27 Şubat 2016

Benim gerçek adım Abdürrezzak Çaysever

Ben Abdürrezzak Çaysever. Yıllardır burada adımın Harun olduğunu söyleyerek insanları kandırıp duruyorum. Ara ara bunu niçin yaptığımı kendime sorduğum oldu. Ama eli ayağı düzgün bir yanıt bulduğumu söyleyemem. Bulmuş olsam bile şimdi aklımda değil. Bundan ötürü, şimdilik ne kendime ne de başkasına verecek yanıtım var. Bu yalanın hoş görüleceğini umarım. Herkes yapar bunu, ne var. Yalan söylemek de dünya kurulduğu günden beri kültürü şekillendiren temel unsurlardan biri neticede. Bakın mesela, adamın biri gelir başka bir adamın derisini haşlayıp ayıklar. Sirkeyle tuza bandırıp azıcık da sarmısakla canlı canlı turşusunu kurar, göle bandırır. Çok sevdiğim bir filmde geçiyor bu yalan. Aslında böyle bir şeyin olduğu yok, ünlü bir yalancının söylediği yalanlardan yalnızca biri. Evet, uygarlık tarihi de yalanlar üzerine kurulu. Benim saf niyetle söylediğim bir yalancığın sözü bile edilmemeli. Hem sonra, beyaz yalan dedikleri bir şey var. Gene de, bunun tam tersini düşündüğüm, ne gereği vardı bu yalanı bunca zaman sürdürmenin, diye söylendiğim de olmuştur. Değil mi ya, beyazı siyahı yok bunun, yalan yalandır. Neyse ki artık buna bir son veriyorum işte. Bu yalanı bugün bitiriyorum. Adım Abdürrezzak Çaysever. Beynelmilel ortamlarda Abdel Razzagh diye yazıyorum. Maksat telaffuzda konsensüs sağlansın. Buna rağmen adımı doğru dürüst söyleyemeyenler çıkıyor. Örneğin geçen yıl El Salvadorlu bir arkadaşım vardı, bana Abdala-raza diye hitap ediyordu. Çok gülüyordum. Her neyse, sözü fazla uzatmak istemiyorum. Kusura bakmayasınız sevgili takipçilerim, sizi de bunca zaman kandırdım. Fakat, zararın neresinden dönülse kârdır, demişler. Ben Abdürrezzak Çaysever. Hemen her gün dışarı çıkarım. Çarşı pazar dolaşmışlığım çoktur. Oturmaktan eskisi kadar sıkıldığım söylenemez. Nadiren düğünlere giderim. Elma yediğime de bir hayli rastlanmıştır. Bunun yanında, atları çok severim. Önceki yaşamımın olup olmadığına emin olmamakla birlikte, sonraki yaşamımda at olma ihtimalimin yüksek olduğuna dair inancım da yüksektir. Sağlıkla kalınız.

Via

26 Şubat 2016

Bir leyleğin eve döndüğü

İnsan durup dururken çok eskilerde kalmış bir akşam üzerini de özleyebilir. Mesela bir yaz mevsiminde yaşanmış bir akşam üzerini. Bir leyleğin eve döndüğü bir akşamın üzerini. İnsan yalnızca bir leyleği bile özleyebilir. Eşi yuvada kuluçkaya yatmış olduğundan her gece başka bir elektrik direğini mesken tutan bir leyleği. Mesele özlemek oldu mu, insan sırf bir leyleğin o geceyi de kendi evinin önündeki direkte geçirecek oluşunu bile özleyebilir.

24 Şubat 2016

Ağaçlara yuva yapmış kara kuşlar...

Bir hayvan geliyor, Serge'in yanından ileri doğru atılıyor ve belirmesiyle kaybolması bir oluyor. Bir tilki mi bu? Yoksa bir köpek mi? Hayvanın ağzında bir şey var. Parçalanmış ateşleme setini kollarında bir beşik gibi sallamaya devam eden Serge hayvanın peşinde koruluğa gidiyor. O yakına gelince başka hayvanlar kaçışıyorlar. Hepsinin dişlerinin arasında bir şeyler var, üzerleri kanla örtülü gri lokmalar; ağaçlara yuva yapmış kara kuşlar ona hor gören bir biçimde bakarken gagalarından içeri en leziz lokmaları atıyorlar. Tüm ağaçların sakatlanmış olduğu bir noktaya geliyor; gövdeleri yarılmış, dalları kopmuş, üstleri katran parçalarıyla kaplanmış. Katran, zemini aralıklı parçalar halinde kaplamış, kış mevsiminin neden olduğu sertliği kendi yumuşaklığıyla dengeliyor. Bu katran birikintileri ağaçların arasındaki ufak bir alana doğru giderken daha da sıklaşıyor: katran buranın zeminini neredeyse bütünüyle örtüyor. Adamlar katranın üzerinde içi pamukla doldurulmuş bir battaniyenin üzerindeymişçesine oturuyorlar; sırtlarını ağaçlara dayamışlar, ayaklarının yanında paketler ve silahlar var. On, on beş kişi olmalılar, üstlerinde Alman üniformaları var. Hepsi ölü. Biçimsiz, aşırı olgunlaşıp çürümeye başlamış meyveler gibi ağaçların gövdelerine çarparak düşmüşler. Hepsinin yüzünde ekşi bir ifade var; sanki deliliğin sınırındaki grotesk bir kahkaha atarken donmuş hepsi. Serge ağızlarına bakıyor: bazılarının çeneleri yerinden çıkmış, aşağıya doğru sarkmakta; iki tanesinde göğüs veya boyun veya yanaktan başlayıp genişleyen şarapnel yaraları var; bir tanesinin yüzü bütünüyle patlamış, geriye yalnızca kırık çene kemiği parçalarının içinden çıktığı bir delik kalmış.
Tom McCarthy, C.

21 Şubat 2016

Bernarda Alba ve Evi

Ninem benle kuzenim İro'yu çağırttı. Ben gölün orada eşekbalığı dediğimiz küçük su canlılarını izliyordum, İro'ysa yukarıdaydı, galiba her zamanki gibi kızların oyununa katılmaya çalışıyordu. Avluya vardığımızda ninemin kadınlara bir şeyler hazırlatıyor olduğunu gördük. Bunun bizi çağırtmasının nedeniyle bağlantılı olduğu öngörülebiliyordu. "Gelin bakalım," dedi. Yanına yaklaştık. Yengeme, "Getir kızım," diye seslendi. Yengem bize helva getirdi. Ev yapımı helva. Ninemin evinde, yani aslında bizim evde, birkaç ayda bir, handiyse bir ritüel edasıyla, biz çocukların gözündense bir şenlik havasıyla pişirilen helva. Helvamızı bitirdik. Ninemin yanında yengemlerin demin hazırlayıp koyduğu, bir sofra bezine sarılı ufak bir tencerenin içinde de helva duruyordu. Alıp bize verdi ve o her zamanki tavrıyla tembihlerini sıralamaya koyuldu. "Bu da Bernarda Alba'nın payı. Şu yoldan gidin, şöyle şöyle edin, Bernarda Alba'ya selam söyleyin, gözlerinden öpüyorum, akşama kalmadan geri dönün, vesaire vesaire."

Helvayı alıp yola düştük. İro bir yerlere gitmeyi pek bilmez. Benden iki yaş küçüktür. Benimse pek çok yere gönderilmişliğim vardır böyle. Hatta yaz aylarında bir yere gönderilmek için ilk akla gelen de benimdir. Yürümek ikimizin de çok hoşuna gitti. Bir saat yürüdüğümüzün ayırdında değildik ikimiz de. Enfes manzaralara öylesine kapılmıştık ki, birden Bernarda Alba'nın evi görününce ne kadar da çabuk gelmiş olduğumuza şaşırdık.

Bernarda Alba bizim halamız olur. Babamların kızkardeşi. Aslına bakarsanız, evi çok uzakta bir yerlerde. Yani elbette o da bir zamanlar burada yaşıyormuş, ama evlenince kocasının evine gitmiş haliyle, ve işte kocasının evi de uzaklarda bir yerde. Her yaz gelirler. Bizim burada yazlıkları var, yukarıda, Ördek Gölü'nün ötesinde. Birkaç tane koyunu, iki de keçisi var. Yazlığı büyükbabamın onlara verdiği bir yere yapmışlar. Bernarda Alba, halalarımın en uzakta yaşayanı, fakat her yaz geldikleri için benim belki de en çok gördüğüm halam. Öbür halalarımın nerelerde yaşadıklarını biliyorum da bir tek Bernarda Alba halamın nerede yaşadığını bilmiyorum. Tek bildiğim, evlerinin çok uzakta bir yerlerde olduğu.

Köpekler havlayıp korkutmasın diye bizi karşılamaya geldi Bernarda Alba. Elimizdekini görünce hemen anladı niçin geldiğimizi. "Deyin bakalım, nineniz gene ne gönderdi?" diye sordu. İkimiz birden, "Helva," dedik. Gülümseyerek, "Tahmin ettim," dedi. Bernarda Alba halamızın gülümseyişi de gülüşü de bir başkadır. Güldüğünde onun ne denli içten bir gülüş olduğunu oracıkta anlarsınız ama neden böyle vakur, böyle kısa süren bir gülüş olduğunu da hep düşünürsünüz. Kimseye benzemeyen, ne kendi dünyasının sınırlarından çıkan, ne de başkalarının sınırlarına girmeyi dileyen bir kadındır o. Gözlerine bakınca hep yalnız bir insan olduğunu anlarsınız. Ne bir gün olsun kahkaha attığını, coşup eğlendiğini, ne de yakındığını, sızlandığını görmüşlüğümüz vardır.

Bernarda Alba halamızın elini öptük sırayla, o da bizi öptü. Önümüz sıra yürüdü, içeri geçtik. Çocukları henüz küçüktür Bernarda Alba'nın, bundan ötürü yazın gelince kendisine yardımcı olmaları için yanında oradaki akrabalarını, çoğunlukla da kocasının yeğenlerini getirir. İşte onlardan biri, bizden birkaç yaş büyük bir kız gelip bize hoş geldiniz dedi. Halamız helvayı elimden alıp mutfağa götürmesi için kıza verdi. Ninemizin selamlarını falan söyledik.

Bernarda Alba'nın evi her daim aydınlıktır. Bunun bir gün tesadüfen ayırdına varmıştım. Acaba evinin pencereleri mi büyük diye düşünüp bakmıştım da, yok, herkesin evinin pencereleri ne kadar büyükse onun evininkilerin de o kadar büyük olduğunu görmüştüm. Sonraları bunun Bernarda Alba halamın kişiliğiyle ilgili gizemli bir mesele olduğuna iyicene inandırdım kendimi. Böyle böyle, onun o uzaklardaki evinin de buradaki gibi hep aydınlık olduğunu tasarladım. Onun evinde otururken kendinizi açık havada, gün aydınlığında oturuyormuş gibi hissetmeniz işten bile değildir. Evinin salonu, odaları, mutfağı hep aydınlıktır. 


Kız mutfaktan bize çay, yanında da renkli şekerler ve bir de kurabiye getirdi. Kurabiyeler epey tanıdıktı, daha önce yemişliğim de vardı. Bunları Bernarda Alba halam kendi yapar. Aslına bakarsanız, bunlar bizim ailenin mutfağına ait kurabiyeler. Bernarda Alba da herhalde diğerleri gibi küçüklüğünde ninemden öğrenmiştir yapmayı. Evde de çok yapılır, ama nedense halamın evinde yerken daha bir lezzetli gelirler bana. "Çekinmeyesiniz canlarım, yiyin bitirin," dedi bize anne şefkati dolu bir sesle. Çayımızı içip şeker ve kurabiyelerimizi yerken İro duvarlarda asılı şeylere bakıyordu, bense pencereden karşıki dağa. İro utangaç bir çocuktur, pek konuşmaz, ama merakına dayanamamış olacak ki, "Şu duvardaki nedir?" diye sordu. Bernarda Alba da, "İğnelik," diye yanıtladı, "kaybolmasınlar diye iğneler geçirilir ona." Ardından ben, "Şu karşıki dağ ne güzel görünüyor," dedim. Hakikaten de harika görünüyordu. Halamla kız güldüler. "O dağın orada ne var biliyor musun?" diye sordu Bernarda Alba. "Hayır," dedim kuşkulu bir sesle. Gülümsedi, "O dağ sizin evinizin olduğu yer, siz oradan geldiniz işte," dedi. Şaşırdım. Kalkıp pencereye yürüdüm. Sahiden de bizim orasıydı o çok güzel yer. "Her gün içinde yaşadığımız yer ne de güzelmiş," diye geçirdim içimden. 

O günümüzün nasıl geçtiğini anlamadık. Hiç aç olmamamıza rağmen Bernarda Alba bize yemek de yedirdi. Vakit akşama doğru evrilmekteyken artık gidelim diyerek kalktık. Bernarda Alba bizi Ördek Gölü'nün yakınına kadar geçirdi. Ayrılırken gene elini öptük, o da gözlerimizden öptü. Yolumuza koyulduk. Bir süre yürüdükten sonra dönüp arkama bakasım geldi. Ben dönünce İro da döndü. Bernarda Alba halam öylece durup ellerini birleştirmiş ardımızdan bakıyordu.

16 Şubat 2016

İnsanın ruhuyla bedeni...

Via
İnsan dediğin, ruhla bedenden ibaret bir nesne. Ruhu bedenden çekip çıkardın mı elde kalan bir ceset. Fakat bedeni ruhtan çıkardın mı ortada koca bir muamma. Cesede ne olduğu bilinir; kimi toplumlarda toprağa gömülür, o zaman çürür gider, kimilerinde de yakılır, o zaman da kül olur gider. Peki ya ruha ne olur? Ruh nereye gider? Ölür, demeyeceksiniz değil mi? Ölüm dediğin zaten ruhun bedenden ayrılması. Hal böyleyken ruhun ölümü diye bir şey söz konusu olamaz. Olamazsa ruh bedenden çıktı mı ne yapar, ne eder?

13 Şubat 2016

Bir atın s'ağrısı

Anlatmak istemediğim şeyleri en çok da yağmurlu havalarda anlatmak istemiyorum. 
***
İkimizin de okumak için zaman kolladığı kitaplar var. Dizimizin dibinde duran kitaplar. Zamanı kollayışımız zamanın zoruna gidiyor olacak ki, bir yerden sonra o bizi kollamaya başlıyor. Direnen bir şeyler vardır ya, bilmeyiz ne olduğunu. 
***
***
Ellerim çok kurumuştu. (Zaman zaman herkese olur bu. Musluk yakınsa yaklaşılır, ellerin içi şöyle bir ıslatılır. Tembellikten musluğa değin gidemeyenler bile olur.) O gün de yağmur yağıyordu. Oturmuş dışarıyı izliyordum. Bahçede çamların ezici ağırlığı söz konusuydu. Fakat bir söğüt hepsinden daha uzundu. Üstelik de bahçenin en başında duruyordu. Çamlarda belirgin bir şey yoktu. İlkokul çocuklarının kolaycacık çizdiği üçgenimsi bir biçimleri vardı. Söğüt ise iki parça halinde görülüyordu; bir yanı göğe doğru dik birkaç daldan, öbür yanıysa salkımlaşarak yere doğru eğilmiş kalınca, uzunca bir daldan oluşuyordu. (Halbuki bu bir salkım söğüt de değildi. Salkım söğüt olmayan söğütlere ne dendiğini de bilmiyordum.) Ne var ki, söğüde şöyle derli toplu bakıldığında, açılmış bir şemsiye görünümü verdiği de ayırt edilebiliyordu. Kurumuş ellerimi ıslatma gereksinimi duyuyordum. Kolumu uzatsam pencerenin koluna değecekti. Açıp ellerimin içini camdaki yağmur damlalarına doya doya bulayabilecektim. Ancak beni bundan alıkoyan bir şeyler vardı. Yapamıyordum. Kolum pencerenin koluna erişmek için harekete geçemiyordu. Pencereye de yağmura da, hatta çamlarla söğüde de bakabiliyor, onları duyabiliyordum, ne var ki, dokunamıyordum. Öylece otura kaldım. Bir zaman sonra yağmurun sürüp sürmediğinin bile bilincinde değildim artık.
***
Sana anlatmak istemediğim şeyleri en çok da böyle havalarda anlatmak istemiyorum,,,

Yıllar geçse eskimez

7 Şubat 2016

Yağmurlu Kentin Güneşçisi

Ufarak teferek, sıskaca, kuruca bir adam duruyordu pencerenin ardında. Pencere kapalıydı; camı, su çizikleri içinde. Dışarıdan bakan, adamın yüzünü dalgalı dalgalı görürdü. Adam gözlerini kaldırmış, gökyüzüne bakıyordu. Oysa gökyüzünde görülecek hiçbir şey yoktu. 
Düpedüz yoktu. Bu ülkeye her gece, her sabah, her akşam yağmur yağardı çünkü. Durgu durak bilmeksizin, hızlanmadan, yavaşlamadan, hele hele hiç dinmeden, tel tel, iplik iplik yağmur yağardı. Kurşun rengi şuncacık değişmeyen bir gökyüzünde bakacak ne olsun, görecek ne olsun? 
Yağmur yağdığı için caddelerin asfaltları, sokakların taşları hep pırıl pırıl ışıldar, duvarlar hep tertemiz ama karanlık yüzlü olur, pencere pervazları, köşelerinden aşağı hep çizgi çizgi is bıyıkları salar, kiremit damlar hep cilalanmış gibi dururdu. Bahçeler yemyeşil olurdu ya kendi halinde kalsa, nasıl kalsındı ki yağmur bacalardan çıkan dumanları hep bu yeşilliğin üzerine örterdi. 
Bu kentte oturanlar, doğdukları günden öldükleri güne değin, gökyüzüyle denizi bir tek renkte bilirler, gökyüzünün mavi –açık olsun, koyu olsun, gene de mavi– olabileceğini, denizin de ona uyarak koyu maviden açık yeşile dek akla gelebilecek her türlü renge girip çıktığını, kırmızı, mor, sarı bile görünebileceğini, ancak, dünyayı gezmiş görmüş kişilerden öğrenirlerdi. Hele, bunların anlattığına göre başka gökyüzülerinde parıl parıl ışıyan sarı –sarımsı, akımsı, kırmızımsı– bir güneş olurmuş gündüzleri. Geceleri ay, sürü sürü, türlü türlü yıldızlar görülürmüş bu göklerde. Bu kentten çıkmayanlar ise bu güneşi de hiç görmemişlerdi, ayla yıldızları da... Gerçi, öğrenirlerdi okullarda, güneşin gün aydınlığı verdiğini. Onların günü ise, gökyüzleri gibi, denizleri gibi, kurşun rengi, daha doğrusu, kurşunumsu bozumsu bir renkti. 
İnsanlar bu kentte rengi yalnız deniz teknelerinde görürlerdi. Sandallar, mavnalar, gemiler, sarı, kırmızı, yeşil, mavi, mor, akla geldik, düşünüldük her türlü renge boyanırdı yol yol, öyle salıverilirdi denize.  
Yağmur durmadan yağdığı için kediler köpekler, hele hele tavuklar, hiç dışarıda dolaşmazdı. Çıkıp tüyün teleğin sırılsıklam ıslansın diye gezilir miydi hiç? Akılsız kediler, köpekler, tavuklar da vardı elbet. Onlar çıkar, ıslanır, sonra da hastalanır, yataklara düşerlerdi. Bir kazlar vardı, bu yağmurun altında gezmekten hoşlanan. Onar yirmişer, kanatları, kuyrukları biribirine değe değe dolaşırlar, yerin biraz üstünde salınan ayaklı bir buluta benzerlerdi. Bu bulutun üzerinde de uzun boyunları kavaklar gibi ırganır, gagaları, neredeyse, bu boyunlara bağlı değilmiş gibi açılır kapanırdı. Ama kaz sürüleri tek tük görülürdü; saçak altlarında, duvar diplerinde küskün küskün oturan köpekler, kediler ise pek çok... 
Bu kentte, sokakta gezen herkes şemsiye kullandığı için, dışarıdayken de şemsiyeler hiç kapanmadığı için, ana caddelerde adam boyunda bir dalgalı örtü gerilmiş gibi olurdu yerle gök arasında. Bu örtü ancak otobüslerin, tramvayların, evlerin, dükkânların, iş yerlerinin kapısında, çekilir, gerilir, yutuluverirdi iki dudak, iki çene, iki silindir arasına sıkışmış gibi...

Gene bu yüzden her evde, şemsiye, pabuç kurutma gözleri, bu gözlerde biriken suları akıtacak küçük oluklar olurdu.

Daha önemlisi, gene bu yüzden, sabahları uyanan adamlar, başka kentlerde oturanlar gibi pencerelere, kapalı kepenklere, pancurlara koşup "hava bugün nasıl acaba?" diye heyecanla, ya da sıkıntıyla, gökyüzüne bakmaz, yahut, yattığı yerde, perdelerden sızan, pencerelerden duvara vuran ışığa bakıp, kimi zaman da arabaların tekerlek seslerine kulak verip yağmur mu yağıyor, kar mı, hava kuru mu, güneşli mi, diye kestirmeğe kalkmağı akıllarının köşesinden bile geçirmezlerdi. Bu kentte yaşayanlar, havanın nasıl olsa yağmurlu olacağını bildiklerinden, ne ışığa bakarlardı ne de seslere kulak verirlerdi. Doğdukları günden bu yana, bunların hiçbiri değişmemişti ki...
Bu kentin insanları, hava konusunda ne umut bilirlerdi, ne umut kırıklığı; ne sinemadan, tiyatrodan, kahveden, konserden çıkıp şakır şakır yağan yağmurla karşılaşır, şemsiyelerini yanlarına almadıkları için saçak altlarında bekler ya da koşa koşa giderlerdi gidecekleri yere; ne de, pazar günü, hava güzel olursa, denize, maça, kıra gideriz diye düşünürlerdi. Böyle bir şey beklemezlerdi ki...
Bu kentin insanları, yağmura tutulma korkusunu nedir bilmez, havanın açmasını beklemezlerdi ya, içlerinden yalnız bir tanesi onlara benzemezdi. Bu adam, pencereden gökyüzüne bakan bu adam... Bu adamın kimi kimsesi yoktu. Kentin iş kesimindeki koca koca yapılardan birindeydi iş yeri; oraya gider, gelir, evine kimseyi çağırmazdı. Gelmeyeceklerini bilirdi çünkü. Kendi de eşinin dostunun evine pek gitmezdi, üst üste çağırılmadıkça. Sessiz bir adamdı bu. Kimseye kötülüğü dokunmamıştı, kimseyi kırmamıştı şimdiye dek. Bir tek kusuru vardı. Eşi dostu da bu yüzden, yalnız bu yüzden, tedirgin olurdu. 
Bu kentten çıkıp dünyayı gezmemişti gezmesine, başka gökyüzüleri görmemişti ama güneş üzerine söylenenleri dinlemiş, okumuştu. Susar susar, "yarın sabah..." diye söze başlayacak olurdu; yanındakiler de "ya, ya..." deyip kaçarlardı hemen yanından. Bilirlerdi çünkü arkasından ne geleceğini. Hoş, bu yüzden, adam çoğu zaman sözünü bitirmezdi bile. 
"Yarın sabah, gökyüzünde, hani, güneşi görecek olsanız ne yaparsınız?" Deyip deyeceği de bu kadardı yani. Deyecek zaman bıraksalar...  
Tutturmuştu işte. Güneş çıkıverecek, kendini gösteriverecek olsa, diye... Oysa, hep bildikleri şeydi. Güneşin çıkması yağmurun durması, bulutların açılması demekti; doğdukları günden bu yana bildikleri gökyüzünün değişmesi, şemsiyelerin kapanması, kurutma odalarının kullanılmaması, daha kötüsü, umutla umut kırıklığının içlerinde baş göstermesi demekti. Taşların, duvarların, kiremitlerin kuruyup parıltılarını yitirmesi, dumanların yeşilliğin üzerine inecek yerde göğe ağması demekti. Olacak şey miydi bütün bunlar?Bu tedirgin edici takınağı, saplantısı olmasa, adamın arkadaşları, tanıdıkları, ona daha bir yakınlık gösterirlerdi ya, şimdi söyleyecek o "yarın sabah..." sözlerini, birazdan söyleyecek, diye keyifleri kaçardı

Adam evine gelir, yıkanır, dişini fırçalar, yatağına yatardı; kitap okurdu, cıgara içerdi. Uyuya kalırdı sonra.

Ama o alışılagelmiş bozumsu kurşun rengi, ya da kurşunumsu bozumsu renk, ışık olup, odasına dolup, sabahın eriştiğini kendisine haber verince...

Kendini tutamaz, çılgınlık olduğunu bile bile, yatağından kalkar, pencereye gelir, yağmurdan çizik çizik olmuş camın ardından gökyüzüne bakar. 
Dışarıdan bakan birinin dalgalı dalgalı göreceği yüzünde, merak izi bile bulamayacağı, umut izi bile sezemeyeceği yüzünde, salt gözleri canlıdır sanki adamın. Gökyüzüne bakar. Bugün belki güneş açmıştır diye, çıkacaktır diye. Bugün olmazsa yarını var bunun, daha öbür günü var. Ama pencerenin önüne geldiğinde, kesinlikle bildiği şu oluyor: Güneş bugün de çıkmayacak, görünmeyecektir...

Oysa, daha yatağındayken, ışığın değiştiğinin farkına varmadıkça, pencereye gittiğinde güneşi görebileceğini nasıl aklına getirir bu adam? Daha önce de söyledik. Tuhaflıkları, gariplikleri var bu kişiceğizin... Umudu yüzüne bile çıkarmadan, biraz da alıkça, gönlünde besleyip duruyor...
Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yay.

6 Şubat 2016

Yeryüzü Ayetleri

O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti

Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul edemez oldu artık.

Bütün solgun pencerelerde gece
Belirsiz bir düşünce gibi
Birikiyor durmadan ve taşıyordu
Ve yollar
Sonlarını karanlığa bıraktılar

Kimse aşkı düşünemez oldu.
Kimse düşünemez oldu yengiyi
Kimse
Hiçbir şey düşünemez oldu artık.

Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan.
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan.
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından.

Kötü günler geldi ve karanlık.
Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü
Tanrı elçiliğinin
Kaçtılar adanmış topraklardan
Aç ve sefil peygamberler.
İsa'nın kaybolmuş kuzuları
Çobanın seslenişini duymaz oldular
Çöllerin cennetinde.


Aynaların gözlerinde sanki
Tersine yansıyordu renkler
Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler.
Bir şemsiye gibi tutuşuyordu
Başlarında aşağılık soytarıların
Utanmaz yüzlerinde orospuların
Tanrının o kutsal ışık çemberi.

Bataklıkları alkolün
Ağulu buharıyla buruk,
Çekti derin köşelerine
Durgun aydınlar yığınını
Kemirici açgözlü fareler
Altın yapraklarını kitapların
Eskimiş raflarda, dolaplarda.

Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı.
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.

Zavallı halk
Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın
Huzursuz ağırlığı altında ölü gövdesinin
Birden bir yere sürükleniyordu
Ve önlenmez cinayet isteği
Durmadan büyüyordu ellerinde.

Kimi zaman ufacık bir kıvılcım
Bu cansız ve sessiz topluluğu
Tâ içerden dağıtıyordu birden.
İnsanlar saldırarak birbirlerine
Biri karısının boğazını
Kör bir bıçakla kesiyordu
Bir ana birer birer çocuklarını
Tandırın ateşine atıyordu.

Boğulmuş kendi korkusunda
Ürkütücü duygusu suçluluğun
Öldürdü öldürdü kör ruhlarını
Ve çocukları.

Ne zaman bir tutsak asılırken
Darağacının yağlı halatı
Korkudan kasılan gözlerini
Sıkarak dışarıya fırlatsa
Onlar dalardı içlerine
Şehvetle titreyen düşünceden
Gerilirdi yaşlı yorgun sinirleri.

Ama her zaman alanın kıyısında
Bu küçük cânileri görürdün
Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar
Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.
Ola ki gene de arkasında
Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerinde
Yarı canlı bir küçük şey, karışık,
Kalmıştır.
Güçsüz bir kıpırdanışla istiyordu
İnanmayı su sesinin doğruluğuna.

Ola ki...
Ola ki... ama ne sonsuz boşluk...
Güneş ölmüştü
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün güvercinin
İnanç olduğunu...

Ah tutsağın sesi...
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi...
Son seslerin sesi...

Furuğ Ferruhzad
Çeviren: Onat Kutlar

5 Şubat 2016

Örülmemiş Bir Yaşam

İbrahim yıllar yılı her kış başlangıcında karısına, "Bana bir başlık ör de kafam üşümesin," deyip durmuş. Karısıysa hiç oralı olmamış, hep kulak ardı edivermiş kocasının isteğini. Fakat günün birinde kış yaklaşıp da İbrahim gene söylenmeye başlayınca karısı bu kez onu kaale alacak olmuş. Düşünmüş, "Biz evlendik evleneli bu adam kendisine başlık örmemi ister durur, düğünümüzün üzerinden geçense temiz bir yirmi yıl," diye geçirmiş içinden ve nihayet kışın elinin kulağında olduğu günlerin birinde kocasına bir başlık örmeye koyulmuş. Birkaç güne iş bitmiş, karısı İbrahim'i çağırıp, "Al bakalım," demiş, "istediğin başlığı ördüm." İbrahim başlığı eline alınca yüzünde beliren ifadenin renginden hiçbir şey anlaşılmamış. Sevinme ifadesi miymiş bu, üzülme ifadesi mi, yoksa kızgınlık mı, hiç anlayamamış karısı. Adam başlığı aldığı gibi başına geçirmiş, bir daha da çıkarmamış. Günler geçmiş, haftalar geçmiş, başlığı çıkmamış başından. Yalnızca gündüzleyin değil, geceleyin de başında duruyormuş. Mevsimler gelip geçmiş, kış bitip bahar gelmiş, bahar yaza, yaz güze dönmüş, İbrahim'in başlığı hep başında durmuş. Günlerden bir gün karısı, başlığın kocasının yalnızca başını değil, yüzünü de iyiden iyiye örttüğünün ayırdına varmış. Fakat bunu da pek umursamamış. Zaten de İbrahim'in yazgı hamurunda umursanış mayası hiç yokmuş. Bir gün falcı bir kocakarı gelmiş köye. İbrahimlerin kapısından da geçmiş. Kadın çağırmış, "Gel, benim de falıma bak," demiş. Kocakarı, "Falını okuyacağız elbet, fakat önce sen kocanın gözünün rengini de bana," demiş. Kadın kocasının göz rengini bilmediğini fark etmiş. "Bir bekle de," demiş kocakarıya, "ben bakıp geleyim." İçeriye geçmiş, İbrahim oracıkta oturuyormuş her zamanki haliyle. Elini atıp başlığı kocasının başından çekiverince ne görsün, İbrahim'in başı yerinde yokmuş. Kadın, elinde sallanan başlığa öylece bakakalmış. Aralanmış kapıdan olan biteni izleyen falcı kadın, "Başla başlık bir olmuş," demiş.
Sayfa başına git