27 Aralık 2015

Delik deşik olmuş, köhne, kara bir çadırı andırıyordu...

Akşamüstü esrar mangalının başından kalktım. Odamın penceresinden dışarı baktım. Kapalı bir kasap dükkânıyla kara kuru bir ağaç görünüyordu. Karanlık gölgeler birbirine karışmıştı. Her şeyin boş, gelip geçici olduğunu hissediyordum. Katran karası gökyüzü sayısız parlak yıldızla, delik deşik olmuş, köhne, kara bir çadırı andırıyordu. Bu sırada sela duyuldu. Zamansız bir selaydı. Güya kadının biri, belki de o şırfıntı doğuruyordu; oturmuştu kerpiç üstüne. Bir köpeğin çenilemesi de karışıyordu sabah selasına. Düşündüm de, herkesin gökyüzünde bir yıldızı varsa, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı.
Sâdık Hidâyet, Kör Baykuş.

Uygarlık Tarihi

© Eric Lowenbach

23 Aralık 2015

Tıraştan sonra portakal iyi gider

Biz bazı erkekler, sakalımızın çıkmasına henüz upuzun yıllar varken, ilk tıraşımızı ne zaman olacağımız bile bütünüyle muğlak bir meseleyken tıraş olmaya imreniriz. Durup dururken ortaya çıkan bir imrenme değildir bu elbette, babamıza bakarak karar veririz buna. Babamızın tıraş oluşunu büyük bir keyifle ve de içimiz gide gide izler, biz de bir an önce büyüyüp tıraş olmak isteriz.

Zaman akıp gider, nihayet büyürüz. Tıraş oluşumuzun vakti de gelir çatar. Başlarda biraz hevesle tıraşımızı oluruz olmasına, bir zaman sonra o da öteki tüm hevesler gibi kaçar gider. Yaş da biraz ilerleyince, hele de otuzları görünce, kalırız ikide bir tıraş olmak zorunda oluşumuzun verdiği keyifsizliğimizle baş başa.

Çocukken çok istediğimiz şeyleri bugün hiç istemediğimize göre bugün çok istediğimiz şeyleri de gelecekte, diyelim yirmi yıl sonra, hiç istemeyeceğiz sonucunu çıkarmalı mıyız buradan, ne dersiniz? Eğer böyle bir şey varsa, o zaman en akıllı insan hiçbir zaman hiçbir şey istemeyen insandır diyebiliriz rahatlıkla, değil mi? Dileyen düşünedursun, ben bilgisayarın başından kalkıp bir tıraş olayım. Sonra da portakal soyarım herhalde.

22 Aralık 2015

Bugün öğleden sonra

Şu an koridorda, pencerenin yanında oturuyorum. Birkaç ay önce kondu bu koltuklar, önlerinde sehpa da var, ne güzel. Bilgisayarın pili bitmek üzere ama hemen arkamdaki duvarda priz de var. Pencereden gelen ışıktan ötürü karşıdan gelip geçenlerin yüzünü seçemiyorum. Demin bir kadın gülümseyerek, "Merhaba," deyip geçti, ben de aynı şekilde karşılık verdim ama kimdi bilemedim. Bir tek çaycı amcayı çıkarıyorum, sık sık geçiyor, odalara çay götürüyor. Onu da yürüyüşünden tanıyorum. Bu binada belki de en çok onu görüyorum da adını bilmiyorum. 
***
Ne olduğuna dair hiçbir fikrimin olmadığı bir meyve ağacı var dışarıdaki bahçede, olgunlaştıkları için yere, ağacın dibine düşmüş meyveler, kimse de toplamıyor. Bazen içimizdeki kibirli bir ses bize çok şey bildiğimiz yönünde yalakalık eder. Bazense içimizdeki ağırbaşlı bir ses, aslında pek de bir şey bilmediğimizi, bilmediklerimizin bildiklerimiz yanında hiç kıymetiharbiyesi olmadığını bize fısıldar. Bu ses bana şu anda gene fısıldıyor işte. Bir ağacın ve meyvesinin adını bilmiyorum. Yalnızca birinin mi? Hayır, tanımadığım yüzlerce ağaç olduğuna kalıbımı basarım. 

Bütün ağaçları zaten tanıyamayız ki, diyeceksiniz. Evet, öyledir, bütün ağaçları nasıl tanıyalım? Ama öteki şeylerin de bütününü tanıyıp bilemeyiz. Bütün insanları, bütün memleketleri, bütün düşünceleri, bütün duyguları bilemeyiz. Ve ne edersek edelim hiçbir zaman her şeyin bütününü bilip tanıyamayacağız.
***
Kendi memleketimde ilk kaybolduğum gün... Hafızamı epey bir zorluyorum ama bir türlü hatırlayamıyorum o günü. Yalnızca hatırlar gibi oluyorum. Tek bildiğim o zaman küçük bir çocuk olduğum. Herhalde hayli bir tedirgin olmuşumdur. Oysaki şimdi kendi memleketinde kaybolmak, bana sorarsanız öyle kolay kolay bulunamayacak bir şey.

21 Aralık 2015

Bir uzun gece daha

Bu gece kış. Kuzey Yarımküre'de, yani burada en uzun gece yaşanacak. Tam da şu anda yaşanıyor işte. Ben bilgisayarın karşısına oturmuş bu yazıyı yazmakla meşgulüm. Ama dünyamızın nüfusu yedi milyarı geçti biliyorsunuz, kim bilir, şu anda bu yedi milyar insan neler yapıyor? Bizim ev halkı salonda televizyon izliyor, onu biliyorum da, ya diğerleri?
Sevgili eş dost, bu paragrafı bu bloğa yazalı tam iki yıl olmuş. Gördüğünüz gibi, iki yıl önce aşağı yukarı bu saatlerde yazdığımda bizim ev halkı salonda televizyon izliyordu. Şimdi evde değilim ama büyük olasılıkla gene aynı şeyi yapıyorlardır. Öte yandan, yedi milyarı aşkın insanın şu an ne yapıyor olduğuna dair merakım gitgide azalıyor, zira biliyorum ki en az yüz milyon insan şu an Facebook'ta, orada burada dolaşıyor.
***
Herkes kendi zamanını yaşar. Gün gelecek, benim hep burun kıvırdığım, hiç beğenmediğim bu zamanı insanlar büyük özlemlerle anacaklar. Belki ben de anacağım; büyük konuşmak kimin haddine bu devirde. Bak mesela, iki yıl öncesinden söz ederken bile az biraz da olsa hayıflanıyor insan. Hele on yıl öncesinden...

Zaman denen bu anlaşılmaz, bu bilinmez edilmez çarka en dirençsiz varlıklar biz insanlarız. Düşünün, bir taş bile milyonlarca yıl yaşıyor bu dünyada, bir taş. Gerçi, bir yıl yaşasa ne yazar. Birkaç günlük ömrü olan kelebek bile kelebekliğini doya doya yaşarken biz insanların haline bak. Herkes kendi zamanını yaşar. Bizim payımıza düşen de bu, yapacak bir şey yok.
***
Bu gecenin en uzun gece olması, an itibariyle kış mevsiminin de başlamış olduğu anlamına geliyor. Bu, takvime göre kış elbette, gerçekte Ankara'nın kışı yirmi gün önce, aralığın hemen başında başladı. Son bir-iki gündür akşamları hava epey sert.
***
Geçenlerde Ankara'ya dört dakika kadar kar yağdı, millet çok sevindi. Baktım, elli yaşlarında bir amca balkona çıkmış kameraya çekiyor yağan karı. Karşı binanın yangın merdivenine çıkmış bir kız da sırtını kara dönmüş selfie çekmeye çalışıyordu. Herhalde hemen Facebook'a atmıştır çektiği fotoğrafı. Arkadaşları da altına yorum morum yapmıştır. İşte, yaşadığımız zamanın ruhu bu. Girdisi çıktısı tartışılır, üzerine çok konuşulur ama bizim zeitgeist'ımız bu.
***
Kışa girdiğimiz için günler de epey kısaldı. Öğleden biraz sonra akşam oluveriyor. İkindiyle akşam bir oluyor. Ama telaşa mahal yok, yarından tezi yok günler uzamaya başlıyor. Bu da gezegenimizin zeitgeist'ı. Bizimki gibi oynak değil, hep aynı. 
***
Bu aralar sık sık kitabevlerine girip bakınıyorum. Alacağımdan değil, ne olup bitiyor, onu merak ettiğimden. Genellikle Dost'a ve YKY'ye gidiyorum. Malum, güz sonu - kış başı filmlerde olduğu gibi kitaplarda da çıkış zamanı olarak iyiden iyiye benimsendi artık. Millet para kazanma derdinde tabii, geçim zor. Yeni kitaplar peş peşe çıkıyor.

Popülerleşen kitaplara karşı bir türlü yıkamadığım, doğrusu pek yıkmak da istemediğim bir önyargım var, böyle kitaplara elim gitmiyor, alıp okuyamıyorum. On dokuz-yirmi yaşlarımda Zülfü Livaneli'nin romanlarını severek okurdum, son yıllardaysa romanları art arda çıkmasına karşın hiç okuyasım gelmiyor. Ahmet Ümit için de hesap aynı. Onun da kitaplarını hiç okuyamıyorum. Bir tanesini elime almıştım birkaç yıl önce, onu da ablam vermişti, al oku diye, ancak yarısına kadar gelebilmiştim.

Birkaç yıl önce edebiyat dergilerinde toplu ölüm olayları görüldü bir ara, neyse ki şu an durum fena gözükmüyor, Türkiye gibi bir ülkeye göre şu an için edebiyat dergilerinin niceliğinde hiçbir sıkıntı yok. Niteliğinde var mı yok mu bilmiyorum, hepsini her ay alıp inceleyecek vaktim de yok param da.

Kış da başlamış olduğuna göre bahara hepi topu doksan gün kaldı demektir.
***
Blogger amcamız belli ki şu Takipçiler aracına bir el atmış .Uzunca bir süredir sorunluydu, takipçilerden birine tıklandığında pencere görüş alanının dışına çıkıyordu. Bu sorun halledilmiş ama bu kez de takipçi sayısı düşmüş. Galiba pasif durumdaki hesaplar silinmiş. Üzerlerine kar yağmış herhalde.

20 Aralık 2015

Yazarı aradan çıkarmak

Kapitalizmin henüz bizim köye uğramadığı zamanlarda köylülerden birinin aklına filanca ustaya bir mutfak rafı yaptırmak gibi olabildiğince parlak bir fikir geldi bir gün. Fikrin parlaklığı oranın bir köy olmasından ileri geliyordu elbette. Sözgelimi, bir köy değil de bir kent olsaydı, mutfağa duvarlardan birini kuru kuruya kaplayacak bir raf yaptırıp taktırma fikri herhalde alelade bir fikirden öteye geçmezdi. Rafı yapıp mutfağın duvarına çaktı usta. Köylük yerde, bilirsiniz, her yeniliğin hemen yayılması gibi bir gelenek vardır. Biri evine yeni bir şey aldı mı ötekiler de ardı ardına alırlar aynı şeyden. Bizim köylüler de mutfaklarının duvarına raf yaptırmak için sıraya girdiler. Usta da rafları yapıp duvarlara çaktı. Fakat bir gün fark etti ki, insanlar eserini beğenip övüyorlar da hiç onun adını anan yok. Yaptığı rafların karşılığında hakkını alıyordu elbette. Almasına alıyordu da, aldığı el emeğinin hakkıydı, halbuki o, edilen iltifatlardan da hakkını istiyordu. İltifatlar da, dedim ya, ona değil eserine, yani yaptığı raflara ediliyordu. İşte o günden sonra usta yaptığı rafların üzerine adını yazmaya başladı. Böylece kendi hakkını sembolik olarak kendisi almış oluyordu.
***
Yazar da tıpkı usta gibi el emeğinin karşılığı dışında iltifat bekler mi acaba? Beklememesi için bir neden göremiyorum ben. Son hesaplaşmada usta da yazar da emek harcayarak ortaya bir yapıt çıkarmışlardır. Harcanan emeğin yalnızca kol gücünden ibaret olmadığı, işin içinde kafa gücünün, ve tabii bir de gönül gücünün olduğu da bilinmelidir. Gelgelelim, ustanın köylülerden aldığı para, yazarın satılan kitabından aldığı para yalnızca el emeğinin karşılığı olarak görülür. Peki, acaba yazar da usta gibi para dışında iltifat da bekler mi? Bir diğer soru da şu, acaba yalnızca kitaplarından elde ettiği parayla yetinen, gerisini önemsemeyen, yani iltifat beklemeyen yazar var mıdır?

Fakat bu iki sorunun yanında üçüncü bir soru var ki asıl merak ettiğim de o. Acaba sürekli yapıtından söz edilip kendinden hiç söz edilmeyen yazar, yani, deyiş yerindeyse aradan çıkarılmış olan yazar, tıpkı bizim köydeki usta gibi bir tür kıskançlık krizine girer mi? Eğer bu sorunun yanıtı evetse, bu kıskançlığı gidermek için yazar ne yapar? Ustanın yaptığını yapmaz kuşkusuz. Yaptığı rafların üzerine adını yazıyordu usta. Ama zaten yazarın adı da kitabın üzerinde yer alıyor. Alıyor almasına da, rafla kitap bir değil ki...

Hakikaten meraklık bir mesele. Kitabından söz edilip kendinden hiç söz edilmeyen yazar evinde Facebook'un karşısına geçip suratını sarkıtıyor mudur?

19 Aralık 2015

Dünya boş mu?

Eskiler "Dünya boş," demişler. Peki ama neden böyle demiş olabilirler? Dünyanın boş olmadığını hepimiz görüyoruz işte. Milyon kadar şey var içinde. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar, sular, topraklar, yollar, binalar, arabalar, şunlar, bunlar... Say sayabildiğince. Aklına gelip gelebilecek ne varsa hepsinin içinde bulunduğu bir yer boş olur mu hiç? 

İşte bunu epey bir merak ettikten sonra bir gün merakıma son vermeyi düşündüm. Altı ay kadar önceydi. Biraz düşündüm ve, "Dünya boş," diyenlerin bunu demekle ilk elden anladığımız şeyi değil, fakat başka bir şeyi kast etmiş olabilecekleri biçiminde bir yorum yaptım. Çok geçmedi, buna kendimi inandırdım ve hipotezimi kurdum. Evet, "Dünya boş," diyenler, "Dünyanın içinde hiçbir şey yoktur," demek istemiyorlardı, anlatmak istedikleri başka bir şeydi. Araştırmama hiç zaman kaybetmeden başladım. Ve nihayet bugün aradığım cevaba ulaşmış bulundum.

Çalışmam henüz yayımlanmadığı için araştırma sürecim hakkında şimdilik ne yazık ki bir şey söyleyemeyeceğim. Sadece sonucu bildireceğim kısaca.

Efendim, elde ettiğim verilere göre "Dünya boş" sözünü ilk olarak kullanan kişi bizim köyde Pisagor olarak bilinen ünlü İyonyalı filozof Pythagoras'mış. Gelgelelim Pythagoras tam olarak böyle dememiş. Bir başka deyişle, onun sözü zamanla biraz kısalarak bu hali almış. İyi güzel de ne demiş Pythagoras? Ne diyecek, "Dünya boşluktadır," demiş. Sonra da izah etmiş zaten, "Dünya uzay boşluğunda hareket eden bir cisimdir," demiş. Tabii, Pythagoras'tan bahsediyoruz burada, dünün adamı değil yani, milattan önce bilmem ne zaman yaşamış. Bundan ötürü, söylediği söz de zaman içinde biraz değişikliğe uğramış. "Dünya boşluktadır" sözü ilkin "Dünya boşlukta" halini almış. Sonra, "Dünya boşluk" olmuş. En sonunda da günümüzdeki halini alıp "Dünya boş," biçimine girmiş.

İşte böyle sevgili dostlar. Bilimsel ilerlemenin neredeyse durduğu, bilim diye ortalıkta binbir türlü zırvanın döndüğü bu ülkede bilime böylesine katkılar yaptığım için ne kadar berhudarım bilemezsiniz. 

12 Aralık 2015

Motif

Evlerinin önü boyalı direk,
evlerinin önü yonca,
evlerinin önü mersin,
evlerinin önü handır,
evlerinin önü yoldur...

Kimdir bunlar? Neden evlerinin değil de önünün üzerinde duruluyor bu kadar? Acaba evlerini saklamışlar da yalnızca önü mü görünüyor gelene gidene? Ahretlik sorular...

11 Aralık 2015

Bir elma kendi kendine büyür dururdu o sıra...

kıyıdaki elma'ya bir ses

ey canımın güftesi eylülün ikinci haftasıydı o sıra
bana gülümseyerek getirdiğin bir bardak suydu o sıra

hatırla denize hiç bakmadık çünkü kıyısındaydık
bir elma kendi kendine büyür dururdu o sıra

bir kıyı ikindisiyle bir elma öyle kendiliğinden
büyürler bir öfkenin ya da bir dağın yanısıra

bir kıyının beslerliği bir elmadan ayrılmaz gibi ama
elma soğuk bir kış akşamında bile yenir ısıra ısıra

bir öfkeyi diriler durmadan elma, ovadan gelir
elbet küfelerle sandıklarla hüzünlerle ardı sıra

ey geçmişten gelen konuk sonsuz düğmelerimi tut
yerlerini yadırgayan sonsuz iliklerin adına

ey canımın güftesi denize hiç bakmadık hatırla
tek pencereli bir odada elma yedik ısıra ısıra

elmanın topraktan süzdüğü gemilerin denizlerde gezdiği
bir tatildi bir geçiştirmeydi yalnızlıktı bir kusura

neydi ne doğruydu nerden vardık yakışmıyor konuşmak bize
öyle barışlar okuyup yalnızlığı yaşamak kara kara

ey canımın güftesi ey penceresi bütün sıkıntılarımızın
bizim babalarımız neden ölürlerdi hatırla sıra sıra

bu söylediğim iyi bir şarkıdır elle bile hatırlanır
yani şu, ateş ve deniz buluşurlar bir limanda arasıra

yani şu, elma yenir ve balık durmaz kaçar
ama yenilmezler artık buluştukları sıra

Turgut Uyar

10 Aralık 2015

İşte benim farkım

Biliyor musunuz, ben bu ülkeye Milli Eğitim Bakanı olsam, Sophia Loren Ortaokulu diye okul olur bu ülkede. Ve daha neler neler.

8 Aralık 2015

Yumurta 12 sarısı

Sabah erkenden metroya bindim. Her günkü gibi kalabalıktı. Trenin içi tıka basa insan doluydu, iğne atsan yere düşmezdi. Böyle durumlarda ayaktakiler için tutunmaya gerek bile yoktur, çünkü sıkışıklıktan yalpalamak, hele düşmek mümkün değildir. Geçelim, anlatacağım mesele bu değil.

Bir ara baktım kızın biri çantasından defter kalem çıkarıp yazmaya başladı. Sabah sabah ne yazacak diye meraklanacağım tuttu benim de. Göz ucuyla izlemeye koyuldum. Az sonra şunları okuyabildim:
* un 400gr.
* yumurta 12 sarısı
* 3 tam yumurta
* 1 çay kaşığı zeytinyağı 
* 1 çay kaşığı süt
Evet, tam olarak böyle; önce yıldızını koydu, sonra yanına malzemesini yazdı. Bu listede bir şey daha vardı da ne yazık ki onu aklımda tutamadım. Bunları nasıl tuttun, diye soracak olursanız, ezberledim. Evet, bildiğiniz ezberledim. Çünkü henüz oracıkta bunu bloğa yazmaya karar vermiştim. Verince de aklımda tutmam gerekti haliyle. Ben de ne yapayım, tıpkı ilkokul çocukları şiir ezberler gibi üst üste tekrarladım içimden. Ve işte görüyorsunuz, gayet başarılı bir biçimde de ezberledim.

Ben ezberlemekle meşgulken tren durdu, sanırım Akköprü durağıydı, bizim yazmanın hemen önünde oturanlardan biri kalkıp inince boşalan yere bu geçip oturdu. Bu kez sayfayı çevirip başka bir şeyin tarifini yazmaya koyuldu. Başlık da attı fakat maalesef okuyamadım. Bu sayfaya yazdıklarından da şunları koparabildim:
Kuşkonmaz
Ravioli
Buraka
Penna cotta
Bu kez de aynen böyle, yanına yıldız koymadan yazdı. Buraka ile penna cotta'nın ne olduğu hakkında bir fikrim olmadığı için dikkatlice bakmaya çalıştım, evet, tam olarak böyle yazıyordu. Unutmadan söyleyeyim, yazısı da gayet okunaklıydı kızın. Halbuki ben çiviyazısı yazan öğretmenler bile bilirim. Ne diyorduk, kız bir ara benim onu izlediğimin farkına da vardı sanki. Vardı da oralı olmadı. Sonra, çantasını mı dizinin üzerine koydu, başka bir şey mi yaptı, ne yaptıysa defterin pozisyonu değişti, değişince de yazılanlar tamamen görüş alanımın dışına çıktı. Böylece sabah macerasının sonuna gelmiş olduk.

Herhalde bir pastanede çalışıyordur, diye bir tahminde bulundum. Fakat söyler misiniz Allah aşkına, bu malzemelerle ne yapılır? En çok da o bir çay kaşığı sütü merak ettim, bir çay kaşığı sütten ne olur yahu, koysan ne koymasan ne? Sonra, buraka da neyin nesi? 

Bir daha da kimsenin defterine bakmayacağım. Sonra meraklanıyorum böyle.

7 Aralık 2015

İzler

Karların üzerinde tilkinin ayak izlerini gören bir çocuk, bir tilki buldum diye sevinir. Halbuki tilki kendini kaybettirmek için bırakmıştır o ayak izlerini.

5 Aralık 2015

Kilit

Elinde sepetiyle seksen yaşlarında bir kadın geliyor karşıdan. Yanıma varınca duralamadan, "Çiçek toplamaya gidiyorum," diyor. Bunu, kışa kesen bu güz gününde söylüyor. Meraklı bakışlarımla beni geride bırakıp yolunu sürdürüyor. Fakat biraz sonra durup dönüyor. "Ben genç kızlığımda da hep böyle ederdim," deyip uzaklaşıyor.

4 Aralık 2015

Takvim ne işe yarar?

2016 yılına girmemize üç-dört hafta bir şey kaldı şurada. İki bin on altı yıl çok uzun bir zaman. Uzun ama göreceli olarak uzun. Mesela, benim ömrümle karşılaştırdıkta epey uzun; benim bu dünyada geçirdiğim zamanın aşağı yukarı altmış katına karşılık geliyor. Öte yandan, uygarlık tarihine vurduğumuzda, görmezden gelinecek bir süre olmasa da kaydadeğer bir süre de değildir iki bin on altı yıl. Uygarlık tarihini Neolitik'le başlatırsak, Neolitik'in başlangıcı olarak da yuvarlak hesap MÖ 10.000'i alırsak, bizim bu 2016'nın uygarlık tarihinin çeyreği bile etmediğini görürüz.
***
Bundan tam iki bin on altı yıl önce, yani MÖ 1 yılında yaşayan biri, acaba bir yıl sonrasının uygarlık tarihi için çok önemli bir dönüm noktası olacağını biliyor muydu? Tabii ki bilmiyordu, nereden bilsin garibim? Zira o tarihin milat olacağı tam 1582 yıl sonra belli oldu. Demek istediğim, şu an kullandığımız ve iki bin on beşinci yılını bitirmek üzere olduğumuz takvim 1582'de yapıldı. Başlangıç yılı olarak da İsa'nın doğumu kabul edildi. Bu, sıfırdan ortaya çıkan bir takvim değildi, MÖ 45'te kullanılmaya başlanan Jülyen takvimin temelleri üzerine kurulmuştu. Bir de, bu yeni takvimi yapan kişi bir papaydı (XIII. Gregorius), dolayısıyla da İsa'nın doğumunu başlangıç alması anlaşılmayacak bir mesele değil.

Varmaya çalıştığım yer aslında şurası, günümüzden iki bin on beş yıl önce yaşayan insanlar, herhangi bir zamanda yaşadıklarını sanıyorlardı. Nereden bilsinlerdi bir başlangıç yılında yaşadıklarını? Fakat hiç de haksız sayılmazlardı, çünkü zaten yaşadıkları zaman herhangi bir zamandı. Takvim dediğin nedir ki? Son tahlilde yapay bir enstrüman. MÖ 1 ile MS 1 arasında hiçbir bakımdan fark yoktu. Çok çok, -1'de doğan bir çocuk +1'de iki yaşında olurdu.

Acaba gelecekte de, örneğin bin yıl sonra da, vatandaşın birinin kafasına eser de yeni bir takvim yapmaya kalkarsa, başlangıç olarak bizim bu zamanımızı alır mı? Bilemeyiz. Ama bilsek ne yazar? Doğrusu, biz ölüp gittikten bin yıl sonra zamanımızı başlangıç olarak kabul edecek bir takvimin yapılması bizim için hiçbir anlam ifade etmez. Kaldı ki, değil bin yıl sonrasında, bunun bugün yapılması bile bir şey değiştirmez. Önümüzde tüm çıplaklığıyla bir gerçek duruyor; dünya durmadan dönüyor, güneş yirmi dört saatte bir doğuyor. Zaman kendi bildiği aralıklarla adımlarını atıyor. Biz dilediğimiz gibi zamanı kâğıt üzerinde kesip biçelim, bölüp parçalayalım, günlere, haftalara, aylara, yıllara, devirlere, çağlara ayıralım, ne değişir?

30 Kasım 2015

Yazarı kutlamak

Yazılarını bloğundan severek okuduğum bir yazar var. Bu yazarın son romanı bir ödül aldı geçen gün. Bloğuna bir yorum yazarak kutlayayım dedim, sonra vazgeçtim. Zira adamın herhangi bir kitabını okumuş değilim. Kararsız kaldım. Böylesi bir durumda ne yapılır? Kutlamak olur mu olmaz mı? Mesela biri çıkıp da, sen adamın bir kitabını bile okumuş değilsin, neyi kutluyorsun, diye sorsa ne yanıt verilir? Çıkamadım işin içinden. Basit bir durum gibi görünüyor oysa. Kitapları okunmamış biri kitaplarından ötürü kutlanır mı? Peki, böyle bir durumda kendisi ne düşünür acaba? Kitaplarının, muhatabı tarafından okunup okunmadığını merak eder mi? Bir yazarın niçin kutlanması gerektiği az çok bellidir. Peki ya bir yazar kimin tarafından ve ne zaman kutlanmalıdır?

29 Kasım 2015

Bir Narın Yok Oluşu

Tanımadığım bir bahçeden bir nar çaldım. Heybeme koydum narımı. Köye dönüyordum. Yolda kızlı erkekli çocuklarla karşılaştım. "Nar sever misiniz?" diye sordum. "Severiz," dedi en küçükleri, altı yaşında var yoktu. "O halde, bende bir nar var, size paylaştırayım," dedim. 

Çocuklardan birine narın kırmızısını verdim, bir diğerine suyunu. Ötekine tanelerini verdim narın, berikine çekirdeklerini. Birine kabuğunu, bir başkasına çatlağını verdim. Gerçi, narın ekşisi tatlısı olmaz, diyenler olmuş ama ben gene de inat edip birine ekşisini verdim, öbür birine tatlısını.

Minnet dolu bakışlarla baktılar bana bir süre. İçlerinden biri sıcak bir sesle teşekkür etti. Nereye gittiklerini sordum, "Göle," dediler ve yokuş aşağı inip gittiler. Bu soğuk güz günü gölde ne yapacaklarını merak ederek yoluma devam ettim ben de.

26 Kasım 2015

Başkasının kucağında büyüyenler

Tarihte o kadar çok "büyük" insan var ki, saymaya kalksan herhalde ömrün yetmez. Bereket versin, geçmişte olup bitmiş her şeyi bilmiyoruz, yoksa halimiz nice olurdu? Şu durumda bile, diğer her şeyi bir yana bırakın, yalnızca "büyük" insanların adları dahi ciltlerce kitap doldurur. Tarihte "büyük" insan çok olmasına çok da, siz de fark ettiniz mi bilmiyorum, bütün büyük insanlar, küçük insanlarla beraber yok olup gitmişler. Şu beylik sözle diyecek olursak, dünya kimseye kalmamış. Yani, "büyük" olmak kimseyi kurtaramamış, yok olup gitmeye engel olamamış.

Elbette bizim zamanımız da tarih denen sürecin bir parçası. Dolayısıyla tarihte olup biten pek çok şey günümüzde de olup bitiyor. Kuşkusuz, gelecekte de olup bitecek. O vakit rahatlıkla şöyle diyebiliriz: Tarihteki o çok fazla "büyük" insanın hiçbiri kalmadığına göre, günümüzün bu çok fazla "büyük" insanı da kalmayacaktır. Dünya geçmiştekilere kalmadığı gibi, bugünkülere de kalmayacaktır. 


Günümüzde de ne çok "büyük" insan var böyle. Daha dün, hatta ne dünü, sabahleyin ufak tefek olanlar, ikindiye varmadan bir bakmışsın "büyük" oluvermişler. Siyaset mi diyorlar adına, ne diyorlar, ben bilmem etmem.


Bu bağlamda şu da muhakkak belirtilmelidir ki, büyüklük ve küçüklük mefhumları görecelidir. Büyük neye göre büyük, küçük neye göre küçük? Ağaç karıncaya göre çok büyüktür, ama aynı ağaç gökdelene göre çok küçüktür.


Küçük çocukları bilirsiniz. Yüksekçe bir yere çıktılar mı, "Ben ne kadar büyüdüm," diye sevinirler. Ya da onları omzunuza filan aldınız mı, "Ben senden daha büyüğüm," derler. Onlar çocuk elbette, yaşları gereği böyle düşünmeleri gayet doğaldır. Fakat günümüzde yetişkin olduğu halde yüksekçe bir yere, mesela bir makam koltuğuna çıktığı için kendisinin büyüdüğünü zannedenlere ne demeli? Onlar gene neyse de, bazıları var ki diğer bazılarının kucağında, sırtında, omzunda filan yükselip "büyürler", ya onlara ne demeli? 


Tarihteki o şahlar, padişahlar, krallar, imparatorlar, basiliuslar, kayzerler, sezarlar, firavunlar, yabgular, kağanlar, çarlar, racalar, tennolar, mikadolar, fağfurlar, huangdiler ne şatafatlar içinde yaşadılar da sonunda toprak olmaktan kurtulamadılar. Demem o ki, bir imparatorla kölesi yüzyıllardır aynı toprağı paylaşıyorlar. Keza bir padişahla kulu yüzyıllardır aynı toprağı paylaşıyorlar. Şu halde bu dünyada küçük bir evde yaşamakla koca bir sarayda yaşamak arasında sanıldığı kadar da büyük bir fark olmasa gerek. Kim olursak olalım gideceğimiz yer belli. Sözüm "küçük" insanlara: Üzülmeyin. Küçük olmak başkasının kucağında büyümekten katbekat iyidir, güzeldir.

22 Kasım 2015

Mona Lisa'nın Eteği

Leonardo sabahtan Lisa'nın karşısına oturmuş onun resmini yapıyordu. Öğlen geçmiş, vakit ikindiye doğru yol alıyordu. Evin kâhyası işin bitecek gibi görünmediğini anlayınca yemek hazırlattı. Elinde yemek sinisiyle bir hizmetçi kız, önünde kâhya, odadaki sessizliğin içine girdiler. Girip kapının önünde beklediler. Fakat ne hanımları Lisa dönüp onlara baktı ne de Leonardo. İşin başa düştüğünü anlayan kâhya, "Yemeği nereye bırakayım, Sinyora?" dedi. Sinyora'dan ses çıkmadı. Kâhya misafire döndü, "Sinyor, yemeği bırakalım mı, yoksa götürüp sonra mı getirelim?" Varı yoğu o an karşısındaki kadın, elindeki fırça ve önündeki tahta levhadan ibaret olan Leonardo, "Nasıl isterseniz öyle yapın," diyerek yanıtladı kâhyayı. Kâhya duvara dayalı küçük masaya yanaştı, hizmetçi kız da onu izledi. Kızın elindeki siniden yemek kaplarını alıp masaya koyuyordu ki, Lisa, "Buraya getirin," dedi. Bunun üzerine Leonardo, "Aman ha!" diye çıkıştı, "aman kıpırdamayasınız!" Bunu duyan Lisa, "Siniyi yavaşça dizlerimin üzerine bırakın," diye buyurdu. Kâhya denileni yaptı, kızın elinden siniyi alıp yavaşça ama kendinden bir hayli emin bir tavırla hanımının dizlerine koydu. Hizmetçi kız gerisin geri odadan ayrıldı, kâhyaysa kapının önüne yanaştı, hanımına doğru döndü, bir şey isteyip istemediğini sorma anlamına geliyordu bu. Ancak görünüşe bakılırsa hanımı da, hanımının resmini büyük bir özenle yapmaya çalışan o tuhaf adam da onun odadaki varlığını unutmuşlardı bile. Dönüp sessizce çıktı o da. Ondan sonra ne olduğunu hiç kimse hakkıyla bilmiyor.

Sanat tarihçileri Mona Lisa'nın dizlerinin üzerindeki tepsiye ne olduğu konusunda hiçbir zaman mutabakata varamamışlardır. Kimileri Lisa'nın yemeğin kokusuna dayanamayarak tadına bakayım derken elini uzattığını, uzatırken de siniyi olduğu gibi eteğine döktüğünü, bundan ötürü de Leonardo'nun tablonun alt kısmını kesmek zorunda kaldığını ileri sürmüşlerdir. Kimileriyse bunun gerçek olamayacak kadar acemice bir uydurma olduğunu, zira Lisa'nın resim bitene değin kılını kıpırdatmadan durduğunu iddia etmişlerdir. Fakat her iki görüş de doğrulanmış değildir. Gerçekte orada neler olup bittiğini büyük olasılıkla hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.


Ölüyü Aşağıda Bıraktık

Uzun uzun okudum bütün gün.
Sesleri, ağırlıkları kaydettim.

Köşeli biçimlerin bilgisine çalıştım.

Bir semender her gün keserdi önümü,
Durur bakardı, durur bakardım.

Gördüğünün ötesini gördüğünü söylerdi,
Hem anlıyordum hem anlamıyordum.





Akşamın ve eğrinin tarihini karıştırdım
Sonra. (Ama burda susulur ancak.)

Bir ses ölüyü aşağıda bıraktık
Biz yukarda yattık diyordu.

Baktım uyuyordu ölü, benim gibi
Hiç unutmam. Görüyordu, hiç unutmam.

Her şey üstüne okudum, gittim geldim her
Şeyle. Tanımlamak doğanın işi bıraktım.

İlhan Berk

21 Kasım 2015

Hasadı unutulmuş

Hasadı unutulmuş bir buğday tarlasının üzerine
kış yaklaştıkça tedirginlik bulutları çöküyor.

18 Kasım 2015

Düş'erek uyanan biri

Birisi bir gece düşünde Santiago Nasar'la Angela Vicario'yu görür. Santiago Nasar Angela Vicario'ya sakince ama aralıksız bir şeyler anlatmaktadır. Angela Vicario ise yüzü kızarık bir halde önüne bakmaktadır. Düşü gören kişi heyecanlanır, ondan da çok meraklanır. Çekine çekine onlara yanaşır. Gel gör ki yanlarına varınca hayal kırıklığına uğrar. Çünkü Santiago Nasar'ın konuştuğu dilin tek kelimesini anlamamaktadır. Heyecanını unutur, zira merakına merak eklenmiştir. O halde uyanır. Uyanınca fark eder ki Santiago Nasar'ın sakin ama yoğun konuşmasında çokça geçen bir kelimeyi düşte bilmemesine karşın gerçekte bilmektedir. Ve işte o anda merakından ölecek hale gelir. Son bir umutla, belki yeniden uyur da düşün devamını görürüm diye başını yastığına gömer, gözlerini yumar. Fakat ne çare, uyku gelecek olsa bile düş çoktan uçup gitmiştir. Belki de o düş şu an artık başkasına görünmektedir. Acı olan, başı yastığa gömülü olan kişi bunu bilmektedir. Acaba bu düşü gören, bir erkek midir, yoksa bir kadın mı?

16 Kasım 2015

Kaybolma özlemi

Dün gece saatlerce yürüdüm. Yeni bir sokakta kaybolmak istiyor gibiydim. Mutluluk içinde tamamen kaybolmak. Ama kaybolamadığımız, kaybolmayı beceremediğimiz anlar vardır. Her ne kadar sürekli yanlış yönlere sapsak da. Bütün kerterizleri kaybetsek de. Geç olsa da ve yola devam ederken söken şafağın ağırlığını hissetsek de. Ne kadar uğraşsak da kaybolmayı beceremediğimiz, kaybolamadığımız anlar vardır. Ve belki de kaybolabildiğimiz zamana özlem duyarız. Bütün sokakların yeni olduğu zamana.
Alejandro Zambra, Eve Dönmenin Yolları, Notos Kitap.

13 Kasım 2015

Mecnun, Meczup, Divane ve Budala Üzerine

Meczup, Arapçada cezb'den ("çekilme"den) kaynaklanıyor; "kendi içine doğru çekilmiş; bir tarafa ya da bir varlığa doğru çekilmiş, onun cazibesine kapılmış kişi" anlamında. Ayrıca, "Tanrı sevgisine tutulmuş ve kendinden geçmiş kişi" demek; eş anlamlıları da "di­vane" ve "abdal". 
Mecnun, Arapça cin kökünden geliyor ve anlamı, "cin tutmuş, çıldırmış, deli; aşk yüzünden kendini kaybetmiş kişi". 
Divane'nin kökü, Farsça "şeytan, cin, ifrit" anlamına gelen "div". "Div", Türkçede "dev" olmuş. İnsanoğlununkine oranla bedensel boyutları çok büyük bir hayali varlığı belirtmek için kullanılıyor. Ne var ki, Alaattin'in Lambası'ndan çıkan dev gibi, "cin" olma özelliğini de bir ölçüde kaybetmemiş. Mehmet Salâhî, Kamus-u Osmanî’de divane karşılığı olarak şunu veriyor: "div tutmuş, delirmiş, deli" (s. 392, Kanaat Matbaası, 1329). Bu sözcüğün etimolojisinin yeni yazı sözlüklerinde verildiğini görmediğimi de bu arada belirtmek isterim. 
Budala'nın, bugünkü anlamına ulaşana kadar geçirdiği dilsel serüven daha ilginç. Bu sözcüğün, Arapça bedil’in çoğulu olduğu sözlüklerde belirtiliyor. Öte yandan, bugün budala ile eşanlamlı olarak kullandığımız aptal sözcüğünün de bedil’in bir başka çoğulu olan abdal’dan geldiğini yine sözlüklerde okuyoruz. Bedil, "karşılık, bedel; bir şeyin ya da bir kimsenin yerini alan" demek (Büyük Larousse, s. 1449). Bu anlam göz önüne alınınca, bu­dala'nın da aptal'ın da etimolojisinin açık ve seçik bir şekilde görülmediğini söylememiz gerekir. Ama ortak köke bakarak, bu iki sözcüğün de, "bir yere ya da varlığa doğru çekil-mişliği" dile getirdiği söylenebilir. Nitekim abdal, "gezgin derviş" anlamına geliyor ve de­rin dinsel bağlılığı ve çoğunlukla da mistik inançları olan bir tür savaşçı "misyoner"i be­lirtiyor. Üstelik bu sözcük, Osmanlıcada sık sık görülen bir işlemden geçirilerek Farsça ku­rala göre çoğul eki "an" sonuna eklenip abdalan haline getirilmiş (Abdalan-ı Rum'da gö­rüldüğü gibi). 
Yukarda ele aldığımız dört sözcük, bugünkü dilimizde, temel anlamlarından, farklı ölçülerde de olsa sıyrılmıştır ve "ahmak", "salak", "alık", "deli" "çılgın", "bön", "geri zekâlı" ve "kaçık" anlamına gelir. Ve böyle bir dilsel değişim, anlambilimin inceleme alanı­na girer. Öte yandan, organik ve zihinsel kusurları ampirik bilgiye dayalı olarak dile getiren bu sözcüklerin gönderimde bulunduğu gerçeklerin, psikopatoloji ve psikiyatri tarafın­dan bilimsel tanımlar, sınıflandırmalar ve terimlerle ele alındığını da biliyoruz. 
Ne var ki, aynı sözcüklerin geçmişine dönerek ve anlamlarını kaynağında ve kendin­de ele alarak bazı felsefi yorumlar yapmak da olanaklıdır. 
Örneğin, başlangıçta, "kendine ya da bir başka varlığa doğru çekilmiş, cin tutmuş, aşk yüzünden kendini kaybetmiş, varlığını dinsel ve mistik amaçlara adamış kişi" anlamına gelen bu sözcüklerde, insan bilincinin kendine ve dünyaya yönelik tutumuna, yani bireyin varoluşsal tavrına ilişkin ortak bir nokta bulunduğu söylenebilir. 
Buradaki ortak nokta, bu sözcüklerin belirttiği birey tipinin ve dolayısıyla bilinç formunun, normal denilen insanların bilinç formundan farklı ve genellikle ona karşıt olmasıdır. Normal denilen insan bireyin bilinci; yoğunluktan ve doluluktan yoksun, gözenek­li; içine sızmış olan, ama iyice fark etmediği ve eğlenme ya da gösteriş merakıyla unut­maya çalıştığı ölüm korkusuyla, gündelik yaşamın durmadan tekrarlanan kasvetli olayla­rıyla ve maddi endişelerle belirlenmiş; kendini içinde bulduğu geleneksel ve hazırlop değer yargılarıyla, yani verilmiş-olan'la kaplanmış ve dolayımsız, eleştiriden yoksun ve gerçek bireyselliğe, yani otantikliğe değil herkes gibi olmaya yönelmiş bir bilinç formudur. Bu­na karşılık, yukarda ele aldığımız sözcüklerin ortak noktasının, bu otantik olmayan bilincin olumsuzlanmasına gönderimde bulunduğu söylenebilir. Bu olumsuzlama, verilmiş bireyselliğin "kendine doğru çekil­me ya da bir başka nesneye doğru çekilme"yle dolayımlanmasmda; kendini daha yüksek bir düzeyde yeniden bulmasında ve doluluğa ulaşmasında ortaya çıkıyor. (Tümlük, yoğunluk ve doluluğa ulaşma çabasına, alkol kullanımında ve erotizmde de rastlan­dığı ileri sürülebilir.) 
Dolayısıyla, bu dört sözcüğün ortak noktasının belirt­tiği bilinç formunun, genellikle çağdaş felsefenin ve özellikle varoluşçuluğun üzerinde önemle durduğu kendi-olma, yani otantiklik sorununa, eski bir zaman diliminde ve farklı bir kültür ve ideoloji çerçevesi için­de verilmiş bir cevabın ürünü olduğu söylenebilir.

Selahattin Hilav, kitap-lık, 39.

7 Kasım 2015

Bozkırın hayaleti

Kent durmadan değişiyor. İnsanlar kendilerini "durmadan değişen kentin" kucağına bırakıyorlar. Kent onları da değiştirsin istiyorlar. Her gün her saatte kentin iliklerine değin sokuluyorlar. Kentin sokakları, caddeleri, bulvarları durmadan insan alıyor. Kente kendilerini bu denli gönüllüce bırakan insanlar analarının sıcaklığını çoktan unutmuşa benziyorlar. Olup biten her şey kadim bir zamanda yaşanıyor âdeta. Her an bir şeyler yitip gidiyor, ne ki kimse bilmiyor neyin yitip gittiğini. Kent bir yitikler ormanını andırıyor. Bir zamanlar sararık, uçsuz bucaksız bir bozkır yeriyken şimdi bozkırın kokusunu bile anımsamıyor. İnsanların yalvarıp yakaran bakışları kenti dolduruyor, bir zaman sonra çepeçevre kuşatıyor. Kent bunu umursamıyor bile.

5 Kasım 2015

Tragedya

Treni çoktan kaçırmış olan adam tren garını bir türlü terk etmiyor.

3 Kasım 2015

Okumak yüzünü kapamaktır. Yazmaksa...

Bu sabah Intercomunal Parkı'ndaki banklardan birinde kitap okuyan bir kadın gördüm. Yüzünü görmek için karşısına oturdum ama imkânsızdı. Kitap, bakışını içine çekiyordu, bazı anlarda onun da durumun farkında olduğunu düşündüm. Kitabı bu şekilde –dirsekleri hayali bir masaya dayanmış, her iki eliyle birden tam göz hizasında– tutarak saklanıyordu. 
Beyaz alnını ve sarımtırak saçlarını gördüm ama gözlerini hiç göremedim. Kitap peçesi, nadide maskesiydi. 
Uzun parmakları kitabı tıpkı ince ve sağlıklı dallar gibi tutuyordu. Bir an ona o kadar yaklaştım ki, biraz önce yenmiş gibi duran bakımsız tırnaklarını bile gördüm. 
Varlığımı hissettiğine eminim ama kitabını indirmedi. Gözlerini birinin gözlerine dikmişçesine kitabı tutmaya devam etti.
Okumak yüzünü kapamaktır, diye düşündüm.
Okumak yüzünü kapamaktır. Yazmaksa yüzünü göstermek.

Alejandro Zambra, Eve Dönmenin Yolları.

1 Kasım 2015

Özleyiş

Gülüşümü ıslattım –kar yağdı bütün gün–
Daha yağsın
Kar yağsın bütün otellerin üstüne
Üstüne üstüne bütün otellerin
Kar yağsın
Lacivert gözlerine Seniha'nın

Hiç bitmesin, yağsın
Karla dolsun göğsünün katedrali
Avluya düşen org uyansın

Özlemim sanadır, varsın
Kar yağsın, daha yağsın
Seni andırıncaya kadar.

Edip Cansever

31 Ekim 2015

Frédéric L.'nin adı ve ölümü

Hakiki Frédéric L. kimdir? Hiç öğrenemeyeceğimiz bir mesele daha. Hakkında tek bildiğimiz, adının katili tarafından yaşatıldığı. Adamın biri günün birinde Frédéric L.'yi öldürmüş, sonra da onun adıyla yaşamaya başlamıştır. Üstelik başka cinayetler de işlemiştir. Neden başka bir maktulünün değil de Frédéric L.'nin adını almıştır acaba? Bilmiyorum. Kimse de bilmiyor. Talihsiz Frédéric L.! 

(Pek çok kimse adlarla şeylerin özdeş oldukları yanılgısı içindedir. Halbuki öyle değildir. Nice şeyler vardır ki, kendisi gider, adı kalır bu dünyada. Ve elbette nice insanlar da vardır öyle. Bazıları talihlidir öylelerinin. Fakat bazılarıysa talihsiz. İşte, kadersiz Frédéric L. de onlardan biri. Kendisi öldürülmüşken, üstelik de cinayetle öldürülmüşken, adı yeryüzünde cinayetler işleyerek yaşamayı sürdürmektedir. Ne büyük talihsizlik! İşin belki en trajik yanı da şu ki, katil, Frédéric L.'yi gizliden öldürdüğü gibi, onun adıyla işlediği cinayetleri de gizliden işlemektedir.)

30 Ekim 2015

Zırzoplar, kedi köpekler vesaire

Bugün farkına vardım ki, ben zırzop kelimesinin anlamını bilmiyorum. Bir zamanlar sanki daha çok duyardık, ne oldu da artık duyulmaz oldu acaba, diye merak ettim. Açıp baktım haliyle, "Aklına eseni yapan (kimse), şımarık, delişmen," demiş sözlük. Bazı sözlüklerde zirzop diye de geçiyor. Zırzopların sayısında eskilere göre azalma olmuş olacağını hiç de sanmıyorum. Demek ki onlar için yeni kelimeler bulunmuş. Ben böyle bir yorum yaptım. Halbuki hiç de fena kelime değil zırzop, bana sorarsanız hiç eskitilmeden yıllarca kullanılabilir. Başkasını bilmem, ben kendim bundan böyle zırzop'u daha çok kullanmaya dikkat edeceğim.
***
Üst katta oturan bir amca var. Küçük bir süs köpeği var bu amcanın. Ne olduysa, birden aklıma geliverdi, köpeğin adını biliyoruz ama amcanın adını bilmiyoruz. Tuhaf mı ki? Günümüz dünyasında hiç de değil aslında. Bazen eve gelince, bahçe kapısından girer girmez pencerede uslu uslu otururken görüyorum köpeği. Bilmeyen biri intihar etmek için oraya çıktı sanır. Halbuki o epeyce alışkın. Deyiş yerindeyse, orası onun penceresi. Canının olabildiğince sıkıldığına eminim. Acaba amcanın mı canı daha çok sıkılıyor yoksa köpeğin mi? Nereden bilebilirim. Herkesin kendi derdine gark olduğu bir zamandan söz ediyoruz.
***
Bir de kedi var. Kapı komşumuzun kedisi. Adını bilmiyorum. Onun durumu köpeğe göre biraz iyi. Hatta ne birazı, epey iyi. Çünkü bu kedi, bazen sahibi sabah evden çıkınca onunla birlikte çıkıyor, akşama kadar da bahçede, koridorda, orada burada takılıyor. Dolgun bir kedi. İyi besleniyor belli ki. Zaten yaptığı bir iş de yok, yiyip içip oturuyor. İşte bu kedi beni tanıyor. Çoğu kez beni sokakta gördüğünde hangi binaya gireceğimi bildiği için önümden yürüyor, kapıya varıp bekliyor, ben gelip kapıyı açınca da içeriye giriyor. Ya koridorda bir yere ilişiyor ya da sahibinin kapısının önünde oturup onu beklemeye koyuluyor. Benim gelecekte bir gün kedilerin insan besleyeceğine yönelik samimi inancım git gide pekişiyor. 

Eğer hakikaten de günün birinde kediler kendilerini böyle bir modaya kaptırırlarsa belki o zaman köpekler de, "Bizim kedilerden eksik neyimiz var," diyerek insan beslemeye kalkışırlar. Olur mu olur. Acaba o zaman köpeklerin arasından birileri kalkıp, "Siz insan evlatları binlerce yıl boyunca bize kuyruk sallattınız, şimdi biraz da siz bize kuyruk sallayın," der mi? Böyle bir durumda hiç kuşku yok ki o zamanın insanları kuyrukları olmadığı için kendilerini çok şanslı sayacaklardır. Tıpkı bugünkü bazıları gibi her bir şeye önden atılmayı marifet sayan birileri, "Ama bizim kuyruğumuz yok ki," diye atılır hemen belki. Nereden bilebiliriz?
***
Ahmet Kaya'nın Dosta Düşmana Karşı albümü 1998'de çıktığında bir hafta boyunca durmadan dinlemiştim. İşte o albümdeki Fosso Necdat şarkısında da geçiyor zırzop. Sözlerini Yusuf Hayaloğlu yazmış. Güzel yazmış Allah için. Ahmet Kaya da güzel söylemiş. O zamanlar telefon melefon yoktu tabii, bir arkadaşımın Walkman'ini ödünç almıştım. Hey gidi günler! O Walkman'ler de neydi öyle, ikide bir pilleri bitiyordu.
***
İki yıl önceki ortaokul öğrencilerimden biri geçen gün Facebook'ta şöyle yazmış:
Güneşin doğduğu da bir gerçek battığı da... Kalbimin attığı da bir gerçek, günün bittiği de... Ne çıkar tüm gerçekleri saysak tek tek. Seni seviyorum, işte o en büyük gerçek...
Okur okumaz altındaki "Beğen" düğmesine tıkladım. Sahiden de beğendim. Epey de sempatik bir öğrenciydi.
***
© Ilko Allexandroff

29 Ekim 2015

Lişboğa

Lişboğa başlı başına bir ülkedir,
benim hiç gitmediğim bir ülke.
Rüyamda görmüşlüğüm de yoktur hiç,
gelgelelim, uyanıkken düşünü kurarım ne zaman dilersem.
Lişboğa portakal kokulu bir ülkedir,
orada portakalın kabuğundan kayık yapar bazı çocuklar,
bazısı da denize armağan etmiştir uçurtmasını.
Kadınlarının deniz koktuğu bir ülkedir Lişboğa,
geceleri mehtaplı yakamozlu bir ülke.
Perdelerin pencere hasretiyle yanıp tutuştuğu
camları hep açık bir ülkedir Lişboğa.

26 Ekim 2015

Doğmamış bir tayın nalı

(...) Delikanlılardan biri yanına geldi. 
"Beyamca, şu senin kapının üstündeki nalı da bana satar mısın?" dedi. "Benim kamyonun dikiz aynasının altına çok yakışacak." 
Peygamber şaşırdı. 
"Ne aynası? Ne nalı?" diye sordu.
"Senin sokak kapısının üstündeki nal." 
"Benim sokak kapısının üstünde nal mal yok, hiçbir zaman da olmadı," dedi Peygamber. 
"Olmaz olur mu, beyamca! Gel göstereyim istersen." 
Peygamber, göğsünde United States / Outsiders yazılı renk renk pijaması, delikanlıyla birlikte kapının önüne çıktı, iyiden iyiye kararmış pervazın üstünde, paslanmış, onunla bütünleşmiş olmasına karşın, doğmamış bir tayın nalını düşündüren, küçücük bir nal gördü. Hem şaşırdı, hem duygulandı: ta çocukluğundan beri hiç ayrımına varmamıştı bu nalın, ama, şimdi, ayrımına vardıktan sonra, güzel buldu, bir bakıma baba evinin anlamını oluşturuyormuş gibi bir duygu uyandı içinde; ancak çoktan tarihe karışmış olması gereken bir kenter [burjuva] değerini simgelediği, karşısında içlenmesininse benliğinde bir kenterlik tortusunun varlığına tanıklık ettiğini düşünmekte gecikmedi. Büyük bir adım atmak üzere olduğu şu anda, gözü yaşlı duygusallıklardan uzak durması gerekirdi. 
"Al, senin olsun!" dedi.
Tahsin Yücel, Peygamberin Son Beş Günü.

25 Ekim 2015

Bir güz günü

Köşedeki kantine tıkılmış çocuklar. Bulutlu, koyu bir hava. Soğuk da. Buralara alışkın bir köpek. Hayır, sokak köpeği denemez ona; nicedir bu bahçede yaşıyor. Arkadaşları görünmüyor. Sinmişlerdir bir yerlere. O da öyle yapacak birazdan, besbelli. Kediler de ortalıkta yok. Bahçedeki masaların üzerine sabahtan çiselemiş bir yağmur. Çocuklar içeride, bakışları dışarıda; ancak böyle sığıyorlar o ufarak yere. Hayat da gene ilginç bir trene benziyor elbette.

23 Ekim 2015

Mermerden Bir Kadının Gülüşü

Mermerden bir heykel. Mermerden bir kadın ya da. Bir yağmurlu günde. Bir güz gününde hem de. Delirmiş olmalı. Donmuş bakışları ve donmuş bedeni ve donmuş ruhuyla uzağa bakıyor hep. Bu yağmur üzerine düşüyor bu mermerden kadının. Bu yağmurun suyu başından eteğine süzülüyor. Mermerden eteği ıslanıyor. Belki bacakları da üşüyor. Halbuki umursamazca gülüyor kadın. Delirmiş olmalı. Gelgelelim kimsecikler görmüyor. Ne delirişini, ne mermerden gülüşünü.

Sonb...

The image: © Halina P.

18 Ekim 2015

Hiç tanımasaydım

Bazı insanları hiç tanımamış olmayı dilerdim. Neylersin ki bazen dilemek yetmiyor. Hele hele sonradan dilemek. Zaten bir şey sonradan dilenir mi ki? Olan olmuşsa dilemek neye yarar? Şöyle olmasaydı da böyle olsaydı... Keşke dediğimiz şey bu işte. Geleceğe yönelik arzularımızı dile getirmekte çok belirgin bir kelime bilmiyorum ben, varsa da bilmiyorum. Fakat şu keşke'ye baksanıza, geçmişe yönelik arzularımızı ne de güzel anlatıyor. Öyle sanıyorum ki dünyanın bütün dillerinde var bu keşke'nin karşılığı. Eğer bir yerde insan varsa, keşke de vardır büyük olasılıkla. 

Henüz başlamadan sözü dağıttım, farkındayım. Bazı insanları diyordum, keşke hiç tanımasaydım. Herhalde herkesin hayatında, bir tane de olsa, böyle insan vardır. Fakat benim durumum biraz tuhaf. Çünkü söz konusu insanları hiç tanımamış olmayı dilememi gerektirecek elle tutulur bir durum yok ortada. Filancayı hiç tanımasaydım, dediğimde, neden, diye sorulsa verecek somut bir yanıtım yok. Mesela, filancanın şöyle kötü bir karakteri var, diye sunabileceğim bir örnek yok. O halde bu neden böyle? Neden ben bazı insanları hiç tanımamış olmayı diliyorum?

Burada kendiliğinden ortaya çıkan soru şu: Acaba bu durum benden mi kaynaklı, tanımamış olmayı dilediğim insanlardan mı? Buna oturaklı bir yanıt bulabilmiş de değilim henüz. Fakat benden kaynaklı değilmiş gibi geliyor. Şöyle: Aynı zaman zarfında, aynı yerde ve aynı koşullarda tanıdığım iki ya da daha çok insanın tamamı için böyle düşünmüyorum. Diyelim üç yıl önce aynı anda, üstelik de bir arada tanıdığım iki insandan biriyle tanıştığıma bugün memnunken bir diğeriyle, işte dediğim gibi, hiç tanışmamış olmayı diliyorum. Neden acaba? 

Hiç tanımamış olmayı dilediğim insanlardan nefret etmiyorum, bunun farkındayım, zira nefret etmemi gerektirecek bir şey yok. Nefret ettiğimiz insanlarla ilgili durum biraz daha başka. Hepimizin hayatında vardır böyleleri, ve değişmez kuraldır, nefret ettiklerimizden ama öyle ama böyle, ya bir kötülük görmüşüzdür, ya da görmeyi bekliyoruzdur. Kötülüğü ille bize yapmaları da gerekmez, başkalarına kötülük ettiği için nefret ettiklerimizin sayısı da az değildir. Ama ben burada nefret etmediğim halde, zaten bunu gerektirecek bir durum da olmadığı halde, bazı insanları hiç tanımamış olmayı neden istiyor olabilirim?

Geçenlerde bir "arkadaşım" aradı. Birkaç dakika konuştuk. Öyle çok konuştuğumuz da yok, yılda belki bir defa. Bir yandan konuşurken bir yandan da, bir an önce bitse bu konuşma, diye geçirip duruyordum içimden. İşte o "arkadaşım" da bu bahsettiklerimden biri: Keşke hiç tanımamış olsaydım. Evet, ister istemez tırnak içine aldım "arkadaşım"ı, çünkü, madem arkadaşın, neden hakkında böyle düşünüyorsun, diye sorulabilir. Bilmiyorum. Bugüne kadar aramızda ne bir dargınlık oldu ne bir şey. O halde? Aslına bakarsanız, hem bu arkadaşım hem de diğer bazıları için bazen aklıma cevap gibi bir şeyler geliyor. Ama gelenler sahiden de cevap mı değil mi, emin olamıyorum.

Facebook arkadaş listemde de var böyleleri. Hem de çok. Böyle insanların çoğuyla zorunlu arkadaş olduğumu da unutmadan söylemeliyim. Öyle ya, bazı insanlarla mecburen arkadaşlık ederiz. Ne bileyim, aynı sınıfta okuyoruzdur, aynı yerde çalışıyoruzdur filan. Bu bağlamda şöyle bir parantez de açılmalı, arkadaşlık denen mefhumun kendisiyle sözlük anlamı arasında galiba bazılarının sandığı gibi yalnızca bugün değil, geçmişte de bir ayrım vardı. Hep de olacak. Arkadaşla "gerçek arkadaş" ayrımı yapanların sayısı az değil. Hatta, "gerçek arkadaş"lığı dost kelimesiyle vurgulayanların da sayısı az değil. Buradan da anlaşılıyor, bir şeyin gerçeğine vurgu yapıldı mı o şeyin bir de sahtesi olduğu düşünülüyordur. Eğer bugün arkadaşlığın bir sahtesi, bir de gerçeği söz konusuysa geçmişte de böyle olmuş olması kuvvetle muhtemeldir bence. Bundan ötürü de, pek çok meselede olduğu gibi, bu meselede de bugünü suçlamak haksızlık olur.

Fakat hâlâ dişe dokunur bir şey söylemiş değilim. Ben bazı insanları hiç tanımamış olmayı niçin diliyor olabilirim? Tanımışsan tanımışsın işte, olanla ölmüşe çare yok, denebilir. Gayet tabii, denebilir. Hem, onlarla arkadaşlığını sonlandırmak çok mu zor, diye de sorulabilir. Değil. Kaldı ki, ben böyleleriyle "gerçek arkadaş" da değilim. Deyiş yerindeyse, arkadaşlığımız kâğıt üzerinde. Bir de Facebook üzerinde tabii. Ama gene de, keşke falancayı, filancayı hiç tanımasaydım, diyorum. Mesele de bu zaten. Neden acaba?

Bazen Facebook arkadaş listemi şöyle bir tarayıp böylelerini toptan silmeyi düşünüyorum. Sonra nedense bunu yapmayıp olduğu gibi bırakıyorum.

Öyle görünüyor ki, hiçbir şey söylemeden bitireceğim bu yazıyı da. Yani diyorum ki, bazı insanları keşke hiç tanımamış olsaydım. Unutmamalıyız, ne kadar az insan, o kadar az dert.

17 Ekim 2015

Ben kimim?

Gördüğü rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamayan biri miyim,
yoksa beni görenin etkisinden bir türlü kurtulamayan bir rüya mıyım?

14 Ekim 2015

Hayali Yugoslavya

Durup dururken Yugoslavya geliyor aklıma. Hayali bir Yugoslavya'da yaşıyor hissediyorum kendimi. Fakat kim olduğuma emin olamıyorum. Bir Sloven ya da bir Makedon olmadığımı kesin olarak biliyorum. Fakat bir Hırvat mıyım, bir Boşnak mıyım, yoksa bir Kosovak mıyım, hiç bilmiyorum. Yugoslavya'nın piştiği tencerede Sırp kokusu git gide ağır basıyor. Bastıkça da o yemekten iğreniyorum. Halbuki parmak yedirtici olmasa bile hiç de fena bir yemek değil(di) Yugoslavya. 

Anlatabildim mi ki?

9 Ekim 2015

Sorunlar sorunlar...

Evde iki büyük sorun var uzun zamandır. Biri demlik, öbürü çaydanlıkla alakalı. Demliği yapan nasıl yapmışsa, çay koymak için biraz eğdin mi kapağın altından akmaya başlıyor hemen. İçinde emziğin ağzını tutan bir süzgeç var, acaba ondan mı kaynaklanıyor diye düşünmedim değil, ne var ki süzgeci çıkarıp denemeyi düşündümse de neme lazım deyip geçtim. Biliyorum çünkü, o süzgeç zor takılıyor, bir çıktı mıydı işin yok uğraş da tak. Velhasıl her çay koyuşumda, gelecek sefer yavaşça, eğmeden koyacağım ki dökülmesin, diyorum kendi kendime ama bir şey değişmiyor, her seferinde dökülüyor. Özellikle de çay yeni yapılmışken dolu olduğunda. Bunlar büyük sorunlar tabii, küçümsememek lazım. Bazı sorunları küçümserken diğer bazılarını gözünde büyütmesi, insanlığın günümüzdeki temel sorunlarından biridir.

Bir diğer sorunum kalemlerimle ilgili. Adına pis bir huy mu dersiniz artık, bazı konularda dediğim dedikçiyim. Örneğin kalemler konusunda. Her kalemle yazamıyorum. Genel adı pilot olan şu yağlı kalemleri kullanıyorum çoğunlukla. Tükenmez kullanmayı ise bildiğin terk ettim gitti. En son ne zaman bir tükenmez kalem bitirdiğimi bile hatırlamıyorum. Siz buna bir tür "yedirememe" bile diyebilirsiniz. Vallahi, şakam yok. Her kalemle yazmayı kendime yediremiyorum. Manyak mıyım neyim. Bazen düşününce kendimi tuhaf buluyorum, ulan bu ne iştir, diyorum ama kendime bir cevap da veremiyorum. Nasıl desem, yazacağım şey her ne olursa olsun, "ölçütlerime uyan bir kalem" olmadı mı yazasım gelmiyor. İçimden gelmiyor bildiğin. Markete alışverişe gideceğimde alacaklarımın listesini yaparken bile masanın üstünde, hemen önümde tükenmez bir kalem varsa onu almıyorum da ille çantamdan güzel kalemlerinden birini çıkarıp onunla yazıyorum mesela. Şimdi, kalemlerimle ilgili bir sorun dedim ama kalemlerin kendisini sorun olarak gördüğüm yok. Ben daha çok bu huyumun bir sorun olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini düşünüyorum. 

Kalem demişken, el yazımla ilgili de bir sorunum var. Ama dur yahu, demliği anlattım da çaydanlığı unutmuşum, önce onu anlatayım. Çaydanlığın sorunu da şu ki, içinden çıkan buhar duvara vuruyor, duvar ıslanıyor. Çaydanlığın emziğin sağına düşen tarafında bir delik var, şayet emzik duvara dönükse buhar oradan çıkıyor zaten, yok duvara değil de sola dönükse bu sefer delik duvara rastlıyor. E, başka türlü de koyamıyorum, çünkü elimle kolum 360 derece dönmüyor. Buharın duvarı ıslatması doğrusu pek de dert değil, neticede fayans, bir peçeteyle hallolacak bir mesele, ancak ocağın hemen üstünde elektrik düğmesi var, bazen onu da ıslatıyor. Bugüne kadar herhangi bir sorun yaşandı mı, diye sorarsanız, yok yaşanmadı. Ama yaşanmadı diye bu sorunu tutup yabana atacak değilim, sorun sorundur. Hem, dedim ya, insanlığın temel yanılgılarından biri büyük sorunları küçümsemesidir bugün. Siz siz olun, sorunlarınızı önemseyin. Ele alın. Çözemiyorsanız bile üzerlerinde düşünün.

El yazım diyordum, o da bir sorun oldu çıktı. Önceleri çok beğeniyordum yazımı, mesela iki ay öncesine kadar, fakat şimdi bakıyorum ki o eski el yazımdan eser yok. Acaba ruh halim yazıma mı yansıyor, diye düşündüm dün. Hani derler ya, el yazısından karakter analizi yapılabiliyor cart curt, ee, karakter analizi yapılabiliyorsa ruh analizi niye yapılamasın? Şu halde, bu sıralar hiç de iyi bir ruh halim olmadığı sonucu çıkıyor ortaya. Ama ya ruh halimle ilgili değilse? O zaman sorunun kaynağı başka yerde. Başka yerde de, nerede?   

Bir başka sorun, izlediğim filmler hakkında blogda yazı yazmamam. Öteden beri film izlerim. Sinemayı sever, elden geldiğince de takip etmeye çalışırım ayıptır söylemesi. İzlediğim filmleri de yıl yıl listelerim. Eskiden yarım yamalak yapardım bunu ama son dört yıldır arada unutup atladığım bir-iki tanesi hariç ne izlediysem listelemişim. Mesela bu yılın geride bıraktığımız dokuz ayı itibariyle kırk dört film izlemişim. Bu da ay başına 4,8 film ediyor. Aşağı yukarı haftada bir film izlemişim anlayacağınız. Gelgelelim bu yıl yalnızca bir sinema yazısı yazmış, onda da dört filmden söz etmişim. Acaba filmler üzerine konuşmayı mı sevmiyorum? Bilmiyorum. Doğrusunu isterseniz, yeni bir sorun değil bu, beş yıl önce de böyleydi, on yıl önce de; izlediğim filmlerin çok azı üzerine bir şeyler yazardım. Bu sorunu, film izlerken elimde kalem-kâğıt, not almakla atlatabileceğimi düşünüyorum ama o da zor geliyor. Sinemada izlerken koltuğa iyice kurulup kendini filme veriyorsun, efendime söyleyeyim, zaten ortalık da karanlık, nasıl not alacaksın? Evde izlerken de kanepeye yayılıyorsun, işin yok ikide birde kaleme uzan, deftere uzan da not al. Velhasıl bu da henüz çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Ama en azından üzerinde duruyorum, çözmeye uğraşıyorum, görüyorsunuz. Ha bu arada, geçen ay bir film izlemiştik, iki-üç gün sonra hakkında bir şeyler yazmaya başlamıştım da yarım kalmıştı, geçen gün bir daha eğildim üstüne, biraz daha yazdım fakat henüz tamamlanmadı. En kısa sürede tamamlayıp yayımlayacağım. (İnşallah yani.)

Hafızamla ilgili de bir sorunum var. Son zamanlarda çok oluyor, aklıma durup dururken bir şarkının/türkünün müziği geliyor, üstelik de hep sevdiğim bir parçanın müziği geliyor, gelgelelim hatırlayamıyorum hangisi olduğunu. Geçenlerde bir yerdeydim –işe bak, neredeydim, onu bile hatırlayamıyorum– enstrümantal bir müzik çalındı. Çok sevdiğim, bugüne dek belki kırk kez dinlediğim bir müzikti. İnanır mısınız, on-on iki dakika kafa yordum da çıkaramadım ne olduğunu. Ve işte görüyorsunuz, şimdi de o an nerede olduğumu hatırlamıyorum. Sudoku, kakuro filan çözmeyeli de epey zaman oldu. Birkaç tane çözsem mi ne yapsam?

Bir de zaman çok çabuk geçiyor. En büyük sorunum bu. En sona da bundan ötürü bıraktım. Bu sorun karşısında ötekiler sorun olmaktan çıkıyor. İşin kötüsü, bu sorunun üzerine henüz eğilmiş değilim, zira çözmeye nereden başlayacağıma bir türlü karar veremiyorum. Ama enseyi karartmamak gerek, bakarsın bir gün bunu da çözmek için uğraşmaya koyuldum, belli mi olur.
Sayfa başına git