29 Aralık 2020

Noel

"Noel" kelimesi no-el'den gelmektedir. No el, yani el yok. Rivayete göre dört arkadaş oturmuş, eşli okey oynuyorlarmış. Bunlardan ikisi, rakipleri anlamasın diye güya İngilizce işaretleşiyorlarmış. Bir ara biri arkadaşına "elin nasıl" anlamında kaş göz yapmış, o da "no el" demiş, yani elimde bir şey yok. Ne dedin, diye sormuş rakiplerden biri. Bu da, anlamasınlar diye, hiç demiş, arkadaşım bugün ayın kaçı diye sordu, ben de cevap verdim. O gün de 25 aralıkmış. Rakipler bütün elleri alarak kazanmışlar oyunu ve bunu kutlamışlar. O güne de sevinçten "no el" adını vermişler. Ve bu böyle sürüp gitmiş. Yaa.

26 Aralık 2020

Salya

Olabildiğince tuhaf bir kadın bu. Yani öyle böyle değil, bir tuhaf ki sorma gitsin. Nasıl mesela? Ağlayışı mesela. Ne varmış ağlayışında? Ağlarken gözyaşı yerine salya akıtıyor bu kadın. Evet, salya sümük ağlayışlara çok rastlanmıştır fakat bunda ne sümük var ne gözyaşı, tek salya. Şimdi, bilinen bir şeydir ya, salya dendi mi akla ilkin köpek gelir. Burada da bir köpek var elbette. Nerede? Burada işte, bu yazıda. Bir köpek var, hatta daha sonra başkaları da geliyor, birkaç köpek oluveriyorlar. Ne ki bu köpekler salya akıtmıyor, bilakis kadının akıttığı salyaları bekliyorlar.

28 Kasım 2020

Hakikat bir hayal ve hayal bir hakikat gibi görünürdü

Leonardo “Resme Dair” başlıklı notlarında şöyle yazar:

Resim yapmak için hususi bir atölyen olmalıdır. Uzun dört köşeli bir salon, yirmi arşın uzunluğunda, on arşın genişliğinde duvarlar, siyah önünde bir dam çıkıntısı ve güneşe karşı keten bir perde. Bu perde ihtiyaca göre açılıp kapanabilmeli. Perdesiz olarak yalnız alaca karanlıkta veya bulutlu ve sisli havada resim yap. Bu ışık mükemmel bir ışıktır.

Leonardo ev sahibi Martelli'nin evinde işte böyle bir atölye yaptırmıştı.

1505 yılının ilkbahar sonu idi. Sisli bir gündü. Güneş ıslak bulut örtülerinden geçiyordu. Gölgeler narindi ve duman gibi uçuşuyordu. Leonardo bu ışığı çok severdi, çünkü ona göre bu ışık, kadın yüzüne müstesna bir güzellik verirdi.

Gelmeyecek mi diye düşündü. Düşündüğü kadın kendisi için alışıldık olmayan bir sebatla, büyük bir gayretle üç senedir portresini yaptığı kadındı.

Atölyeyi hazırlamıştı. Talebesi Beltrafiyo onu yan gözle inceliyordu. Daima sakin olan hocasının sabırsızlıkla bir şey bekleyişini hayretle temaşa ediyordu. Leonardo fırçasını, boyalarını hazırlamıştı. Portreyi açmıştı. Odanın ortasında, o kadını eğlendirmek için kurduğu fıskiyeyi açtı. Düşen sular cam kürelere çarpıyor, garip hafif bir müzik yaratıyordu. Fıskiyenin etrafında Leonardo kendi eliyle kadının çok sevdiği iris çiçeklerini dikmişti. Halının üstünde bir beyaz Asya kedisi uyuyordu. Onu da kadın için satın almıştı. Kedinin bir gözü topaz sarısı, bir gözü de safir mavisi idi. Talebesi Saleno notaları açmış, viyolasını akort ediyordu. Sonra Leonardo'nun Milano'dan beraber getirdiği ikinci bir müzisyen geldi. O da Leonardo'nun icadı olan ve bir at kafasına benzeyen gümüş lavtayı çalıyordu.

Kadını eğlendirmek için Leonardo en iyi şarkıcıları, hikâyecileri ve şairleri davet ederdi. Kadının yüzünde, bu seslerin uyandırdığı çizgileri takip ederdi. Fakat son zamanlarda bu toplantılara pek lüzum kalmamıştı. Çünkü kadının bunlarsız da sıkılmadığını görmüştü. Yalnız müzik devam ediyordu.

Her şey hazırlanmıştı. Fakat kadın, hâlâ görünmüyordu.

Gelmeyecek mi diye düşündü Leonardo, bugün ışık ve gölge tam bu işe elverişli, acaba birisiyle çağırtsam mı? Fakat beklediğimi biliyor. Herhalde gelecektir. Talebeleri üstatlarının sabırsızlığının gittikçe arttığını görüyorlardı. Birdenbire pınarın suları yan tarafa eğildi, cam küreler ses verdi ve su damlaları altında iris yaprakları titreşiyordu.

Üstadın yüzünde, kadının geldiği belli oluyordu. Odaya önce rahibe Kamila girdi. O her defasında beraber gelirdi. Odanın bir köşesine oturur; İncil'i açar, onu okurdu. Varlığından kimse haberdar olmazdı. Konuştuğunu da duyan yoktu. Arkadan beklenen kadın içeri girmişti. Otuz yaşlarında basit, koyu elbiseli, alnının ortasına kadar varan şeffaf koyu bir örtü örtülüyordu. Bu Monaliza Gioconda idi. Kadın, Napoli'nin kadim bir ailesindendi. Vaktiyle zengin olup Fransızların yağmasından sonra fakirleşmiş Mösyö Gerardini'nin kızı ve Floransa jokontunun karısı idi. Bu adam, önce iki defa evlenmiş, iki karısı da ölmüştü. Monaliza üçüncü karısı idi. Bu tabloyu yaparken sanatkâr elli yaşındaydı. Kadının kocası ne fena ne iyi, tutumlu, orta adamdı. Güzel karısını evin münasip bir ziyneti sayardı. Ama Monaliza'nın güzelliğini Sicilya öküzlerinin güzelliği kadar olsun anlamazdı. Bu kadını da kendi arzusuyla değil, babasının zoruyla almıştı. Kadının ilk âşığı harpte ölmüştü. Kadını başka sevenler de oldu, fakat kadının hiçbirisine ümit vermediği de söylenirdi. Sakin, mütevazı ve dindardı. Kilisenin bütün emirlerini yerine getirirdi. İyi bir ev kadını, sadık bir zevceydi. On iki yaşındaki üvey kızı için de şefkatli bir anneydi.

Talebeleri biliyorlardı ki Leonardo bu kadını ancak çalışma esnasında görebilirdi ve hiçbir zaman yalnız kalmazlardı. Ama talebesi Giovanni hissederdi ki sanatkârla kadının arasında, onları diğer insanlardan ayıran esrarlı bir bağ vardı. Ve bu sır başkalarının aşk dedikleri şey değildi.

Leonardo'dan işitmişti ki sanatkârlar yaptıkları portrelerden kendilerine benzeyen bir yüz yaratmaya meylederler. Çünkü Leonardo'ya göre insanın vücudunu ruhu biçimlendirirdi. Giovanni dikkat ediyordu ki yalnız portre değil, bizzat Monaliza da zamanla Leonardo'ya benzemeğe başlamıştı. Bu benzeyiş yüz hatlarından ziyade, gözlerde ve gülümsemede idi.

Giovanni hayretle hatırlıyordu ki aynı tebessüm İsa'nın yaralarına elini dokunduran Thomas'ın yüzünde de vardı. Çünkü Verrocchio'nun bu tablosuna genç Leonardo model durmuştu.

Üstadın ilk eserlerinden birisi olan Havva'nın portresinden sonra, Melek portresinde de bu tebessüm görülürdü. Sanki Leonardo her yerde kendi güzelliğinin tam bir yansımasını aramış ve onu nihayet Monaliza'nın yüzünde bulmuştu.

Bazan Giovanni ikisinin yüzündeki bu gülmeye bakarken âdeta korkar ve bir mucize karşısında olduğunu sanırdı. Hakikat bir hayal ve hayal bir hakikat gibi görünürdü. Sanki Monaliza canlı bir kadın değil ve Mösyö Jokont'un karısı değil de Leonardo'nun çağırdığı bir hayalet, bir büyü ve Leonardo'nun kadın dublörü idi.

Monaliza, kucağına sıçrayan kediyi okşadı. Leonardo işe başladı. Bazan fırçayı bırakır, dikkatle onun yüzüne bakardı. Bu yüzdeki en küçük gölge, en hafif değişiklik onun gözünden kaçmazdı.

“Madam,” dedi Leonardo, “bugün o kadar sakin değilsiniz.” Monaliza sakin bakışını Leonardo'ya yönelterek, “Evet,” dedi “biraz yorgunum. Üvey kızım hasta, bütün gece uyumadım.”

“Bugün çalışmayı bırakalım mı?”

“Hayır, böyle bir güne yazık değil mi? Şu narin gölgelere, şu canlı gün ışığına bakın, tam benim günüm. Beni beklediğinizi biliyordum. Erken gelecektim ama Madam Sofonizba…”

“Kim?” dedi Leonardo. “Anladım... Sesi pazar karısına, kokusu bir bakkal dükkânına benzer.”

Kadın gülüyordu:

“Madam Sofonizba bana dün akşam Madam Anjelika'nın verdiği ziyafeti, kadınların kıyafetlerini; kimin kime kur yaptığını anlatmağa geldi.”

“Anlaşıldı. Sizin keyfinizi kaçıran, kızınızın hastalığı değil, bu dedikodu. Madam farkında mısınız ki herhangi manasız gündelik bir dedikodu bile bazan ruhlarımızı karartır ve ağır bir ıstıraptan fazla keyfimizi kaçırabilir.”

Kadın başını eğdi. Zaten ikisi kelimesiz anlaşıyorlardı. Resme devam etmeğe çalıştı.

Monaliza üstada: “Bana bir şey anlatın,” dedi.

“Ne?”

Kadın bir an düşündükten sonra: “Venüs’ün âleminden bir şey,” dedi.

Leonardo onun bilhassa sevdiği hikâyeleri, seyahat hatıralarını, tabiat gözlemlerini, resim planlarını bilirdi. Ve her defasında, hafif bir müzik eşliğinde, bir çocuk basitliğiyle bunlardan birisini anlatırdı. Leonardo'nun bir işareti üzerine “Venüs Âlemi” hikâyesine refakat etmek üzere sazlar çalınmağa başladı.

“Sicilya sahillerinde oturan gemiciler hikâye ederler ki denizde ölmesi mukadder olanlar en şiddetli fırtınada aşk ilahesinin biri olan Kıbrıs'ı görebilirlermiş. Adanın güzelliğine meftun olan nice gemiciler kayalıklarda denize dökülmüşlerdir. Nice batmış gemilerin bakiyeleri hâlâ oralarda görülür. Bunlar o kadar çoktur ki sanki mahşer olmuş ve batan gemiler ortaya çıkmıştır. Lakin adanın üstünde ebediyen mavi bir gök parıldar ve güneş çiçekli tepeleri aydınlatır. Hava o kadar sakin ki bacalardan çıkan dumanlar dimdik havaya yükselir. Denizde ölecek olanlar bu yakın ve sakin denizi görürler. Rüzgâr onlara çiçek kokuları getirir. Fırtına ne kadar şiddetli ise, Kıbrıs'taki sükûn da o kadar derindir.”

Hikâye bitince, Leonardo sustu. Çalgılar da sustular. Böylece bütün seslerden daha şahane olan bir sükûn, müzikten sonraki sükûn peyda oldu. Monaliza, müziğin ninnisiyle ve sükûnla hakiki hayattan uzaklaşmış vuzuh dolu yüzüyle sakin sular gibi esrarlı, şeffaf fakat hiçbir bakışın derinlerine inemediği bir gülümseme ile Leonardo'nun yüzüne bakıyordu.

Giovanni'ye öyle geliyordu ki Leonardo ile Monaliza karşı karşıya konmuş ve birbirinde sayısız yansımalar yapan iki ayna idiler.

Sadi Irmak, Leonardo da Vinci ve Rönesans.

Mona Lisa
Monna Lisa, Leonardo da Vinci, 1503-1506.


18 Kasım 2020

Bloğuma yazamıyorum, ne yapmalıyım hocam?

Bloğunu boşlayanların, istediği gibi yazamayanların, çok istediği halde yazamayanların, eskisi kadar hevesle yazamayanların, yazmak için vakit bulamayanların, kafasını toparlayamayanların sayısı az değil bloglar âleminde. Naçizane, bunca yıldan edindiğim tecrübeye dayanarak bunun gayet olağan bir durum olduğunu, her blogger'ın başına zaman zaman geldiğini söylemek isterim. Kendine bir blog açıp bu yolculuğa çıkmış kişiye bunları peşinen kabullenmesi gerektiği söylenmelidir. Kaldı ki bu yalnızca blogcuların değil, yazmaya bir biçimde bulaşmış herkesin yaşadığı bir sorundur.

Bu tür tıkanma durumlarında üzerinde ilk durulacak nokta, yazılacak bir şeyin olup olmadığıdır. Öyle ya, blog yazmaya karar verdiğinde yazacağı konuları kafasında biriktirmiş biri, bunların hepsini yazıp bitirdiğinde kendini birden boşlukta bulacaktır. İşte bu boşluk bir yol ayrımıdır. Ya blog macerası burada sona erecek ya da kahramanımız yeni konuları, ilgi alanlarını beklemeye koyulacaktır. Gelgelelim bu durum söz konusu değilse, yani sözünü ettiğimiz, "yazacağım her şeyi zaten yazdım" noktası değilse fakat buna rağmen tıkanmışsa o zaman sorunun kaynağını başka yerde aramalıdır.

Blogcunun kendisinden beklentisi nedir? Bu yolculuğa çıkarken ne aralıkla yazacağını kendine söylemiş midir? Bir başka deyişle, yazma potansiyelinin farkında mıdır; günde bir mi yazacaktır, ayda bir mi? Hatta üç ayda bir mi? Eğer ki blogcu bu sorunun cevabını kendine verebiliyorsa tıkandığında tıkanmanın kaynağını bulması kolaylaşır. Haftada bir yazı kotarabileceğini düşünen, kendinde o potansiyeli gören ya da zaten bunu önceden yapmış olan bir blogger diyelim bir aydır, iki aydır yazamıyorsa o zaman ortada sorun var demektir. Ama yok, baştan beri mesela hep ayda bir yazmışsa, şimdiyse ritim iki ayda bire düşmüşse bunun bir sorun olduğu söylenemez.

Diyelim bir zamandır bir bloğunuz var, bir yıldır veya beş yıldır; bir de belli bir yazma hızınız var, haftada bir veya ayda bir; şimdiyse bir süredir tekliyor, eski hızınızı yakalayamıyorsunuz, ne yapmalısınız? Bu durumda bir arabanız olsaydı nasıl bir süreç işlerdi mesela? Bir süredir tekleyen bir araba karşısında tamircinin ilk yapacağı şey, teklemenin kaynağını bulmaya çalışmaktır. O halde bir blogger da bir süredir tekliyorsa bunun kaynağını bulmaya çalışmalıdır.

Çoğu dallı budaklı pek çok konuda yazıyor olsa da bir blog yazarını yazmaya güdüleyen esas bir etmen vardır. Örneğin kimisi yaptığı çalışmalar, ürettiği ürünler hakkında insanlara bilgi vermek için yazıyordur, kimisi hayat karşısındaki memnuniyetsizliğini içinde tutamayıp dışarıya konuşmak için yazıyordur, kimisi neşesini insanlarla paylaşmak, belki de gözlerine sokmak için yazıyordur, kimisi kendi çapında ün kazanmak için yazıyordur, kimisi yapıp ettiklerini, sözgelimi, okuduğu kitapları, izlediği filmleri yorumlamak yazıyordur, kimisi öykü, şiir gibi edebi çalışmalarını insanlara ulaştırmak için yazıyordur vs. Buradan hareketle, blog yazarı kendisini blog yazmaya sevk eden o esas itkiyi bulmalı ve o itkinin içinde hâlâ durup durmadığını sorgulamalıdır. Peki, bunu yapması yeter mi? Yetmez.

Unutulmaması gereken çok önemli bir konu var: Blogger'lık amatörce bir iştir. Amatör kelimesi Türkçede anlamını neredeyse yitirip yeni bir anlam kazandı, bugün artık acemiliğe amatörlük deniyor, oysaki gerçek anlamında amatörlük hevesle yapılan işlere denir. Hiçbir zorunluluk olmadığı halde istekle yapılan iş amatörce iştir. Çocukların toplanıp oyun oynaması amatörlüktür. Karşıtı ise profesyonelliktir. Para kazanmak için yapılan iş profesyonel iştir. Sevsen de sevmesen de o parayı kazanmak istiyorsan yapmak zorunda olduğun iştir. Blogger'lık diyorduk, amatörce bir iştir. O halde amatörce işlerin kurallarına tabidir. Nedir o kurallar? Aslına bakılırsa bir ana kural vardır, o da hevesin kendisidir. Değil mi ya, hevesi olmayan biri oyun oynamak istemez, halbuki profesyonellikte bu yoktur, pazartesi günü kim kalkıp güle oynaya işe gider ki? Mecburen gideceksin, hevesin olsa da olmasa da. O halde şuraya varalım mı: Bloğunuza bir süredir yazamıyorsanız hevesinizin kaçmış olması çok büyük bir olasılık. Dolayısıyla şimdi kendiliğinden yeni bir soru çıkıyor ortaya: Heves niye kaçar, nasıl kaçar?

Elbette hevesin kaçmasının pek çok nedeni vardır. Hem bunlar kişiden kişiye, koşuldan koşula, şehirden şehre vb. değişir de. Bir kimse nelere heves ettiğini, kendisini yaşama bağlayan bağların ne olduğunu, yaşam enerjisi dedikleri şeyi nereden aldığını en iyi gene kendi bilir. O halde böyle bir durum karşısında yapılacak şey, kaçmış olan hevesi geri getirmeye çalışmaktır.

Peki, sadece hevesin kaçması mıdır kişiyi yazmaktan kesen? Bunun tam tersini savunan bir görüş de yok mudur? Çoğu yazara, şaire, eleştirmene göre, yazan insan derdi olan insandır. Derdi olmayan yazamaz ya da kendisi zaten yazmaya yeltenmez. O vakit şöyle bir sonuca daha varalım mı: Yazmaktan kesilmiş biri olarak siz hevesiniz kaçtığı için mi yazamıyorsunuz, yoksa bir derdiniz olmadığı için mi? Bu soruya da bir cevabınız olmalı. Bu noktada da şu sorunun akla gelmesi mümkün: "Evet, benim öyle büyük bir derdim yok çok şükür, gelgelelim yazmayı da çok istiyorum." Olabilir elbette. Şayet sözünü ettiğimiz iki etmen, hevesinizin kaçmış olması ve derdinizin olmaması söz konusu değilse fakat gene de yazmak isteyip de yazamıyorsanız bunun başka bir nedeni olabilir. 

Mesela okumak? Evet, yazmak okumakla yakından ilişkilidir. Okumayan yazamaz da. İyi bir yazar çok iyi bir okurdur. Peki, siz okuyor musunuz? Kendinizi besliyor musunuz? Okuma hızınızla yazma hızınızı, okuma zamanınızla yazma zamanınızı vb. karşılaştırmayı hiç denediniz mi? Örneğin az okuduğunuz mevsimlerde az yazdığınız, çok okuduğunuzdaysa çok yazdığınız oluyor mu? Üzerinde düşünmeye bir hafta sonunuzu ayırmaya değer.

Önemli bir konuyu da atlamayalım. Marifet iltifata tabidir, demişler. Kişi, yapıp ettiği iş her ne olursa beğenilmek, takdir edilmek ister. Bloğunuza yazdıklarınız beklediğiniz kadar okunmuyorsa hevesiniz kaçabilir. Bu konuda iyimser bir şeyler söylemek isterdim ama görünen köy kılavuz istemiyor. Bugün nüfusu seksen milyonu aşkın ülkede en ünlü yazarların bile yeni kitapları bin adet basılarak yayımlanıyor. Bunu hiç unutmayın. İnsanlar artık yazı okumuyor kardeşlerim. Onu dahi geçtim, on dakikalık videoları izlemek bile insanlara zor geliyor artık, böyle bir çağdayız. Demem o ki, beklentilerinizi olabildiğince düşük tutun, bir; karamsarlığa kapılmayın, iki; kendinizi büyütmeyin, üç. Alt tarafı bir blog yazarısınız. Tevazu iyidir.

Şunu da söylemeden geçmek olmaz elbet, sakın ama sakın başkaları beğensin diye, yorum yapılsın diye yazmayın. Hiç kimse okumayacakmış gibi, denizdeki balıklara yazıyormuşçasına yazın. Balıklar için yazın, fakat yazıp bitirdikten sonra vazgeçip insanlar için yayımlayın.

Bitirmeden önce hatırlatmakta yarar var, ne kadar yazacağınız konusunu belirleyin ama kendinizi zorlamayın. Bu kadar ya da şu kadar yazmak zorunda değilsiniz. Neticede kendi bloğunuzda yazıyorsunuz, sizden haftada beş gün yazı bekleyen bir editörünüz yok. Editör de sizsiniz yazar da.

17 Kasım 2020

Türlü türlü cefânın adını aşk vermişler

Türlü türlü cefânın adını aşk vermişler
Bu cefâya katlanan dosta halvet ermişler
Aşkdurur türlü belâ döndürür hâlden hâle
Dost elinden piyâle key melâmet olmuşlar

Kime kim aşk ulaştı her dem kaynaya taşa
İyi dirlik hem yavuz dört yanında durmuşlar
Her kim aşk eri ise aşka müşteri ise
Aşk onun yâri ise canına od urmuşlar

Miskin Yunus’un canı başında ser–encâmı
Aşka münkir âdemi bu meydandan sürmüşler

Yunus Emre

14 Kasım 2020

Selimiye nerededir?

Messenger'dan bir mesaj gelmiş, biri YouTube kanalının linkini göndermiş, abone olursanız sevinirim, demiş. Geçenlerde beni Facebook'tan ekleyen biri, tanımıyorum. Zaten şahsen tanımadığım o kadar çok kişi var ki listemde. Benim gibi, edebiyat çevrelerini filan takip edenler.

Videoya tıkladım. Şiir okuyor. Kendi yazmış. Daha on beşinci saniyeye varmadan "Pırıl pırıl Kapalıçarşı," sözü bir yerden tanıdık geliyor. Tabii ki Orhan Veli'nin ünlü İstanbul'u Dinliyorum şiirinden. Hemen ardından da "Avlusunda pır pır uçuşan güvercinlerinle Selimiye'nin" demez mi. Yeter bu kadar, diyerek videoyu durdurup kendisine bir mesaj gönderdim. Aramızda şu kısa diyalog geçti:

—Selimiye Camii Edirne'dedir.
—Eskiden Edirne  İstanbul'a bağlıydı
—Ne zaman?
—Osmanlı döneminde
—Dolayısıyla da Selimiye Camii İstanbul'daydı.
—İstanbul gibi tarihi geçmişi çok eskilere dayanan bir şehri anlatıyorsanız böyle düşünmelisiniz.
—Kesinlikle haklısınız. Ulu Cami de çok önemli bir tarihi eserimiz ama, keşke şiirde o da olsaydı.
—Bir başka şiirde ona da yer veririz
—İnşallah.
—İyi dinlemelet
—Sağolun.

Dunning–Kruger Etkisi nedir, bilir misiniz? Türkiye'de daha çok "cahil cesareti" olarak bilinir, "Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır." diyen şu teori. O kadar büyük bir cesarettir ki bu, çok bariz bir yanlışlarını düzelttiğinizde bile aslında yanlışı yapan onlar değil, sizsinizdir. Misal, boş bulunup, limon ekşidir, demişsinizdir, limonun aslında tatlı olduğuna kendileri zaten emindir de size de oracıkta dersinizi verirler tatlı olduğuna dair. Nitekim ne Selimiye Camisi'nin Edirne'de olması mühimdir, ne de Ulu Cami'nin Bursa'da olması, onlar nasıl biliyorsa doğrusu odur. Selimiye icabında İstanbul'dadır, icabında İzmir'de. Gelgelelim, bu örnekte Dunning-Kruger sendromundan fazlası var sanki. Adam muhtemelen İstanbul'un Süleymaniye'siyle Edirne'nin Selimiye'sini karıştırmış, birisi benim bu tür bir hatamı düzeltse kendisine oracıkta teşekkür eder, ayrıca minnet duyarım, bense ne bu vatandaşın teşekküründeydim ne minnetinde, oysaki onun bunu kabul etmek gibi bir niyeti yoktu, dedim ya, Dunning-Kruger'den fazlası bu, "Ben yanlış yapmam ama tutalım yaptım, bu durumda da benim yanlış yapmadığıma dair birinci madde geçerlidir" kafası bu.

Ben de az değilim doğrusu, zaman zaman insanları trollemek öyle hoşuma gidiyor ki. Nitekim, Ulu Cami'den dem vurarak vatandaşa ufak bir yem attım ama sonrasında vazgeçtim. "Eskiden Şam da İstanbul'a bağlıydı, dolayısıyla oradaki Emevi Camisi de İstanbul'dadır," diye de sürdürebilirdim pekala, neyse ki havamda değilim uzun zamandır.

Video şurada. Bu da Orhan Veli'nin şiirinin "ilgili" bölümü:

(...)
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı 
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular 
Çekiç sesleri geliyor doklardan 
Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları; 
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. 
(...)

8 Kasım 2020

Sonbahar Günü

Tanrım, zamanı geldi. Çok büyüktü yaz. 
Gölgeni güneş saatlerinin üstüne yay, 
ve bırak kırlarda essin rüzgarlar. 
Emret son meyveler dolgunlaşsın; 
onlara iki güney günü daha ver, 
onları olgunlaşmaya zorlayıver 
son tatlılıkları ağır şarapta son bulsun. 
Şimdi evi olmayan, ev kurmayacak bir daha. 
Şimdi yalnız olan, yalnız kalacak uzun süre, 
uyanacak, okuyacak, uzun mektuplar yazacak 
ve yapraklar sürüklendiğinde, ağaçlı yollarda 
huzursuzca dolaşıp duracak oradan oraya.

Rainer Maria Rilke
Çeviren: Sabah Kara

29 Ekim 2020

Las Meninas

Las Meninas, Diego Velázquez, 1656

Théophile Gautier, Velázquez'in Las Meninas'ını ilk kez gördüğünde, "tablo nerede?" diye haykırmaktan kendini alıkoyamamıştır.

İlk bakışta, tablo basit bir konuyu işlemektedir. Kralın beş yaşındaki kızı infante Margarita, nedimeleri (las meninas) ve soytarılarıyla çevrelenmiş olarak tablonun ortasındadır. En dip tarafta, saray nazırının silueti görülmektedir, ama biraz daha yakından ve daha dikkatle bakılınca, tabloda başka kişilerin de olduğu fark edilmektedir. Dip duvarın üzerinde bir ayna vardır ve aynadan İspanya kralı IV. Felipe ile Avusturyalı kraliçe Maria-Anna'nın görüntüleri yansımaktadır. Ve ressamın bizzat kendisi, üzerinde çalıştığı tuvalde bize ters dönmüş olarak görülmektedir. O halde, resmi yapılan kimdir, kimlerdir? Tablonun adının belirttiği gibi, nedimeler mi, küçük prenses mi, yoksa kral ve kraliçe mi? Tablonun mekânı nerededir? Ressamın çalıştığı atölyede mi, yoksa kral ile kraliçenin bulunduğu yerde mi? Acaba iki tablo mu vardır? Biri gördüğümüz, diğeri de görmediğimiz ama yapıldığını anladığımız. Asıl tablo hangisidir? Öte yandan, kral ile kraliçenin durdukları yer, aynı zamanda bizim de, seyircinin de durduğu yerdir. Las Meninas, bakanın bakılan olduğu ve tablonun kişilerinin arasına katıldığı tek resimdir; ayna kral ile kraliçenin görüntüleriyle birlikte, bizimkini de yansıtmak durumundadır.

Böylesine bir tablo, bilgiyi bir kerede ebediyete kadar verilmiş sayanları, eğer anlarlarsa, altüst edecek bir ele alış tarzına sahiptir. Bilginin, bayrak yarışı gibi birikimli ilerlediğine inanan, buna iman eden (ne yazık ki bunların çoğu bizim ülkemizde yaşıyor) kişiler bu tabloda sadece nedimeleri göreceklerdir.

Foucault'nun Kelimeler ve Şeyler'ine Mehmet Ali Kılıçbay'ın yazdığı sunuştan.

27 Ekim 2020

Çıkmadık Can

Kadın söylediği her kelimede haklı. Zaman zaman sesini yükseltiyor, zaman zaman sakince konuşuyor. O söyledikçe adam azarlandığını düşünüyor. Fakat durum bu, yapıp edecek bir şey de yok, kadın kesinlikle haklı. Adam kendini bir adamdan çok bir çocuk gibi hissediyor. "Belki de tüm bu olup bitenler, bu başıma gelenler çocukluğumda pek az azarlanmış olmamdan ileri geliyordur." İşte böyle geçiriyor içinden adam. Çocuk. Böyle durumlarda hiçbir şeyin nedenini, sonucunu anlayamıyor, algılayamıyor. Her şey duruyor öyle. Kafasında düşünceler duruyor. Bir kapana yakalandığını farz ediyor fakat ondan kurtulmak için bir şey yapmadığının da farkında. Galiba bu kapandan kurtuluşun olmadığının ön kabulü her şeye baskın geliyor: "Boşuna ne demelere çırpınayım?" düşüncesi içten içe beynini kemiriyor olmalı. Öğrenilmiş çaresizlik! Hatta daha da ilerisi, kendini gerçekleştiren kehanet! Gelgelelim her şeye rağmen soluk alıp verdiğinin ayırdında. Çıkmadık candan ümit kesilmez, diyerek önüne bakmanın iyi bir fikir olacağını düşünüyor. Düşünebiliyor. Her şeye rağmen.

9 Ekim 2020

Kikirikname

Sizinkisi de gülmek mi a kikirikler
Gülünce şöyle bir sunturlu gülmeli
Bir iki üç dişleri göstermeli
Sırıtmalı değil zangır zangır gülmeli

Yakaları kolalatmalı bir iki üç
Bir iki üç başları doğrultmalı
Boşuna değil bu öğütler inanın
Gülünce sabah akşam gülmeli

Ceketleri kavuşturmalı bir iki üç
Köşelerde değil ortalarda gülmeli
Düğmeleri parlatmalı zamanında
Gülünce şapkalarla gülmeli

Bir iki üç sayıyla bükülmeli
Sırayla değil hep birden gülmeli
İşin bütün inceliği burda a kikirikler
Gülünce dişleri göstermeli

Salah Birsel

3 Ekim 2020

Mevsimler gibi

Eskiden serçeler ve güvercinler için pencereden ekmek kırıntısı atardım, ama rüzgârla oturma odasına giren kırıntılardan şikâyetçi olan Potts ve kocası yüzünden bırakmak zorunda kaldım. Bazen, bir şey için aşağı iniyorsam ekmek kırıntılarını poşetle indiriyorum, ama çoğu zaman aşağı inip kuşları fark edene kadar aklıma gelmiyor. Bu evi tutmamın ilk sebebi çıkma pencereleriydi – diğerleri de üçüncü katta olması, doğuya bakması ve o zamanlar kazandığım paraya oranla pahalı gelmemesi. Moralimi yüksek tutacaksam eğer güneşin doğuşunu görmem önemli, galiba bunu da daha önce açıklamıştım, bu yüzden kaçıncı katta olduğumu da önemsiyorum. Dairem bir zamanlar büyük ihtimalle sosyetik olan eski tuğla bir binada. Bağlantı yolundan sadece iki blok uzakta olduğu için fazla pahalı değil sanırım, trafiğin gürültüsü, üst geçidin altında yaşayan korkutucu insanlar ve kompresörler yüzünden, aynı zamanda binanın bakımı da yapılmadığından herhalde; zaten ben buraya taşındığımda da bakımsızdı, sonradan daha da beter oldu. Televizyonu verdiğim genç adam temizlemeye geldiğinden beri pencereler de doğru dürüst yıkanmadı. Dış pencerelerini çıkarıp diğerleriyle beraber yıkamıştı, sonra sonbaharda aynı genç adam yeniden gelip tekrar takmıştı onları, televizyonu o zaman vermiştim. Geçen sonbaharda pencereleri hatırlatmak için Giamatti'yi tekrar aradım; ne kadar kirlendiklerini anlattım, bana pencere temizliğinin kiracının sorumluluğunda olduğunu söyledi, oysa burada yaşadığım ilk beş altı yıl benim sorumluluğumda olmadığı açıktı; her ilkbaharda ve sonbaharda biri gelip pencereleri yıkıyordu. Hatta eski notlarımı bile jiletle camlardan kazımışlardı da hiç şikâyet etmemişlerdi. O günlerde pencere yıkama işi olağan bir şeydi ve geleceklerine dair haber bile vermezlerdi. Zamanı gelince gelirlerdi, mevsimler gibi. Kafamı kaldırıp bir bakardım, pencerelerden birinden adamın biri görünüyor, çekçeği fark edince, "Ah, bahar gelmiş olmalı" diye düşünürdüm.

Sam Savage, Cam.

28 Eylül 2020

Kimsenin hiçbir şeyi yokken

(1) İlkokuldayken iki arkadaşı M’nin yanına gelmişti; biri misket oyununda herkesi yenmiş, doksan dokuz misketi olmuştu; diğerininse tek misketi kalmıştı ve kaybetmek istemiyordu, o yüzden bir daha oynamıyordu; bunun üzerine diğeri onunla bir misketine iddiaya girmiş, iddiayı kazanmış, şimdi de misketi istiyordu, öbürüyse vermeyi reddediyordu.

(2) Kaybetmeyi göze alamadıysan iddiaya girmeyecektin, son misketini vereceksin, dedi M; ama kimsenin hiçbir şeyi yokken herşeye sahip olmak da olmaz, sen de misketlerinin yarısını, oynayıp yendiklerine dağıtacaksın.

(3) Yüz misketi torbasından çıkaran çocuk, herbirini teker teker eline alıp baktı, sevdi, hiçbirinden ayrılabilecek gibi değildi, ama sonunda nedense M’nin kararına uydu, elli tanesini ayırıp M’ye verdi dağıtması için; sonra gidip bir ağacın dibine oturdu, sessizce ağlamaya başladı.

(4) M misketleri bölüştürüp yanına gitti, oturdu; yeniden kavuştukları misketlerle oynayan diğer çocukları izlediler.

(5) Kaya kilisesindeki döşeğinde, elindeki portakal kabuğunu koklayan M, eğer içinde bu kitabı taşıyorsa, sahip olmayanlara dağıtma yükümlülüğünün de kendisine ait olduğunu, bunun karşılığında ücret isteyemeyeceğini, sadece bunu verme hazzını yaşama ayrıcalığının olabileceğini anladı.

Cem Akaş, 19.

26 Eylül 2020

Bulunduğum yer benim sınırımdır

Henüz manastırda öğrenci olan bir Hazar düş okuyucusu, kendisine armağan edilen bir vazoyu hücresinde bir yere koydu. Akşam yüzüğünü içine koydu. Ama ertesi sabah almak istediğinde bulamadı. Elini boşuna vazoya sokup duruyordu. Dibine dokunamıyordu bir türlü. Şaşırttı bu durum onu, çünkü vazo kolu kadar uzun gözükmüyordu. Kaldırdı, ama altı dümdüzdü vazonun ve başka hiçbir yerinde de ağzı yoktu başka herhangi bir vazoda olmadığı gibi. Bir sopa aldı ve dibine dokunmaya çalıştı, ama yine başaramadı; vazonun dibi gizleniyordu sanki. Şöyle düşündü kendi kendine: ‘Bulunduğum yer benim sınırımdır’ ve hocası Mukaddesi el Sefer’e giderek böyle bir olayın ne anlama geldiğini sordu. Hocası bir çakıl taşı aldı, bunu vazoya attı ve saydı. Yetmişe geldiğinde kabın içinden bir dalma sesi geldi, suya bir şey düşmüştü sanki ve şöyle konuştu:

“Vazonun ne anlama geldiğini sana açıklayabilirdim, ama önce bunun yararlı olup olmadığını sor kendine. Bunun ne anlama geldiğini sana söyler söylemez, vazo senin için ve öbürleri için şimdikinden düşük bir değere sahip olacak. Gerçekten de değeri ne olursa olsun, her şeyin değerinden daha yüksek olamaz. Ve ben sana ne olduğunu söyler söylemez, olmamış olduğu her şey olmayacaktır artık ve dolayısıyla şimdi olduğu da olmayacaktır artık.”

Öğrenci bunu haklı bulunca hocası bir sopa aldı eline ve vazoyu kırdı. Şaşıran genç adam verdiği bu zararın nedenini sordu ve hocası da şu karşılığı verdi:

“Zarar, eğer kırmadan önce bu vazonun ne olduğunu sana söyleseydim olurdu. Ama mademki şimdi ne işe yaradığını bilmiyorsun zarar söz konusu değildir, çünkü vazoyu hiç kırılmamış gibi kullanmaya devam edeceksin…”

Gerçekten de uzun zamandır yok olmasına rağmen hâlâ kullanılıyor vazo.

Milorad Pavić, Hazar Sözlüğü.

6 Eylül 2020

Kalemler

Her ne kadar yazıp çizdiklerimin büyük çoğunluğunu bilgisayarda kotarıyorsam da hâlâ kalem defter de kullanıyorum. Hem de çok. Çantamda ya da cebimde her daim kalem ve not defteri vardır. 

Hâlâ, diyorum, farkında mısınız? Kendim de hemen farkına varmadım üstelik. Sanki kalem defterin pabucu dama atılalı elli yıl olmuş da, onları hâlâ kullandığımı söylüyorum. Demek ki bilgisayarın hayatımıza enikonu işlenmiş olduğu düşüncesi bilincimizin altına sessiz sedasız yerleşivermiş. Yerleşsin, umurumuzda mı sanki, üstüne de yerleşsin altına da.
*
Bir arkadaşım kalemleri çok sever. O kadar sever ki, iki kalemlik dolusu kalemi vardır. Bu arkadaşım geçenlerde bir konferansta bir yandan konuşmacıyı dinleyip bir yandan notlar alırken birden kalemi bitmiş. Yedek kalemi de yokmuş. Yanındaki bir-iki arkadaşına sormuş, şanssızlık, onlarda da yokmuş. Üstelik bu arkadaşım hemen her zaman sırtında çantasıyla dolaşır. 
*
Ben de son zamanlarda çoğunlukla sırtımda çantamla dolaşıyorum. Ama ayıptır söylemesi, çantamın sırf kalemlere ayırdığım bir gözünde her zaman en az üç renkte kalem vardır. Siyah, mavi, kırmızı. Evet, bir çocuğa benzerim bu yönümle. Düzenli, tertipli bir ilkokul çocuğuna... Not alışım da, defterimi kullanışım da pek güzeldir. 
*
İki yıl önce bir kalem aldıydım kendime. Siyah. Eve gelip kullanmaya başlayınca teklediğini gördüm. Tekleyen kalemlerden nefret ederim. Hele hele, kalem yeni alınmış da tekliyorsa kat be kat nefret ederim. Beylik bir deyişle, gıcık olurum. Hatta, şu hayatta gıcık olduğun on şey nedir diye sorsanız, biri bu işte. Baktım kalem adamakıllı yazmıyor, sinirlendim haliyle, bir kalemi geri götürmek de doğrusu hiç istemediğim bir şey, içimden kırtasiyeciye küfrettim mi etmedim mi onu da hatırlamıyorum. Kalsın dedim. Kalemliğe koydum. Ara ara önemsiz yazılar yazmakta kullanıyordum. Bu kalem meğer iki uçluymuş, bir ucu normal siyah yazıyor, öbür ucu da şu fosforlu denen türden, turuncu. İyi dedim, hiç olmazsa bu ucunu kullanırım. Kullandım da gerektikçe. İki gün öncesine kadar da duruyordu. Artık bittiğine karar verip çöpe attım.
*
Geçenlerde –ben siyah kalemimin bitmesini beklerken– birden mavi kalemim bitti. Hiç ummamıştım biteceğini, çünkü kalemler genelde bitmeden önce haber verirler. Aslında alalı nereden baksan üç ay olmuştu ve bu da aklımda değildi hiç. Kısacası bitti, bitince de gidip yeni bir mavi kalem alayım dedim. Gittim kırtasiyeye, bu kez ucuzundan bir tane alayım diyerek siyahını çokça kullandığım şu iki liralık pilotlardan bir tane aldım. Gerçi zamlanmış o da, iki buçuk olmuş. Aldım geldim. Yazmaya başladım ki, baktım pilot değil, düpedüz tükenmez kalem. Aslında güya pilot ama bildiğin tükenmez gibi yazıyor. Bunu da geri götürecek halim yoktu tabii. Kullandım biraz. Daha sonra bundan arkadaşıma söz edince –şu kalemçoksever arkadaşım– benim bir kalemimle değiştirelim, dedi. Değiştirdik. Bu arkadaşım aslında kalem koleksiyonu gibi bir şeyin peşinde herhal. 


19 Mart 2015'te yazıp yarım böyle bıraktığım bir yazı.

3 Eylül 2020

Çürük Elmalar

"Sepetteki elmalar kimin?" diye sordum. "Çürük olanlar benim," dedi İsa, "gerisini bilmiyorum." İsa'nın henüz efendi olmadığı günlerden biriydi. 

Maksadım İsa'ya merak ettiğim bir meseleyi sormaktı. Yanaşıp bir bahaneyle sözü açmam gerekiyordu. Bundan ötürü yanına gittiğimde oracıkta duran içi elma dolu sepeti görüp öylesine sordum. Neden sordun, diye sorsa verecek cevabım da yoktu ya. 

Geçen gün kraliçenin tebdilikıyafet çarşıya çıkıp İsa'nın dükkânını ziyaret ettiğini gördüydüm. Onun kraliçe olduğunu biliyordum elbette. Bunu o an yanımda bulunanlara söylemedim haliyle. Ne var ki ziyadesiyle meraklandım. Kraliçe İsa'dan ne istemeye gelmiş olabilirdi? Elbette bütün kraliçeler ve krallar bir fakirin dükkânına yalnızca istemek için girerler. İşte bunu sormaya vardıydım İsa'nın yanına.

"Kraliçe ne istedi senden?" dedim. O kadının kraliçe olduğunu biliyor oluşuma şaşırmadı İsa. Ben de buna şaşırmadım. Birbirimizi nicedir tanıyorduk. "Akıl istemeye gelmiş," dedi. "Neymiş?" diye sürdürdüm. "Kral onu sevmiyormuş. Üstelik de başka kadınlarla gününü gün ediyormuş," dedi. "Ne demelere kralla evlenmiş," dedim ben de. Bana cevap vermek yerine sepetteki çürük elmalardan birini alıp bana uzatarak, "Biliyorsun ki," dedi, "ben hayatta sana pek çok kez çürük elma uzatmışımdır, gelgelelim niyetim her daim sağlam olmuştur." "Bilmez miyim," dedim. "Sepetimizin büsbütün sağlam elmalarla dolacağı o gün," diye sürdürdü İsa, "o gün gelecek mi?"

31 Ağustos 2020

Sosyal medya çok kullanışlı ve keyifli bir tuzak

Kimlik doğduğun bir şey olmaktan çıktı ve bir göreve dönüştü: Kendi cemaatini kendin oluşturmak zorundasın. Ama cemaatler yaratılmaz, bir zümreye ya aitsindir ya da değilsindir. Sosyal ağların yaratabileceği şey bir alternatif (ikame). Cemaat ile ağ arasındaki fark şu: sen bir cemaate aitsindir ama ağ sana aittir. Dizginler elindeymiş gibi hissedersin. Dilersen arkadaş eklersin, dilersen silersin. İlişkin olan önemli insanların kontrolü senin elindedir. Sonuç olarak insanlar kendilerini biraz daha iyi hisseder, çünkü bireyci çağımızın büyük korkusu yalnızlık, terk edilmişliktir. Ancak internette arkadaş ekleyip çıkarmak o kadar kolaydır ki insanlar sokağa çıktıklarında, işe gittiklerinde, mantıklı bir etkileşime girmeleri gereken çok sayıda insanı bir arada bulacakları herhangi bir yerde gerekli gerçek sosyal becerileri edinmeyi başaramazlar. Harika bir insan olan Papa Francis, seçildikten sonra ilk röportajını İtalyan gazeteci ve ateistliği kendinden menkul Eugenio Scalfari’ye verdi. Bu bir işaretti: Esas diyalog sizinle aynı şeylere inanan insanlarla konuşmak değildir. Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor, çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak çok kolay. Ancak insanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, tam tersine, kendilerine kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyor. Sosyal medya çok kullanışlı ve keyifli bir tuzak.
Zygmunt Bauman 
(Buradan)

30 Ağustos 2020

Bir berber bir kuaföre: Bre kuaför, gel bir saç tasarımcısı açalım

Tezgâhtar satış danışmanı oldu, sekreter yönetici asistanı. Berberse önce kuaför oldu, şimdi saç tasarımcısı da deniyor. Apartman yetersiz mi geliyordu ki şimdi rezidans denir oldu? Kendine eğitimci diyen öğretmenlerin sayısı da az değil. Eskiden eleman aranırken şimdi çalışma arkadaşları aranıyor. Örnekler saymakla bitmez.

İşin tuhaf yanı, eski tezgâhtarlar şimdiki satış danışmanları gibi müşterilerin yüzüne sahte gülüşlerle gülmüyorlar, bir malı satmak için de herhalde onlar kadar yalan söylemiyorlardı. Üstelik, satış danışmanları dükkânın içinde sabahtan akşama kadar ayakta duruyor, üstlerine başlarına da dikkat etmek zorundalar.

Berberler kuaför oldukça hem kaliteleri düştü, hem fiyatları yükseldi. Bir santim kes, diyorsun iki buçuk santim kesiyor, daha santimin ne kadar olduğunu bilmiyor ama saçına on dakika makas vurup elli lira almasını biliyor. Kadın kuaförlerine hiç girmiyorum bile. Saç tasarımcılarının ortalama fiyatlarıysa herhalde üç yüz beş yüzdür.

Bugün İstanbul'un ortalama bir semtinde ortalama bir apartman dairesinin genişliği yüz metrekare, fiyatıysa 1500 ₺ iken, aynı metrekaredeki bir rezidansın kirası 3000'den, aidatı da 500'den aşağı değildir. İki yıl önce rezidansta oturan bir arkadaşı ziyarete gittim, ev kelimenin tam anlamıyla göt kadar, yatak odasına sığan tek şey yatak, salona kanepeyle televizyon konduktan sonra bir kişinin ayakta durabileceği yer kalmış, mutfak desen köşede bir lavaboluk yer, 1750 ₺ kira ödüyordu, aidatı sormadım.

Gerek gerçek hayatta, gerekse sosyal medyada tanıdığım bir hayli öğretmen arkadaşım var, çoğunun profilinde "eğitimci" yazar. Eğitim anlayışınız nedir, diye sorsan iki kelime edemeyeceklerine kalıbını basarsın. Bir gün olsun ellerinde bir kitapla göremezsiniz çoğunu, ama öğretmen kelimesi yetersiz geliyor olacak ki kendilerine eğitimci demeyi uygun görüyorlar. 

Eleman değil de "çalışma arkadaşı" arayan iş yerlerinin o arkadaşlara ne tür çalışma şartları sundukları herkesin malumu. Çalışma arkadaşı, ekip arkadaşı diyerek güya insanları onore eden sistem, onları çalıştırma biçimleriyle köleden beter hale sokar.

Peki, acaba neden böyle oluyor? Dil "insanileştikçe" şartlar, tavırlar neden kötüleşiyor?

23 Ağustos 2020

Yersen

İki binli yıllarla birlikte genel anlamda internetin, özel anlamdaysa sosyal medyanın hayatımızda iyiden iyiye yer etmesinin, hiç kuşkusuz, bütün sanat dalları üzerinde olduğu gibi, edebiyat üzerinde de önemli pozitif etkileri oldu. Sözgelimi, internet öncesi dönemde hiç tanınmayan ya da çok az tanınan kimi şairlerle yazarlar daha bir tanınır oldular, ondan da önemlisi daha çok okunur oldular.

Şiir özelinde ele alacak olursak, eskiden hiç mi hiç bilinmeyen bazı şiirler bugün o kadar bilinir oldular ki ülkede neredeyse duymayan yok. Mesela Gülsen Arkın'ın, "Ah, kimselerin vakti yok durup kalın kıyafetler giymeye." dizesi bugün sosyal medyanın en ünlü dizelerinden biridir. Şair Gülsen Arkın bir kış günü ipince giyinmiş birkaç kız gördükten sonra, "Biz gençken böyle miydik, ah!" diye iç geçirdikten sonra oracıkta bu dizeyi yazmıştır.

Dize demişken, yukarıdaki kadar olmasa da, "Hüzün ki en çok yakışandır balıklara." bir başka ünlü dizedir. Şair İlhami Yağız bir gün küçük bir göletteki balıkların gözünün içine bakıp hiçbir zaman denizi göremeyecek olmaktan ötürü nasıl hüzünlendiklerini görmüş ve bu dizeyi yazmıştır. 

Şiir olmasa da bugün epey ünlü olan bir diğer söz de Afşar Cemal'in, "O güzel insanlar o kardan atlara binip gittiler." sözüdür.

Hiç şüphesiz, şair Kemal Füreya'nın şu dizesi günümüzün en ünlü dizesi olmalıdır: Hayat kısa, kuşlar ekmek kırıntısı yiyor. Söylendiğine göre, Kemal Füreya bir gün açık havada kahvaltı ederken yanına konan serçelere biraz ekmek kırıntısı atar, onlar kırıntıları yerken derin düşüncelere dalar ve nihayetinde bu dizeyi yazar. 

Fakat herhalde hiçbir şiir bugün ünlü ozan Maşuk Veysel'in şu şiiri kadar ünlenmemiş, duyulmamıştır: 

Benim sana verebileceğim çok bir şey yok aslında,
çay var içersen,
ben var seversen,
yol var gidersen,
bulaşık var yıkarsan,
facebook var girersen,
selfi var çekersen, 
waffle var yersen,
hıyar var soyarsan.

22 Ağustos 2020

Bu çimen

Bu çimen
bu yağmur suyunu
canı pahasına
bağrında tutacak.

20 Ağustos 2020

Okunacak kitaplar

Bu yazıyı 5 Kasım 2016'da yazmış, öylece bırakmışım, taslak olarak kalmış. Bu renkteki kısımlar şu anda eklediklerim.

***
Okuyacağım kitapların listesini artık eskisi kadar dağınık tutmuyorum. Hatta son bir-iki yıldır iyicene düzene soktum. Eskiden kitaplıkta, defterdeki, bilgisayardaki listede, kütüphane rafında ve bir de kafamın içinde sayısını kendim bile bilmediğim okunacak kitaplarım vardı. Şimdiyse adına kalkınma planı dediğim, her yıl için bir önceki yılın sonunda hazırladığım, ete kemiğe bürülü okuma listeleri yapıyorum. Öyle çok uzun da tutmuyorum listeyi, sözgelimi, yirmi kitaplık bir liste yapıyorum, onları okuyup bitirdikten sonra üzerine ne kadar başka kitap eklersem de kâr sayıyorum. Geçtiğimiz aralıkta da oturup okumak istediklerimi derleyip toparladım, böylece 2016 kalkınma planı çıktı ortaya. 
Bunu sekiz ay kadar önce yazmışım. Sözünü ettiğim o kalkınma planı şuydu:
  1. Ağaçların Özel Hayatı, Alejandro Zambra
  2. Başka Bir Ülkede, David Constantine
  3. Deniz Kenarında Geyikler, Ralf Rothmann
  4. At Çalmaya Gidiyoruz, Per Petterson
  5. Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur, Faruk Duman
  6. Bir İntihar Efsanesi, David Vann
  7. Vişne'nin Cinsiyeti, Jeanette Winterson
  8. Swastika Geceleri, Katharine Burdekin
  9. Lizbon'a Gece Treni, Pascal Mercier
  10. C, Tom McCarthy
  11. Rojnivîska Spinoza, Şener Özmen
  12. Döşeğimde Ölürken, Faulkner
  13. Kitap Evi, Enis Batur
  14. Qûma Mezopotamyayê, Fawaz Hussain
  15. Haw, Kemal Varol
  16. Ay ve Şenlik Ateşleri, Pavese
Yılın bitmesine iki aydan az bir zaman kaldı. Görülüyor ki kalkınma planım umduğum gibi neticelenmeyecek. E, plana uymazsan olacağı bu. On altı kitaplık listeden beş tanesini okumuşum, altı çizili olanlar. 

(Ağaçların Özel Hayatı, Lizbon'a Gece Treni ve Kitap Evi'ni de okudum daha sonra.)

Neden bu kitapları almıştım okuma listeme? Zambra'nın Eve Dönmenin Yolları'nı okuyup beğenince onun bir kitabını daha okuyasım geldi, bu da Ağaçların Özel Hayatı oldu. Başka Bir Ülkede ile Deniz Kenarında Geyikler, galiba ikisini de Semih Gümüş'ün bir yazısında gördüm, öneriyordu, okuyayım dedim. Deniz Kenarında Geyikler LAMER'in kütüphanesinde var, almak için gittim, şu an bir kütüphane görevlisi olmadığından ödünç veremiyoruz, dediler. Geçen gün yolum gene o tarafa düşünce gittim, aynı şeyi söylediler. Doğru mu söylüyorlar, uyduruyorlar mı, bilmiyorum.  At Çalmaya Gidiyoruz'u okumak isteyişimin nedenini şurada demiştim. Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur üç-beş yıldır kafamdaki listede duruyordu, galiba bir kitapçıda görmüştüm ilkin. Hem, Faruk Duman'ın henüz bir kitabını okumuş değilim. Bir İntihar Efsanesi'ni gene Semih Gümüş'ten duyduydum. Hangi kütüphanedendi, hatırlayamadım, alıp neredeyse tamamını metrolarda okumuştum. Vişne'nin Cinsiyeti'ne ya bir gazete kitap ekinde ya da bir kitap sitesinde rastlamıştım. Swastika Geceleri'nin konusu hakkında internetten bir-iki yazı okuyunca ilgimi çekti. Lizbon'a Gece Treni'nden çoğu yazarın övgüyle söz ettiğine rastladım birkaç kez. Hacettepe Kütüphanesi'ne gitmiştik Aze'yle, C'yi orada görmüştüm, yeni gelmişti üstelik, benim için ödünç aldı, okudum. Şener Özmen son yıllarda adı birden duyulup ünlenen bir Kürt yazar. Henüz bir kitabını okumadım, iyi yazar olduğunu söyleyen bir-iki yazıya rastlayınca merak ettim ve Rojnivîska Spinoza'yı (Spinoza'nın Günlüğü) okuma listeme aldım. Döşeğimde Ölürken'i, yanlış anımsamıyorsam gene Semih Gümüş salık vermişti bir yazısında. Enis Batur'un Kitap Evi'ni çıktığı zaman gazetelerin kitap eklerinde görmüştüm. Fawaz Husên de henüz okumadığım Kürt yazarlardandı, nihayet bu yaz Qûma Mezopotamyayê'yi (Mezopotamya'nın Kumları) okudum. Ayrıntı Yayınları geçen yıl Sarı Kitaplar adıyla bir dizi başlattı. Kürt olup da başka dillerde yazan yazarların kitaplarını hem Kürtçeye hem de Türkçeye çevirip yayımlayacakları bir dizi. Şimdilik üç kitabı olan dizinin devamı gelmeyecek gibi görünüyor. Kemal Varol'un Haw'ı da çıktıktan hemen sonra epey övgü alan bir kitap oldu. Pavese'nin Ay ve Şenlik Ateşleri'ni okumayı ise herhalde on yılı aşkındır erteliyordum, nihayet bu yıl okudum.


Zorunlu olarak okuduklarım hariç yılda otuz civarında kitap okuyorum. En azından son birkaç yılki okuma düzenim bu. Fakat anlaşılan bu yıl son yıllar içinde en feci yıl olmuş, çünkü şu ana değin yalnızca on üç kitap okuyabilmişim. Şunlar:

  1. Üç Damla Kan, Sâdık Hidâyet
  2. Animal Farm, Orwell (e-kitap)
  3. Ay ve Şenlik Ateşleri, Cesare Pavese
  4. Göçmüş Kediler Bahçesi, Bilge Karasu
  5. C, Tom McCarthy
  6. Türkler Kürtler Kıbrıslılar / İngiltere’de Türkçe Yaşamak, Tayfun Atay
  7. Ufkun Ötesindeki Dünyalar, Joachim G. Leithäuser
  8. Bir İntihar Efsanesi, David Vann
  9. Haydutun Aşkı, Massimo Carlotto
  10. Meseleya Wijdanê, Ahmed Muxtar Caf
  11. Quma Mezopotamyayê, Fawaz Husên
  12. Ekmek Arası, Charles Bukowski
  13. Kâğıt Ev, Carlos María Domínguez
Bu yılın listesinde yer alıp da okuyamadığım, okuyamayacağım kitapların önümüzdeki yılın listesine kendiliğinden girmeleri gerekir mantıksal olarak. Ancak bu, önümüzdeki yıl için yeni bir liste yapılmayacağı anlamına da gelmez elbette. Nitekim şimdiden yapmaya başladım da. İşte, henüz taslak durumunda olan 2017 kalkınma planım:
  1. Dava, Kafka
  2. Keçiler Dönemi, Luan Starova
  3. Cennet Kayıp, Cees Noteboom
  4. Kış Uykusu, Goli Taraghi
  5. İncelenen Hayatlar, Stephen Grosz
  6. Buzda Yürüyüş - Münih Paris, Werner Herzog
  7. Sisifos Söyleni, Albert Camus
  8. Yabancı, Albert Camus
  9. Sincaplı Gece, Cem Akaş
  10. Ne Yapabilirim, Gündüz Vassaf
  11. Babamın Tüfeği, Hiner Saleem
  12. Paris ve Londra'da Beş Parasız, Orwell
(Bu listeden de Üç Damla Kan, Keçiler Dönemi, Cennet Kayıp, İncelenen Hayatlar, Buzda Yürüyüş ve Yabancı'yı okudum. Yabancı'yı daha önce bir-iki kez okumuştum zaten, amacım bu kez Sisifos Söyleni'yle beraber okumaktı güya, ne oldu o iş!)

Dedim ya, bu liste henüz taslak durumunda. Bundan ötürü de önerilere sonuna kadar açık olduğumu belirtmek isterim. Yukarıdakilere bakılınca ne tür kitaplar okuduğum kolaylıkla anlaşılabilir sanırım.

Yazıyı buraya kadar yazıp neden öylece bırakmışım ki?
***
Eski bir alışkanlığım da nüksetmiş görünüyor bu arada. Pek çok kitabı bir arada okuyorum. Böyle olunca okuma hızı da biraz düşüyor tabii. Rüzgârın Gölgesi (Carlos Ruiz Zafón), Cam (Sam Savage), Kröyçer Sonat (Tolstoy), Hazar Sözlüğü (Milorad Paviç) ve Atocha'dan Ayrılış (Ben Lerner) şu an okuduklarım.

18 Ağustos 2020

"En kötü yıl"

Pek çok kimse 2020'nin bir felaketler yılı olduğunda hemfikir. Gelin o halde tarihten bir yaprağa bakıp biraz avunalım.
***
Harvard Üniversitesi'nden Orta Çağ tarihçisi ve arkeolog Michael McCormick'e göre, M.S. 536, dünyada yaşamak için "en kötü yıllardan biri ve hatta en kötüsü olabilir."
McCormick, Science dergisine yazdığı makalede, 536 yılında Avrupa, Orta Doğu ve Asya'nın bir bölümünü gizemli bir sis perdesinin kapladığını ve tam 18 ay boyunca hem gece hem de gündüz dünyanın karanlıkta kaldığını yazdı.
536 yılının yazında, hava sıcaklıkları 1,5 ile 2,5 derece düştü ve böylece son 2300 yılının en soğuk 10 yılı başladı.
Çin'e yaz aylarında kar yağdı, ekinler dondu ve insanlar açlıktan öldü.
İrlanda'da resmi belgelere göre, "536 ile 539 yılları arasında yiyecek ekmek bulunamadı."
Beş yıl sonra, 541 yılında ise o dönem Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu'na ait olan, Mısır'ın güneydoğusunda Nil Nehri'nin en doğu ağzında yer alan liman kenti Pelusium'da hıyarcıklı veba (bubonik veba) salgını baş gösterdi.
McCormick'e göre, bugünkü adıyla Justinianus Veba Salgını'nda hastalık çok hızlı bir şekilde yayıldı ve Doğu Roma İmparatorluğu'nun nüfusunun üçte birini ortadan kaldırarak, çöküş sürecine de ivme kazandırdı.
Peki ama bu yıkıcı olayları tetikleyen neydi?
Tarihçiler uzun yıllardır, altıncı yüzyılın ortalarında çok uzun süren, dünyanın gün ışığından mahrum kaldığı karanlık bir dönem yaşandığını biliyorlardı. Ancak bu gizemli sis perdesinin nereden geldiği ise bilinmezliğini koruyordu.
Ancak, Harvard Üniversitesi İnsan Tarihi Bilimi İçin Girişim grubundan araştırmacılar, İsviçre'de yer alan bir buzuldan alınan bir buz parçası üzerinde aşırı hassas bir inceleme yürüttü ve bu karanlık döneme dair yeni bir açıklama getirdi.
536 yılının baharında oluştuğu bilinen buz parçasında, iki adet mikroskobik volkanik cam parçacığı bulundu. Bu da İzlanda veya Kuzey Amerika'da meydana gelen büyük bir volkanik patlamanın küllerinin kuzey yarıküreye yayıldığı tezini gündeme getirdi.
Araştırmacılar, volkanik sisin, soğuk hava dalgasıyla birlikte rüzgarlarla önce Avrupa'ya ardından da Asya'ya taşındığını düşünüyor.
540 ve 547 yıllarında da birer büyük volkanik patlama daha yaşandı.
Üst üste yaşanan volkanik patlamalarla ve aynı dönemde baş gösteren veba salgını, Avrupa'yı ekonomik durgunluğa soktu ve bu dönem 640 yılına kadar yaklaşık 100 yıl devam etti.
(...)
(Buradan)

16 Ağustos 2020

Yeni (sosyal) kelimeler

Yeni kelimeler ürettim:

müfyesbik: facebook'u olan,
münstegrim: instagram'ı olan,
müttewtir: twitter'ı olan.

Bundan böyle "Abuzittin Facebook'ta şöyle yazmış" demek yerine, "Müfyesbik Abuzittin şöyle yazmış" demek yetiyor.

14 Ağustos 2020

Şeyist

Biz talebeyken şeydik
İyi arkadaştık şeylen
Biliyorsunuz şeylen şey olunmaz
Ben şeyi bitirince babam
Şey dedi Şey Partisine girdim
Zaten Şeyle evlenmiştim
Şey şeye gidelim dedi gittik
Şeysiz de olmuyor döndük
İki şeyim oldu büyüdüler
Doktor sende bir şey var diyor şimdi
Tabiy bende bir şey var: sayamadığın kadar
Kimse dokunamaz benim şeyime
Çünki ben bir şeyim
Her şey de bir şeydir ama
Ben başka bir şeyim
Ben şeyim

Can Yücel
Sayfa başına git