim. 

Çocuklara o ünlü şakayı yapacaktım güya, inandırıcı bir modda yapacaktım üstelik, inanacaklardı da, buna emindim, fakat unuttum iyi mi. Çocuklar, diyecektim, bu yıl önemli bir işim çıktığı için bırakıyorum, seneye görüşürüz inşallah. 

Diğer akşamlardan hiçbir farkı yok bu akşamın. Oturmuş müzik dinliyor, kelime oyunu oynuyorum. 

Eski yılbaşı akşamları güzeldi, bayramlardan daha fazla etkileri vardı. İnsanlara moral kaynağı olurdu, bir günlüğüne de olsa elâlem derdini tasasını bir kenara bırakırdı filan. Herkes televizyon başına kilitlenirdi doğal olarak. Komşumuz olan iki kardeşi yolda görüşüm hiç aklımdan gitmiyor, biri arkadaşımdı, hava kararmak üzereyken görmüştüm, nereye, diye sorunca, amcamlara televizyon izlemeye, diye yanıtlamışlardı. 

Yılbaşını kutlama taraftarı olmayanlar da her zaman oldu. Şu bilindik gâvur âdeti söylentileri işte. Öyle bir şey yok tabii. Ben hayatımda hiç Noel Baba görmedim mesela, eğer gerçekten gâvur âdeti olsaydı bir kez olsun bana hediye getirirdi Noel Baba da ben de anlardım bunun gâvur âdeti olduğunu. Hindi yemeyeliyse hayli bir zaman oluyor, şayet bu sahiden gâvur geleneği olsaydı benim şu an yemiş olduğum hindinin üzerine çayımı yudumluyor olmam lazımdı. Benim tuzum kuru kardeşim, benden yana gâvur âdeti değil, Noel Baba kime hediye getiriyorsa varsın o düşünsün. 

Şaka bir yana, yeni yıl gönlünüzce olsun.

30 Aralık 2014

Evcil kuşlar, evcil kediler, evcil insanlar

Ablam iki küçük kuş getirdi eve üç gün önce. Papağan dışında evcil kuş türlerini tanımıyorum, hangisi muhabbet, hangisi kanarya çıkaramıyorum, bizimkiler muhabbet sanırım. Geldikleri gün Ramazan saldırdı zavallıların kafesine, çok korktular. Annem Ramazan'ı alıp kendi yöntemleriyle tembih etti, bunlar benim kuşum, sakın dokunma yollu bir şeyler söyledi. Biz de iyi dedik, Ramazan bir daha da ilişmez kuşcağızlara. Fakat dün gece yine saldırmış. Kafes kanepenin üzerindeymiş, bizimki de hazır ev halkı uykudayken fırsat bu fırsat deyip şansını bir daha denemiş. Kafes düşmüş, üstelik kapısı da açılmış, bereket versin kuşlar dışarı çıkmamışlar. Sabah kalktığımda henüz meseleden haberim yokken kanepeye saçılmış yemleri görünce içimden, demek böyle oluyor, bu kadar külfeti var bu ev kuşlarının, saçıp döküyorlar, dedim. Meğer zavallıların günahını almışım.

Ramazan Efendi bizim kedimiz. Eşek kadar bir kedi, rengi kara, göğsünde azıcık beyazlık var. Kaç yıldır bizim evde, vallahi ben de bilmiyorum. Bizde doğdu zaten. Anası da bizim kedimizdi. Ramazan üzerine bir yazı yazmak da uzunca süredir aklımda aslında. Çok ilginç bir kedi. Dışarı çıkıp gezip tozduğu oluyor elbette ama sokağı hiç görmedi. Sokaklarda yaşayan, çöplerden beslenen soydaşlarının nasıl bir hayat sürdüğünden bihaber. Buna rağmen sokak kedileri yanına yanaşamıyorlar bunun, dövüyor hepsini, bazılarını yaralıyor. Normalde durum bunun tam tersidir, sokağın o sert yüzüyle henüz bebekken tanışan kediler, yaşamlarını sürdürebilmek için her türlü zorluğun üstesinden gelmeyi öğrenirler. Böylece değil evcil kedilerden, köpeklerden bile korunmasını bilirler. Fakat işte, ne diyorsam o, bizim hayatı boyunca bir geceyi olsun sokakta geçirmemiş Ramazan'la baş edemiyorlar. Nedir, anlamadım ki. 

Henüz isim de koymadık. Çeşitli öneriler var.
Kuşlar çok şirinler. Biri beyaz, öbürünün rengini nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. Göğsü olduğu gibi desenli, sırtı da kırmızı, kahverengi arası bir şey galiba. Hangisinin dişi, hangisinin erkek olduğunu da bilmiyorum. Şu an masamda, yanı başımda duruyorlar. Demin çok hareketliydiler, şimdi çıt çıkarmıyorlar. Meraklı gözlerle beni izliyorlar, görmelisiniz. Yemlenirken çok güzel, usulcacık bir ses çıkarıyorlar. 

Hayatım boyunca evimizde bir kez kuş besledik. Komşumuzun oğlu E. getirmişti onu bize. E. çobandı, bir akrabamızın çobanı, sabahtan akşama kadar çobanlık yapıyor, akşam da evine dönüyordu. Dönerken, bize uğrayıp bir saat kadar televizyon izleyip evine gidiyordu. Bir akşam elinde yaralı bir serçeyle geldi. Serçenin kanlı kanadını hatırlıyorum, ne olduğu üzerine fikir üretmeye çalıştılar ama kesin bir şey söylemedi kimse, hiçbir zaman da o kuşun nasıl yaralandığını bilemedik. Bir kedinin pençelerinden mi kurtulmayı başarmıştı, çocuklar mı onu o hale getirmişti, anlayamadık. Uçamıyordu, çünkü kanatlarının tüyleri hep yolunmuştu. 

Annemler hemen kuşu alıp yaralarını sarmaya koyuldular. Keşke ölmese diyorduk hep içimizden. Ölmedi. Yarası tez zamanda iyileşti ve inanır mısınız, evin bir bireyi haline geldi. Kafes filan da yoktu ha, öylece bizimle yaşıyordu evin içinde. Geceleri bile nereye isterse oraya tünüyordu. Birkaç ay geçti. Kuşumuz –nedense bir isim de koymamıştık– artık enikonu kanatlanmıştı. Evin içinde dilediği yere uçuyordu. Bizim kullandığımız her yerde o da vardı. Bir bakıyordun mutfakta, bir bakıyordun misafir odasında. Yemek yerken, çay içerken de elbette hep bizimleydi. 

Günün birinde kuşumuz birdenbire ortadan kayboldu. İçeride, dışarıda aramadığımız, sormadığımız yer kalmadı, kuşu bulamadık. Kedinin kapıp götürdüğü, artık kanatlandığı için başını alıp gittiği şeklinde yorumlar yapıldı ama ne çare, kuşu geri getirmeye yetmedi. Serçemiz bizi bırakıp gitti. 

Evcil kuşlarla balıklara çok üzülüyorum. Bütün bir ömürlerini kafeste geçiriyorlar. Ama elimden ne gelir ki? Bıraksan gidip doğada yaşayamayacak, ölüp gidecekler. Bize iyice alışsınlar da baharda havaların ısınmasıyla Ramazan'ı gece dışarıda tutarız, bunlar da biraz odada filan gezinirler. 

(İnsanlar da bir zamanlar yabaniydi. Cennet denen doğada bir başlarına yaşıyorlardı. Sonra Tanrı onları evcilleştirmeye karar verdi.)

29 Aralık 2014

Blogger yorumlarında link (bağlantı) vermek

Bloğa yapılan yorumlarla ilgili ara sıra karşılaştığım bir sorun var, çoğu blogger da karşılaşıyordur muhtemelen.

Herhangi bir URL adresini (örneğin http://haruncagan.blogspot.com) doğrudan yazdığınızda Blogger bunu bir bağlantı olarak algılamıyor, bundan ötürü de bağlantıyı kendimiz oluşturmamız gerekiyor. Bunu yapabilmek için <a href="...">...</a> kodunu kullanırız. Burada mavi üç noktayla gösterilen yerlere sırasıyla URL adresi ve tıklanacak metin yazılır. 
Yani: <a href="https://haruncagan.blogspot.com">Buraya tıklayınız</a>. Bunu yaparak yorumlarımızda bir link oluşturmuş oluruz, böylece oraya tıklandığında hedef sayfa açılır. Bu işlemden sonra kodlar görünmez, yalnızca tıklanacak metin görünür. İşte örneği: Buraya tıklayınız

Bu yazıya bir yorum yazarak kendi bloğunuzun linkini verip bunu deneyebilirsiniz.

Maske ve Ruh

               H. Ergülen'in istek şiiri

Maskeler içeri ruhlar dışarı
Aşklar doğuya ihanet güneye
Ruh sayımının suyu yok

Bir maskem var aydınlıktır
Gözünüzü kamaştırır, pırlantadır

Bir maskem yalnızlık oğlu yalnızlık
Kalabalıktan hoşlanır, kılçıksız

Başka bir maskem ironi dolaylarından
Gülerken gözyaşlarında boğulur, hıçkırır

Biri kaçaktır, elektrikli
Gece olur süzülür sandalyesinden

Doyumsuz olanı ihanet dünyasından
Kayar ansızın yıldızların arasından

Şımarık maskem çok ünlü
Kendisiyle tanışır durmadan

Âşık maskem uçarıdır
Uçurtmanın kuyruğuna takılır

Çocuk maskem hayalci ve Peter Pan
Çizgi filmlerde başrole soyunan

Yaya kimseler dokunamaz
Akvaryumda balina gibi yaşar

Melankolik maskemde anılar var
Elimde kalan sadece itiraflar

Şair maskem reklamcıyla dolaşır
Televizyoncu radyocuyla dolaşır

Tiyatro düşkünü son perdeye takılır
Bizi yüzlerimiz yanıltır, traşsızdır

Ruhum tektir, tekele çalışır
Alkol ve sigara yani, yatıştırır
Ey ruh Geldince üç kere üç kaçtır

Oğuzhan Akay

28 Aralık 2014

Ölü ya da diri

İnsanların ölümüyle ağaçların ölümü benzemez birbirine. Ölen insan, sonsuza değin ayrılır öbürlerinden. Fakat ağaç öyle mi? 

Hazin bir durumdur nereden baksan; bazı ağaçlar ölürler de yerlerinden ayrılmazlar. Yıllar yılı durdukları yerde durmayı sürdürürler. Öteki ağaçların her an onların ölüsünü görüyor oluşu hüznün tarif edilmesi en zor basamağıdır. Aslında belki biz insanlar da böyleyizdir, ancak böyleysek bile bunun farkında olmadığımız kesin. 


Biz neyin farkındayız ki? Ağaçlar hakkında bilgimiz bile olabildiğince kıt. Birbirleriyle konuşurlar mı, bizi görürler mi, bunu bile bilmiyoruz. Ağaçlar ağlar mı? Canlılar duygulanır; değil mi ya, şu halde ağaçlar da duygulanır mı? Duygulanmıyorlarsa şayet, ne kıymeti var canlarının? 


Yalnızca bilgimiz, görgümüz değil, algımız, hissiyatımız da kıt bizim. İç dünyasına hitap edebiliyor olduklarımız, yalnızca kendi türümüzün bireyleri, peki ya hayvanların, ve dahi bitkilerin iç dünyasına ne derece hitap edebiliyoruz? Sıfır. Şu halde, biz kendimizi ne sanıyoruz ki? 


Ağaçlardan bize gelen fayda ne kadar büyük! Türlü türlü meyvelerini, yapraklarını, yağlarını, çiçeklerini, kokularını bize sunuyor olmak gibi asil bir davranışlarına, bizler onları kesip odun olarak kullanmak gibi alçakça bir şekilde bile cevap verebiliyoruz. Zehirli gazları emmek, buna karşın, hiçbir insanın yapamayacağı bir şey olarak, dışarıya oksijen salmak gibi yüce bir davranışlarına bir biçimde teşekkür bile edemiyor insanlık. Ne zavallılık! 


Apaçık pek çok şeye rağmen insan en büyük olarak hep kendini görür. Bir tek çocuklar olup bitenlerin biraz farkındadır. Kurumuş ağaçlara ibrikle su taşıyan çocuklar bile gördüm, düşünün. Fakat onlar da –adı üstünde, çocuk– ne yapmaları gerektiğinin farkında değillerdi maalesef, çoğunluğu da böyledir zaten çocukların, kurumuş bile olsa, suyu ağaçların köküne değil gövdelerine dökerlerdi. Ne yaparsın, dünya talihsizliklerle dolu. 

Koca bir ormanda, ortalıkta hiç kimse yokken, ağaçlar ne yapıp ederler acaba?

27 Aralık 2014

Vıladimir'e Dördüncü Mektup

Sayın pek kıymetli kardeşim Vıladimir,

Satırlarıma başlamadan önce selam eder, her iki karakaş gözlerinden hasret, bir o kadar muhabbet, bir o kadar da samimiyetle öperim. 

Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı canı gönülden temenni ederim. Bizleri soracak olursan, şükür şimdilik hepimiz iyiyiz. Şimdilik diyorum, zira bu sıralar burada soğuk havalardan ötürü herkes hastalanıyor; bir grip, bir nezle, sorma...

Sana son mektubu geçen yaz göndermiştim. Üstünden beş ay geçmiş, araya bir de mevsim girmiş. Velhasılıkelam, zaman hızla akıp gidiyor diye diye dilimizde tüy bitti. Beni son zamanlarda bu konuda birkaç yıl süreceğe benzer bir düşüncedir aldı; acaba ilerleyen yaşlarımızda zaman algımız değişecek mi? Yirmi yıl sonra da zamanın hızlı geçtiğini mi algılayacağız yine? Ne bileyim, çocukluğumuzda –yaz tatillerini sayma– bazı zamanlar neredeyse duracak seviyeye gelirdi; öyle algılardık. Dürüst olmak gerekirse, ben gene öyle bir zamanın peşindeyim. Ha, mümkün olur mu, olmaz mı, bilemem. Doğrusu pek beklentim de yok ya bu konuda, yine de insan umut etmekten kendini alamıyor işte. Yok, eğer gelecekte zaman bugünkünden de hızlı geçecekse, o zaman söylenecek tek söz kalıyor geriye, çekine çekine de olsa söylenmesi gerekiyor; gelmesin, geçmesin daha iyi. 

Yaz tatilleri dedim de, hatırlıyor musun, seninle tanışmamız da bir yaz tatiline rast gelmişti. Aleksey Amca bizi Yukarı Göl'e yüzme öğretmeye götürmüştü, ikimiz de korkmuş, suya girememiştik. Aleksey Amca bir başına girip yüzmüş, biz de kenardan onu izlemeye koyulmuştuk. İşte oradaydı tanışmamız. Vay be kardeşim, kaç yıl geçmiş!..

Geçen gün durup dururken aklıma geldi, Mıradov hayatta mı? Bir hayli zaman oldu ondan haber almayalı. Onun varlığını bile unutmuştum, öyle diyeyim. Ve işte, diyorum ya, aklıma geliverdi durduk yerde, ben de sana sorayım dedim, işte soruyorum da.

Galina Teyze'nin dişi ne oldu? Bir önceki mektubunda söz etmedin hiç, ben de diş henüz Avrupa'dan gelmedi diye yordum, gelse bahsederdin. Geçmişler olsun tekrar. Kendisini görmeye geleceğim. Galina Teyze'nin bize keçi sütü sağıp içirdiği günleri de az özlemedim ha! İnsan bazen duygulanıyor da.

Kardeşim Vıladimir, Sibirya işi ne oldu, henüz bir şey yok gibime geliyor? Ama siz de biraz boşluyorsunuz sanki. Peşine düşün derim. Düşerseniz olur, olmayacak şey değil ki. Hatırlasana yıllar önce Elizarov'ların Vladivostok'taki işin üstesinden nasıl geldiklerini. Sahi, Elizarov Ailesi ne âlemde? Düğünleri vardı en son haber aldığımda. Arkadi Elizarov bir kartal yakalamış, köydeki evde bakıyor dediler de pek inandırıcı gelmedi, var mı bu işin aslı astarı? Bizim buralarda görülmüş şey değil de sizin orası için kartalın evde beslenmesi olmayacak bir şey değil. Eğer duyduklarım doğruysa, söyle de kartalıyla fotoğraflar filan çekilip bana göndersin bir zahmet, bizim arkadaşlara göstereceğim. Ona da çok selamlarım olduğunu söyle bu arada.

Benim diyeceklerim şimdilik bu kadar kardeşim. Seni mektupsuz bırakmayacağımı biliyorsun. Şimdilik sağlıkla kal. Aleksey Amca'yla Galina Teyze'nin ellerinden, yeğenlerimin gözlerinden öpüyorum.

Satırlarıma son vermeden önce tekrar selam eder, seni hasretle kucaklarım.

26 Aralık 2014

25 Aralık 2014

Sora sora Bağdat

Büyütmek için üstüne bir tık yeter de artar.
Sora sora Bağdat bulunur, derlerdi de inanmazdım.

24 Aralık 2014

May neym iz Harun

Canım sıkıldığında kendime bir meşgale ararım. Babamdan yadigâr bir huy galiba. Meşgale dediğime de bakmayın, öyle hakiki meşgalelerden değil, bilgisayarın başına geçiyorum, oraya buraya tıklıyorum, efendime söyleyeyim, bir ara bakarım deyip de bir yerlere kaydettiğim sitelere tıklıyorum, okumak zor geldiği için, nasıl olsa zaman bol (!), deyip ertelediğim yazıları okumaya çalışıyorum, şunu da derleyip toparla da blogda yayımla dediğim şeylere eğiliyorum falan filan. 

(Şimdi böyle dedim de aklıma eski günlerim geldi. Eskiden hakiki meşgalelerim vardı. Has meşgaleler hem de. Mesela, tam da bu zamanlarda, yani kışın başlangıcında babamın evde olmadığı vakitlerde onun alet edevatını alır kendime kızak yapmaya koyulurdum. Kendi kızağını kendi yapmanın tadına hakikaten doyum olmuyor. Para vererek aldığın hiçbir şey vermiyor o tadı. Âmin.) 
.
Bugün de ismimle ilgili iki laf edeyim, dedim, bir zamandır aklımdaydı.

Sekiz-on yıl öncesine kadar adımın Arapça kökenli olduğunu sanıyordum; bir bakıma doğru, fakat Arapçaya da İbraniceden geçmiş olduğuna göre benim adım da İbranice kökenli olmuş oluyor. Sözlükler böyle diyor. Ancak kaynaklar Eski Mısır kökenli olduğu tahmin edilmektedir, diye de not düşüyorlar.


TDK Kişi Adları Sözlüğü'ne göre parlayan anlamına geliyormuş adım. Yabancı kaynaklarda da diğer bazı kelimelerle birlikte geçen enlightened'ın karşılığı olarak kullanılmış olmalı bu kelime. Önceleri başka şeylere de rastlamış, adımın sözde başka anlamlarını da görmüştüm. Şaşırıyor insan. Sanırım şu isim sözlükleri hep sallama. 

Wikipedia'ya göre İbranicedeki Aharon, büyük ihtimalle Eski Mısır dilindeki Aha rw'dan gelme. Aha rw "savaşçı aslan" anlamına geliyormuş. Kafam giderek karışıyor; şayet Aharon ile Aha rw kökendeş iseler neden birinin anlamı savaşçı aslan da öbürünün parlayan?

Başka bir teoriye göreyse, yine büyük olasılıkla Eski Mısır dilindeki bilinmeyen bir kökene dayanan Aharon adı "yüksek dağ", "güç dağı", "yüce", "övülmüş", "aydınlanmış" gibi anlamlara gelebilecek köklere dayanıyor olabilirmiş.
*
Harun isminin pek çok türevi var. İngilizcede Aaron'ın yanı sıra Aaren ve ArronHırvatça, Danca, Lehçe, İsveççe ve Norveççede Aron, Macarcada Áron, İspanyolcada Aarón vs. Harun ismi Tevrat ve Kuran'da da geçtiği için haliyle pek çok Müslüman ve Hıristiyan ülkede kullanılır. Her iki kitapta da Musa'nın kardeşidir Harun. 
*
İsim deyip geçmemek lazım tabii, araştırmak lazım. Nereden geldiğimizi bilmek lazım. Bu adı bana babam vermiş. Neden bu ad, hiç sormadım, merak etmedim herhalde. Bir gün sorarım belki. Affedersiniz, sizin adınız neydi acaba?



Kaynak: Bura, şura, ora.

23 Aralık 2014

Derdest Çağrışım (xxx)

© Pushp Thapa

Başlıktaki xxx ifadesi Roma rakamlarıyla 30'dur. 
Bölümün diğer paylaşımları şurada olup yanlış anlaşılmaması hususunda...

(The statement xxx in the title is 30 in Roman numerals. Not to be confused with "something else". 
See the previous entries of this category here.)

22 Aralık 2014

Soba borusu

"Soba borularının bir ucu delikli, bir ucu deliksizdir. Bir delikli, bir deliksiz uç birbirlerine girmek suretiyle soba kurulur."

Aristoteles'in Köylerden Şehirlere Genel Kültür Bilgileri adlı eserinden.

21 Aralık 2014

İmaj meykır

Buraya yeni bir görünüm vermeyi bir süredir düşünüyordum. Zaman zaman imaj yenilemek iyidir tabii. Gördüğünüz gibi bloğu tıraş ettim. Yeni yıla yeni bir görünümle girsin. Arkaplandaki duvar kâğıdını değiştirdim. Bağlantı çubuğunun koyu kırmızı olan rengini zeytin yeşili yaptım. Sevdiğim bir renktir. Koyu kırmızı (crimson) rengi de çok severim, bu yüzden kenar çubuğuna verdim. Şimdiye kadar oradaki hemen her yazı maviydi, biraz da kırmızı olsun. Yazı başlıklarının rengi de değişti tabii, o da maviydi, crimson oldu, görüyorsunuz. 

Blogger'ın bu kullandığım teması güzel ama zor bir tema. Ellemeye, değiştirmeye pek de müsait değil. Fazlaca şikâyetim yok ama üzerinde uygulamak isteyip de yapamadığım bir-iki şey daha var. Sağlık olsun. 

Zaman çok çabuk geçiyor. Bir zamanlar çorap değiştirir gibi bloğun tasarımını değiştirirdim. Halihazırdaki şekli uzun zamandır duruyor. İnsan yapa yapa bir kararda duruyor tabii. En iyisini bulduğunu düşündüğün an artık dokunmak istemiyorsun. Bloğun şeklinden şemalinden genel olarak memnunum ama bu hale getirmek için verdiğim emek de az buz değil dostlar.
*
Bugün kendim de tıraş oldum, saçımı kısalttırdım. Epey uzamıştı. Beğendim yeni halini. Benden başka beğenenler de oldu tabii. Babamın ben çocukken söylediği o söz hep aklımda: Kökü sende duruyorsa korkma, bırak gitsin.

20 Aralık 2014

Bir demlik tarçınlı çay gibidir

Bir demlik tarçınlı çay yanı başımda duruyor.

Demliğin içinde ne kadar çay olduğunu siz bilemeyeceksiniz; bunun için üzgün müyüm, değil miyim, kendim de bilmiyorum.

Kuşkusuz, demlikten hiç olmazsa bir-iki bardak içtiğimi tahmin edeceksiniz. Lakin demlik şu an bomboş da duruyor olabilir burada. Her şeyi bilemez insan. 

(Cesare Pavese'nin herhangi bir kitabını henüz okumuş değilim. Adını bilip de kitabını okumadığım o kadar çok adam ve kadın var ki... Şöyle hissediyorum bazen: Madem okumadın, okumuyorsun –ve ihtimal odur ki bazısını hiç okumayacaksın– a adam, ne demelere adını hafızanda tutuyorsun bunların? Hani sanki onların kitabını okumadan geçen her gün adları hafızamda giderek ağırlaşıyor. Hayat ilginç bir trene benziyor tabii.)

Yanı başımda duruyor bir demlik tarçınlı çay. 

Söz oyunlarına da başvurulabilir burada. Kelimelerden medet umulabilir. Mesela, bir demlik çay yanımda duruyorsa eğer, henüz bitirmemiş olduğum anlamı çıkarılabilir gayet tabii. Bitmiş olan çay demliğin içinde ne arasın? Gene de benim bu hezeyanlı tavrımı hoş göreceğinizi umuyorum. Hezeyan saçmalama demektir. Bazıları bilmiyor, ne yapayım.

(Tezer Özlü diye bir kadın var. İyi bir kadın. İyi olduğu kitaplarının üstündeki resminden belli. Gülümseyen resminden. Fakat o gülümseyişin altında sanki bir tutam keder de gizli, ne dersiniz? Ben bilmiyorum. Kadıncağızın bir kitabını olsun okumuşluğum yok ki.)

Tarçınlı çay güzeldir. Mevsim kışsa daha da güzeldir. Boğaza da iyi gelir, nezleye, gribe karşı içilse iyi olur. Öyle hissediyorum. Tarçın demiyorum, dikkat edin, tarçınlı çay diyorum. Böyle yapar annem. Öteden beri böyle yapar. Çocukluğumda tarçınlı çayı hiç sevmediğimi söylemeliyim.

(Tezer Özlü'nün Kafka'nın mezarını ziyaret ettiğini insan bazen bir radyo programından öğreniyor. Dahası da var, sevdiği bir yazarın kızıyla gidip görüşmüş. Üstüne bir de, pek sevdiği, intihar etmiş bir yazarın, gidip intihar ettiği odayı görmüş.)

Tarçınlı çaya yabancı değilim. Değerli bir şeydi eskiden. Her evde bulunmazdı. Annem bazan yaptığı zaman bunu anlardım. Yalnızca oyla babam içerlerdi, biz hiç mi hiç sevmezdik kardeşlerimle. Çay çaydı, tarçın da neydi?.. İnsan yabancısı olduğu şeyi sevmez çünkü. İnsanların çoğu tanımadığı bilmediği nesnelere karşı ürkektir. Söylemezlerdi, bildiğin öbür çaydan değerli olduğunu, ama ben bunu hissederdim. Kadınlar severdi tarçınlı çayı. Kadınlar bir şeyi severse o şey değerlidir. Bunu da zaman içinde öğrendim. Fakat her kadın değil, eski kadınlar.

(Cesare Pavese diye yazılır, Çezare Paveze diye okunur. Yine de o kadar basitleştirmemek lazım; herhangi bir dilin hiçbir kelimesi yabancılar tarafından adamakıllı okunmaz. Okunamaz. Senin ç dediğine adamlar ts diyorsa ne yapıp edeceksin, elinden bir şey gelmez. Dediğim odur ki, harf almak kolaydır, bir dile dilediğin kadar harf, şekil filan koyabilirsin, fakat ses alamazsın ki. Neyse o; bir dildeki seslerin sayısı üç aşağı beş yukarı bellidir.) 

Tarçın istemişti bir kadın benden. Yılda bir gidiyordum evlerine. Hadi bilemedin iki. Anana söyle, bana biraz tarçın göndersin, demişti. Eskiden öyle şeyler de vardı, evet. Şimdiki gibi internet yoktu. 

(Tezer özlü gençken çok güzelmiş. İnsan bazen neredeyse otuz yıl önce ölmüş bir kadına da âşık olabiliyor. Üstelik de fotoğrafından görerek. Edebiyatla ilgilenen kadınlar; yazar kadınlar, şair kadınlar güzel oluyorlar, neyden acaba?)

18 Aralık 2014

Hacı Kompütır'ın emekli oluşu

Efendime söyleyeyim, emektar bilgisayarım emekli oldu. Kaç yıldır yanımdaydı, iyi dayandı kanımca. Ablamın hediyesiydi. Tuşlarının dili olsa, kim bilir neler anlatırlardı parmaklarım hakkında. Ee, kolay değil onca zaman o parmaklarla hasbıhal etmek. İnsanın çok kullandığı eşyalar zamanla bir ruh ediniyorlar sanki. 

Efendime söyleyeyim, benim bilgisayarın zaten bir ayağı çukurdaydı. Birkaç aydır kardeşiminkini kullanıyordum. Tabii, vermem icap etti, çok bile durmuştu yanımda. Verince de işte böyle kalakaldım orta yerde, görüyorsunuz, kaç gündür bloğa bir şey yazıp çizdiğim yok. Benim hacı muratı kurayım bari dedim. Getirdim açtım. Çalışmasına çalışıyor, hakkını yemeyelim, gelgelelim ekranı kararmış, neredeyse hiçbir şey görünmüyor. Bir gece lambasından daha beter. Şu an okuduğunuz yazıyı da telefondan yazıyorum. 

Efendime söyleyeyim, bu Blogger'ın bize ettiği, insanlığa sığar mı şimdi? Her bir bokun mobil sürümü filan var da koskoca Blogger'ın yok. Şu kısacık yazıyı yazasıya canı çıkıyor insanın. Olacak iş değil. Dear Blogger, please tell me, why we are not able to use your Android app in Turkey? Hı, why kardeşim, why? 

Evet efendim, hayat dedikleri mefhum ilginç bir şey son tahlilde. Bilgisayarlar da ölür.

17 Aralık 2014

Hangi Dil Güçlüdür

         Rüzgârın sesini;
         suyun tadını;
         şimşeklerin göğü işleyişini;
         kızarmış ekmek kokusunu;
         gözümün seyirişini
gerçekte veren dil güçlüdür

Nermi Uygur, Yaşama Felsefesi.

16 Aralık 2014

Başka dillere bulaşmak


Bulaştığım Dillerin İklimi

Fransızca: herşey sımsıkı yerliyerinde olmalı. 
Latince: Bir çeşit söz-geometrisi.
İngilizce: Kılıkırkyarmada birebir. 
Eski Yunanca: Gevşek-ciddi bir tatlılık.
İtalyanca: Şakımalı bir sarıp sarmalama. 
Almanca: Özenli bir balta girmemiş orman, akılcı-romantik. 
İspanyolca: Zengin, derin, gururlu, çölümsü. 

(Ya Türkçe? Türkçe: tüm öbür dilleri işittiğim kulak, konuştuğum ağız, öbür dillere dokunduğum el, öbür dilleri gördüğüm göz.) 

Yabancı bir dil öğrenmek, yalnız dil öğrenmek değildir. İnsan, dille birlikte, başta kendisi olmak üzere, hemen hemen herşeyi yeniden yaşayıp öğrenmek zorundadır.

Bazısı uygun düşse de yerici nitelemeler biryana, ne tezcanlı, ne toptancı yaratıklarız! Yabancı bir dilin çabuk öğretildiğine inanmışızdır bir kez. Oysa çoğun gönlümüzce at oynattığımızı sandığımız kendi anadilimizin bile pekçok yerini yöresini elyordamıyla biliriz. Yıllarca çalış çabala, yıllarca sev bağlan, bir de bakıyorsun ki limoncu kayığına ancak fesini atabilmişsin. Gerçekte öyle sözcükler, öyle dilsel anlatım olanakları var ki, onların tadını görevini iyice anlayıp uygulamak için birkaç insan yaşamı bile az.

Dillerin çokluğu kadar insanı darlıktan kurtaran, bağnazlıktan alıkoyup başka gerçekliklere anlayış ve hoşgörü uyandıran bir gerçek yok,– yeter ki gözü kulağı kısıtlamayalım.


Nermi Uygur
Her anadille başka türlü konuşur evren. 

İnsan, çeşit çeşit dillerde yatan, çeşit çeşit bilgeliklerin hakkını vermeyi öğrendikçe bilgeleşir. 

Başka bir dile bulaşmayan, anadilinin tadına varamaz. Yabancı dil öğrenimi, başka yararları yanında, bilinçli anadil sevgisinin vazgeçilmez koşuludur. 

Nermi Uygur, Yaşama Felsefesi.

14 Aralık 2014

Bir çocukluk anısı

Babası memur olarak küçük bir kasabaya atanmış. Güzel bir kasabaymış. Kısa sürede burayı sevdiğini anlamış. Küçük, şirin, kendi halinde bir yermiş çünkü. Dilediği kadar gezip tozabiliyormuş. Güzel bahçeler, trafiksiz yollar, sokaklar varmış. Hiç kimsenin henüz dokunmadığı, kıyısında değil bir tesisin, bir kulübenin dahi bulunmadığı deniz bile beş-on dakikalık mesafedeymiş, üstelik boylu boyunca, tüm maviliğiyle kasabanın ayakları altındaymış. 

Her gün kasabanın ayrı bir köşesini keşfediyormuş. Ne kadar çok güzel bahçe varmış bu yerde! Bir gün yine böyle keşfe çıkmış tek başına. Bir bahçeden öbürüne atlamış. Ondan da başka birine. Bakmış ki yerde küçük bir kavun duruyor; elmadan büyükçe. Sevinmiş. Eline almış. Pek de güzel kokuyormuş. Isırmaya başlamış. Kabuğu sertmiş ama ısırmaya mani olacak kadar değil. Tadı hoşuna gitmiş. Tam o sırada bir tanesine daha ilişmiş gözü. Ardından birine daha. Birine daha, birine daha derken, bakmış ki bahçe kavun dolu; âdeta kaynıyor. O kadar sevinmiş ki... Nasıl olmuş da o güne kadar o bahçeden haberi olmadığını düşünmüş. Bir yandan da epey şaşırmış, daha önce bu türden bir bahçeyi hiç görmemişmiş çünkü. "Günlerce, haftalarca yiyebileceğim kavunum oldu," diye söylenmiş sevinçle. 

İlerlemiş bahçenin içinde. İlerledikçe şaşkınlığı artmış. Ağacı azmış bu enteresan bahçenin ama her yerinden bildiğin kavun fışkırıyormuş. Elindeki azını yediği kavunu atıp yeni bir tane koparmış. İşte tam o sırada bir hacı amcanın kızgınlıkla ona bağırdığını duymuş: "Heey, çocuuk! Çabuk çık bostanımdan, gelirsem görürsün! Kimin oğlusun sen bakalım?.."


Bir arkadaşımın çocukluk anısı.

13 Aralık 2014

Tarihte biz

Tarihi bugünle karşılaştırınca bazen ilginç düşünceler oluşuveriyor kafamda. Bir gün gelecek, bizim için de "Binlerce yıl önce yaşamış insanlar," diyecekler. Bizim bu zamanımıza da tarih diyecekler. Hiç kuşku yok ki, o zamanın insanları da, tıpkı şimdikiler gibi, tıpkı geçmiştekiler gibi tarihi uyduracaklar. Yalana yanlışa boğacaklar. Şu şöyle olduydu, o öyle olduydu diye atıp tutacaklar. Tabii, şüphe yok ki o zamanın insanlarının da bir kısmı inanacak o yalanlara, bir kısmı inanmayacak. Yaşam hep böyle sürüp gidecek. 

Ölüp bu dünyadan göçen insanların gidip başka gezegenlerde, yıldızlarda, galaksilerde, nebulalarda, âlemlerde yaşadığına inanıyorum ben. Yaşam, hiç sönmeyen ezeli ve ebedi bir ateştir, derken ne kadar da haklıymış Herakleitos. Sahiden de yaşam sonsuzdur. Dünyamızsa bu sonsuz yaşamın içinde çok çok küçük bir yer kaplıyor.

Her uygarlığın bıraktığı gibi, büyük ihtimalle biz de geleceğe birtakım eserler bırakacağız. Artık gökdelenler mi kalır, köprüler mi, spor salonları mı, bilemeyiz. Belki de bizim bugünkü uygarlığımızın bazı şehirleri de geçmiştekiler gibi zamanla yerin altına gömülür ve gün gelir birileri keşfeder, yeniden gün yüzüne çıkarır, nereden bilebiliriz? Düşünsenize New York'un, Paris'in, İstanbul'un başına bunun geldiğini... 

Acaba iki bin yıl sonra da bugün olduğu gibi tarih yağmalanacak mı? Belki o zaman da bir kısım insanlar yağmalayacak, bir kısım yağmalamayacak, bugün olduğu gibi. Şayet öyle bir şey olursa, ki olacağına eminim, ve ben de yukarıdan bir yerlerden dünyayı gözlüyor olursam hiç mi hiç üzülmeyeceğim. Hatta, gönderebiliyorsam dünyaya mesaj göndereceğim, "Aman canım, üzüldüğünüz şeye bakın. Ben yaşadım gördüm; o zamandan gününüze kalan eserler için gerçekten üzülmenize değmez." Olur da mesajım dünyaya ulaşır da cevap vermeye filan kalkışan olursa da, "Çünkü boktan bir zamandı," diyeceğim, "pek kıymetiharbiyesi yoktu."

12 Aralık 2014

Kış geliyor, ört hocam, yorgan yorgan üstüne

Dün yarım litre kuşburnuyu ayaküstü içtim desem belki inanmazsınız. Üzerinize afiyet, üç-dört gündür hastayım. Boğazım doldu. Daha da kötüsü, sesim kısıldı. Bazen neredeyse konuşamıyorum. İşin kötüsü, bizim işin iskeleti zaten konuşmak. Sınıfta da susamazsın ki. Sağlık ocağına gittim. Doktor bir hapla bir gargara yazdı. İşe yarayacaklarını pek sanmıyorum ya, yine de kullanıyorum. 
*
Nuri Bilge'nin Kış Uykusu'nu henüz izlemedim. Bu akşam izlemeyi deneyeceğim, bakalım. Olmadı yarın akşam. Geçen gün Ki-duk Kim'in bir filmini izledik, çok beğendim. Adı İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar. Yaşamın sonsuz döngüsünü olabildiğince güzel anlatıyor. Ayrıca, insanların içindeki iyilikle kötülüğün ezeli ve ebedi olduğunu da anımsamamızı sağlıyor. İzlenmesini tavsiye ederim.
*
Geçenlerde Türkçe kitabındaki bir konudan dolayı böceklerden söz açıldı. Arıların kışın uyuştuğunu söyledim çocuklara. Donsalar bile ölmediklerini, baharın hava ısınınca gene canlandıklarını anlattım. Merakla kulak kesildiler. Uyuşma demişken ayılardan da söz ettim tabii, onların da kış uykusuna yattığını hatırlattım. Çocukların havsalası böyle konuları tam olarak anlamaya uygun değil haliyle, bundan ötürü de meraklanıyorlar. Nasıl oluyor da kış boyunca ölü gibi kalan arılar baharda uyanıveriyorlar? Ayı, o koskoca gövdesiyle bütün bir mevsimi bir şey yemeden nasıl geçirebiliyor? Bunları merak ederek düşünüyorlar. Düşüncelerini gözlerinden okuyabiliyorsunuz. Bazen çocukları kıskanıyorum. Kendi çocukluğumu bile kıskandığım oluyor. Merak ne güzel bir şeydir!
*
Yunus Emre'nin birkaç şiirini okudum bugün. Eskimemek de güzel şey, değil mi? Yunus Emre'yi Ömer Hayyam'a benzetiyorum biraz. Hayatı şiirle sorgulayan insanlar bunlar. Maalesef çok değiller, birkaç yüzyılda bir geliyorlar işte. 
*
Yunus Emre'nin şiirlerinde anlamını bilmediğim kelimeler çıkıyor arada, kestirmeye çalışıyorum, bulduysam buldum, bulmadıysam sözlüğe bakıyorum. Kendimce bir tür oyun bu. Çok hoşuma gidiyor. Bazen beynimin uykuya daldığını görüyorum. Herhangi bir şeyi merak etmediğimi, hayatı oluruna bıraktığımı, günübirlik yaşadığımı görüyorum. Ve işte böyle şeylerle uğraşıyorum. Hâlâ bazı şeyleri merak edebildiğimi anımsıyorum. Merak sahiden güzel şey.
*
Dün köye gidiyorken yolda yeğenimi arayıp evlerinde kuşburnu olup olmadığını sordum. Bereket versin, varmış. Ablam (amcamın kızı) yarım sürahi kuşburnuyla bir bardak getirdi, hepsini ayaküstü içtim. Bildiğiniz kuşburnulardan değil tabii, blogda da birkaç kez sözünü etmiştim, köyde yetişiyor, kışın da işte böyle çayı, şurubu filan yapılıyor. İyi geldi, bugün daha iyi hissediyordum kendimi.
*
Fotoğraf çekiyorum boyuna. Karşıma ne çıkarsa... Bazen dağ çıkıyor, bazen bulut, bazen koyun keçi, bazen deniz, bazen çıplak ağaçlar... Beyaza rastlıyorum, maviye, toprak rengine, kırmızıya... Bu aralar karşıma en nadir olarak insan çıkıyor. Ondan ötürü pek insan fotoğrafı çekemiyorum.

11 Aralık 2014

O Köy Yine Kendi Rüyasındadır

Heybetli Arsiyan dağlarında bir gün
Atım yoruldu, ben yoruldum.
Şimşekli, fırtınalı bir ikindi
Çektim atın dizginlerini, yağmurlar içinde
Banarhev köyünde indim..

Muhtarın odasında bir ben, iki yabancı
Birbirimizi yıllardır tanırcasına
Kurunduk, çay içtik, muhabbet ettik
Kurtlar, kuşlar ve bulutlardan uzakta
İnsan olduğuma gizli gizli
Bir sevindim bir sevindim..

Kadın lâfı geçti mi söz arasında
Bir tuhaf oluyordum.
Karanlıklar içinden inanmazsınız
Uzak uzak sesler duyuyordum.
Girdim yatağa, çektim yorganı
Banarhev köyünde, muhtarın odasında
Düşlerimin ve insanların yanıbaşında
Sabahlara kadar uyudum..

Oranın sıcaklığı havasındadır.
Ben gidince bir şey değişmedi biliyorum.
Şad olsunlar hepsi suları, alabalıkları ile.
.......
O köy yine kendi rüyasındadır.

Turgut Uyar

10 Aralık 2014

Osmanlıcayı kim öğretecek?

Bir-iki akademisyen dışında doğru dürüst Osmanlıca bilen kimse yok bu ülkede. Kıyısından köşesinden bilenler de alfabeydi, şuydu buydu onu biliyorlar sadece. Ki, onların da büyük bir bölümü Gülen cemaatinden gözlemlediğim kadarıyla. İktidarla cemaatin durumu malum.

Osmanlıca okullarda zorunlu ders olsun mu olmasın mı, gördüğünüz gibi birkaç gündür gündemimiz bu. Her şey bir yana, kim öğretecek Osmanlıcayı? 

Bir eğitim sistemi anca bu kadar pejmürde olur.

7 Aralık 2014

Tilkinin kuyruğu

Tilkinin kuyruğuna dokunamadı arkadaşım. Çekindi mi, tiksindi mi bilemedim; dokunamadı. İğrenti de olabilir. Neden dokunmuyorsun, diye üsteledim azıcık, yanıtsız bıraktı sorumu. Sonra kendim düşündüm nedenini, niçin dokunmadı acaba? Herhalde ölmüş bir hayvandan bir parça olduğundan ötürü o kuyruğa el sürmek istemedi diye kendi soruma cevap vermeye çalıştım. Halbuki ben görür görmez uzanıp dokundum o kuyruğa. 

Gittiğimiz evin girişinde, kapının yanında asılıydı tilkinin kuyruğu. Ben tilkinin "bütününü" görmeye alışıktım. İlk görüşümde anamın kucağındaydım; üç yaşında var yoktum. Ne olduğunu anlamamıştım. Bir tilki duvarda asılı halde ne yapıyor olabilirdi? O gün orada kafama kazınan resmin aynısını yıllar içinde defalarca görecektim. Buralarda öteden beri süregelen bir gelenektir bu, tasvip edilmez bir gelenek: Tilkiyi vurup postunu samanla doldurduktan sonra bir gurur abidesiymişcesine, "Bakın, bunu ben vurdum," dercesine gelene gidene görünür bir yere asarlar. Fakat bu kez yalnızca bir kuyruktu duvarda asılı olan. İhtimal o ki, önceden bütün bir post duruyordu burada da, her ne olmuşsa post gitmiş, bu kuyruk kalmıştı geriye. 

Arkadaşım tilkinin kuyruğuna dokunamadı. Ben dokundum. Tüyleri canlı bir tilkininkilerden farksızdı. Fakat tüylerin arasında saklanmış kuyruğun kendisi sert bir tahtayı andırıyordu. 

Orada öyle duruyordu kuyruk. Kim bilir kaç zamandır orada duruyor ve daha kaç zaman duracak? 

Ev halkı da besbelli iyice alışmıştı tilkinin kuyruğuna, farkında bile değillerdi artık.

6 Aralık 2014

Keşif

© Alex Garland
"1492 yılında Kızılderililer Kolomb'u denizde kaybolmuş bir halde keşfettiler."

5 Aralık 2014

Arkadaşım ve kitapları

S. ile M.'yi sık sık ziyaret ederim. Arkadaşım olurlar. Bu yıl birlikte ev tuttular. Biri Karslı, öbürü Tireli. Bu akşam hem yemeğe, hem de yatıya kalmaya arkadaşlarına davetliler. Tesadüfe bakın ki, davetli oldukları arkadaşları da onlar gibi iki kişiler, bekârlar ve birlikte ev tutmuşlar. Ama asıl tesadüf bu değil tabii, bizimkiler gibi o ikisinin de biri Karslı, diğeri Tireli. 

Şu an ben de kendi evimde değilim. S. ile M.'nin evlerinde bir başıma takılıyorum. 
*
Arkadaşlarımın çoğu benim bu bloğumu okumaz. Neden diye sorarsanız, bir bloğa sahip olduğumu bilmezler de ondan. Yakın arkadaşlarım bilirler sadece. Ki, onların sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. Fakat şu anda bu konuda fazla konuşmayacağım, zira bunu başka bir yazıda ayrıca ele alacağım, birkaç aydır aklımda. Neden bu meseleden söz ettim o halde? Çünkü M.'nin kitaplığından söz edeceğim kısaca. Daha doğrusu, kitaplarından. Evet, M. de benim bloğumu okumaz. Blogdan haberi de var aslında, fakat pek okumadığını biliyorum. Böylece şimdi yazacaklarımdan da (şayet S. bahsetmezse) büyük ihtimalle haberi olmayacak.
*
Efendim, M. bir buçuk ay kadar önce okuluna gelen bir pazarlamacıdan taksitle kitap almış. Beş ciltlik Türk Şiiri Antolojisi'yle beraber kırk kitaplık dünya klasikleri seti. Kitaplar kendisine olabildiğince pahalıya mal olmuş, söylediğine göre 800 lira kadar para ödeyecekmiş. Halbuki aldığı kitapların internetteki fiyatı 350 lirayı bile bulmuyor. Sözün kısası, M. –biraz da gönüllü olarak– amiyane bir tabirle, kazıklandı. Bunu S.'yle biz geçenlerde kahvaltı sofrasında da müzakere ettik ve arkadaşımızın maalesef kazıklanmış olduğu sonucunda birleştik. Fakat bundan ona söz etmedik. Etsek ne fayda, olan olmuş.

Kitapları alır almaz heyecana kapıldı M. Hemen internette kitaplık bakmaya başladı. Bu konuda ben de ona biraz yardımcı oldum. İki-üç hafta içinde nihayet sipariş etti, kitaplığı geldi. Odasına da değil, salona koydular. Yanına geçip bir de fotoğraf çektirdiler ve facebook'a attılar. Ben de ilkin facebook'ta gördüm zaten. Kitaplığın da alınmasıyla M.'ye bu işin maliyeti bin lirayı bulmuş oldu.

Her şey bir yana, evlerine gelip kitaplığı içindeki kitaplarla birlikte her görüşümde, "Ben kitaba verdiğim paraya acımam," deyişi geliyor aklıma ve gülsem mi ağlasam mı, bilemiyorum.

4 Aralık 2014

Notes d'Angora

Bir kimse yaşadığı yerden enikonu sıkılmışsa her nereye giderse gitsin –taze bir hava solumak bakımından– orası ona iyi gelir. Angora da elbette bana iyi geldi. Gelgelelim, göz açıp kapayıncaya değin bir baktım yine kürkçü dükkânındayım; hepi topu üç gün. Eh, ne yapalım, misafir umduğunu değil bulduğunu yer.
*
Misafirperverliğiyle beni mahcup eden sayın ev sahibime çok teşekkür ederim. Bana kenti gezdirdiği için de ayrıca teşekkür ederim.
*
Angora ilginç bir kent. Her bakımdan. Büyük bir kentin her türlü imkânını barındırıyor ama yabancısı olsanız bile size kendini hemen hissettiren bir boğuculuğu, bir kasveti var. Angora'nın insanlarını biraz yadırgadım mı ne, herkes yabancı. Sokakta, caddede, kafede, metroda, otobüste karşılaştıklarınız hep yabancı. İnsanların alnında "yabancı" yazıyor büyük harflerle. Kentte insan çok fakat Angoralı yok. Toplama bir kent. Gözüm bir "yerliyi" aradı durdu ama nafile. Herhalde gündüzleri pek ortaya çıkmıyorlar diye yorumladım, ne yapayım. Çöpçülerini çok beğendim Angora'nın. Başka şehirlerde çöpçülerin kendilerini ezik hissettiğini seziyor insan, burada böyle bir şey yok. Yol sormak filan gerektiğinde çöpçülere sormayı tercih ettim. Bu cümleden sonra şehrin temiz olduğunu söylememe gerek yok. Angora temiz olmasına temiz de, yeşilliği az. Yani içinde yaşayan insan sayısına nazaran hiç yeterli değil. Bir de burası bir payitaht; eloğlunun payitahtlarındaki yeşilliği düşününce Angora'ya acıyor insan.

Angora'nın bir Anadolu kasabasına benzemesini sağlayan kapıları var. Çok ilginç. Bir yıl kadar önce yapıldılar, televizyonda bile çıktı, göreniniz olmuştur. Kentin beş girişine kapılar yaptırmışlar. Bir-iki tanesini geçen baharda geldiğimde de görmüştüm, yine gördüm, yine yadırgadım. Anadolu kasabası benzetmesi bana ait değil, kendisi de Angora'da yaşayan yazar Gürsel Korat yazmıştı birkaç ay önce. Sahiden de Anadolu'da pek çok ilçe, kasaba, hatta köyün girişinde falanca kasabaya, filanca köye hoş geldiniz gibisinden şeyler yazar. Daha dün komşu ilçeye gidip gelirken yol üzerinde Bayramlı Köyü'yle Aydınlar Beldesi'nin kapılarının yanından geçtim. Konya-Afyon-Denizli-Aydın hattında bunlardan istemediğin kadar var. Fakat arkadaş, işin içine ülkenin payitahtı girince hakikaten tuhaf bir şey çıkıyor ortaya. "Şehir kapısı" kavramı bile tarihi bir şey. Diyarbakır'da Dağkapı, Mardinkapı filan var örneğin. Yıl olmuş milattan sonra iki bin on dört, kalkıp milyonluk şehre kapı taktırırsanız enteresan olur tabii.
*
Angora'nın denizinin olmaması içinde yaşayanlar için bir talihsizlik. Bir şehirde illa deniz olacak diye bir kaide yok tabii, ne var ki, beş milyonu aşkın nüfusu varsa keşmekeşte boğulmak da kaçınılmaz oluyor. İşte bunun için de deniz büyük bir nimet. Ama son tahlilde yoksa yoktur, neylersin.
*
Nihayet buna sıra geldi.
Dilediği kitabı bulabiliyor olmak insana güzel şeyler hissettiriyor. Angora'da büyük ve ünlü kitabevleri var haliyle. Üç günlük zamanımızın şöyle onda bir kadarını kitabevlerinde geçirdik diyebilirim. Bir liste yapmıştım gitmeden. Daha doğrusu, bilgisayardaki okunacaklar listesinden on kadar kitabın adını yazıp cebime koymuştum alırım diye. Beş-altı tanesini aldım. Sel Yayıncılık'ın sahibini tanıyorsanız lütfen söyleyin, son yıllardaki yayın çizgilerini, yayımladıkları kitapları takdir ediyorum fakat fiyatları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, biraz indirsin. YKY'nin de fiyat politikasını kendilerine yakıştıramadığımı belirtmek isterim. Kitabevi, yayınevinin kendisine ait olunca haliyle biraz indirimli satmaları icap eder. Öyle de yapıyorlar zaten. Mesela Kızılay'daki kitabevinde her kitapta yüzde yirmi indirim var. Üstünde yirmi lira yazan kitabı on altıya alabiliyoruz. Gelgelelim başka kitapçılarda aynı kitap indirimsiz satılıyor, fakat etiketinde on altı lira yazıyor, aynı hesap. İş Bankası Kültür Yayınları kitapları daha iyi fiyata satıyordu sanki. İki yıl önce neredeyse her hafta Mardin'e gidip gelirken yolumun üstü Diyarbakır'daki şubelerine uğruyor ve kitap alıyordum. Fiyatları biraz artmış gibime geldi. Dost Kitabevi'nde Dost Yayınları'nın fiyatlarını da hiç beğenmedim. İş Bankası çok güzel çocuk kitapları çıkarıyor bu arada, söylemeden geçmeyeyim.
*
Kentlerin en ünlü yerini pek sevmem. Dolayısıyla Kızılay'ı da hiç sevmedim. Birkaç kez gitmiştim, bu gidişimde de fikrim değişmedi. Kitapçılar filan da olmasa gidilecek yer değil. Kızılay'ın diğer büyük kentlerdeki muadilleri için de fikrim aynı. Böyle yerlerde kaldırımlardan insan, asfalttan araba fışkırıyor, benim gördüğüm bu. Başka şeyler gören de vardır muhakkak.
*
Kuğulu Park güzel. Kuğular da çok güzel. Ama keşke park büyük olsaydı da ortasında da kocaman bir göl olsaydı. Kuğuların canı o küçücük havuzda çok sıkılıyordur, buna eminim. Eski bir park olduğu ağaçların kalınlığından belli. Acaba kaçıncı kuşak kuğular yaşıyor şu anda? Merak ettim ister istemez. Bundan da çok, kuğuların sürekli burada yaşayıp yaşamadığını merak ettim. Civcivlikten yaşlılığa kadar bu daracık yerde ömür sürmek nasıl bir şey acaba?
*
Tunalı Hilmi Caddesi'nin adını duymayan yoktur. Ben herhalde ilk olarak çocukluğumda duymuşumdur. Neden bu kadar ünlü olduğunu anlamış değilim. Türkiye'nin her yerinde görebileceğiniz türden bir cadde.
*
Angora Sanat Tiyatrosu bu yıl 52. yılını kutluyormuş. Kaç yıllık bilmiyorum ama eski bir binası var. İçi de güzel. Halktan Biri adlı oyuna gittik. Çok beğendim. Bir politik komedi. Amerikalı oyun yazarı Sam Bobrick'in bir oyunu. Bush'un başkanlığını kıyasıya yeriyor. Baştakiler değişse de kendi halindeki halkın dünyanın her yerinde birbirine ne kadar benzediğini anlıyor insan bu oyunu izleyince. Yazar, kendi internet sitesinde şöyle bir not düşmüş: "Bu oyunu George Bush'un ikinci seçilişinin hemen başında yazdım. Onun küstahlığına, sahtekârlığına, beceriksizliğine ve halka hakaretlerine artık tahammülüm kalmamıştı. Bana göre, yazdığım en iyi oyunlardan biri bu." Angora'da yaşıyorsanız görmenizi tavsiye ederim. Başka kentlerdeki tiyatrolara da gider büyük olasılıkla. 
*
Milli Kütüphane'ye de gittik gitmesine ama yarım saat ya durduk ya durmadık. İlk gidişimdi. Akşam olmasına rağmen çalışma salonları dopdoluydu. Çalışanların büyük çoğunluğunun, hatta tamamının üniversite öğrencisi olduğu hemen anlaşılıyordu. Malum, vize dönemleri... Kütüphanenin binasını fotoğraflardan çok görmüştüm, canlı hali daha kötüymüş. Bilmeyen birine gösterseniz, kırk yıl dursa orasının bir kütüphane binası olduğunu anlayamaz.   

Bina demişken, Angora'da en çok Alman Büyükelçiliğinin binasını beğendim. Şaka değil. Kızılay'dan Kuğulu Park'a yürüyerek gidiyorduk. Binanın çatısını görür görmez, bu Alman çatısı dedim, baktık sahiden Alman Büyükelçiliğiymiş. Çok güzel bir bina. Hakikaten de göz var izan var kardeşim. Demek ki Almanlar gittikleri yere mimarilerini de götürüyorlar. Kültür tam olarak budur işte. Bizde de, biliyorsunuz, birkaç yıldır cami mimarisiyle okul yapılıyor. TOKİ ülkenin her yerine aynı planda okullar yapıyor. Tek eksikleri minare. Halbuki çok basit bir gerçek göz ardı ediliyor. Cami mimarisi camide güzel durur. Alıp okula uyguladığınızda ortaya saçmasapan bir şey çıkıyor. Evini cami mimarisiyle yapanlar da var ya hani, estetikten ancak bu kadar uzaklaşılabilir.
*
Birkaç kez Moskova Metrosundan söz açıldı. Bendeniz böyle şeylere biraz ilgiliyim. Wikipedia'yı açıp dünya metrolarının haritalarına bakmak, onları karşılaştırmak gibi şeyleri hep yaparım. Hiç gitmemiş olsam da Moskova Metrosunun ününü az buçuk biliyordum. Hani, karşılaştırmak isteyen olur diye kolajını yaptım. Başkaca yorum da yapmıyorum bu konuda.

***
Angora notları epey dağınık oldu, farkındayım. Elimden bu kadarı geldi, zihnim biraz dağınık, kusura bakmazsınız umarım. Yılda bir-iki kez böyle oluyor, dağınıklık mesaisine giriyorum. Angora, sözün en başında da dedim, kısacık da olsa iyi geldi. Bakalım bir sonraki taze havayı ne zaman nerede soluyacağım.

1 Aralık 2014

Zehirli bir suyum

Suya benzediğim söyleniyor. Ziyadesiyle rahatmışım. Girdiğim ortamın şeklini alıveriyormuşum hemen. Burcumdan kaynaklanıyor olabilirmiş bu durum. Burçlara filan pek inanmamak lazımmış ama doğru noktaları da varmış; su grubunda yer alan burcumdan ötürü olabilirmiş suya benzeyişim. Su bilgedir; dolayısıyla bende bilgelik bir yan olabilirmiş, gelgelelim suyun zehirli bir yanı da varmış. Yani öyleymiş işte. Değişkenmişim. Hayat verici de olabiliyormuşum, zehirleyici de.

Dürüst olmalıyız: Zehirli bir su oluşum pek hoşuma gidiyor.

30 Kasım 2014

Tıraş

Bazı insanlar tıraş sesini çok sever. Küçükken ben de çok severdim, hatta bayılırdım. Babam her tıraş oluşunda yanına kurulur, sonuna dek dikkatlice ve büyük bir keyifle onu izlerdim. Babam bunun yalnızca seyirlik bir şey olduğunu, ondan ötürü onu tıraş olurken izlediğimi sanıyordu doğal olarak; evet, öyleydi öyle olmasına ama bir de tıraşın sesi vardı beni oraya oturtup izleten. Bıçağın ağzı sakalla buluşunca çıkan seste bir tür gizem mi buluyordum ne, çok seviyordum işte. Halbuki kendim tıraş olurken bir kez olsun duymuş değilim o sesi. Belki de eski tıraş bıçaklarının maharetiydi o ses. 
*
Tıraş olmak esasında bir ritüeldir. Yani ibadet. İbadetlerin Tanrısal yönünü bir yana bırakırsak, sürekli olmaları en önemli özellikleridir. Tıraş olmak da pek çok erkeğin yıllar yılı sürekli olarak yaptığı bir şeydir. Böylece bir yerden itibaren ibadete dönüşür.
*
De Wikipedia
Eski tıraş bıçakları da artık tarih oldular. Gerçi ben bazı yaşlıların hâlâ kullandıklarını görüyorum. Ama birkaç yıla kalmaz bütünüyle piyasayı terk ederler. Tarih olmak böyle bir şeydir işte. Bir şeye duyulan ihtiyaç ortadan kalktı mı o şey tarih oldu demektir. Pabucu dama meselesi... Fikirler de böyledir. Peki ya insanlar? Galiba insanlarda durum biraz farklı. Ama inanın şimdi hiç insanların tarihinden konuşmak istemiyorum. Tarihteki her bir bokun altından insan çıkıyor zaten. Eski bıçaklar diyorduk, saplarıyla başları birbirinden ayrılır, başa bir jilet geçirilir, sap tekrar takılırdı da öyle bıçak olurdu. Jilet çıktığı zaman herhalde devrim etkisi yaratmıştır. Eskiden insanlar kör usturalarla filan tıraş olurlarmış. Ne yapalım, herkes kendi zamanını yaşar. 

Bir de tıraş sabunları vardı tabii. Hâlâ da var gerçi, berberlerde görüyorum. Babamsa krem kullanırdı. Diş macunu tüpüne benzer bir tüpte, yine diş macununa benzer bir kremi yüzünün birkaç noktasına sürer, sonra küçük tastaki sıcak suya fırçasını batırır ve yüzünü köpürtürdü. Şimdiyse daha kısa sürüyor tıraş, çünkü fırça mırça kullanmıyoruz artık. Tıraş köpüğünü eline sık, sonra yüzüne sür, bir dakika bile almıyor.
*
Başkalarını bilmiyorum ama, tıraş eğer gerçekten bir ibadet olsaydı, benim tıraşlarımdan sevap filan alacağım yoktu. Hızlı hızlı olup geçiyorum. Çok da umursamıyorum doğrusu.
*
Hz. Adem Babamız da tıraş olur muydu acaba? Evetse, nasıl olurdu? O zamanlar tıraş bıçağı var mıydı? Varsa nasıldı? Havva anamız tıraşsız yüzüne kızar mıydı? Habil ile Kabil, ve dahi diğer çocukları tıraş olurken babalarını izlerler miydi? Kimsenin aklına gelmeyen sorular bunlar.
*
Ya, işte böyle. Kafa darmadağınık olunca içinden böyle şeyler çıkıyor. Demek ki, müziğin sesini ve pek çok güzel sesi doğal olarak severiz ama arada sevdiğimiz başka sesler de varmış, tıraş sesi gibi. Tıraşın da sesi mi olurmuş, dememeli insan, işin özünde hiçbir şeye önyargıyla yaklaşmamalı.
*
Dışarıda delice bir kar yağıyor şu an.
Sayfa başına git