Yağmurlu Kentin Güneşçisi
Ufarak teferek, sıskaca, kuruca bir adam duruyordu pencerenin ardında. Pencere kapalıydı; camı, su çizikleri içinde. Dışarıdan bakan, adamın yüzünü dalgalı dalgalı görürdü. Adam gözlerini kaldırmış, gökyüzüne bakıyordu. Oysa gökyüzünde görülecek hiçbir şey yoktu.
Düpedüz yoktu. Bu ülkeye her gece, her sabah, her akşam yağmur yağardı çünkü. Durgu durak bilmeksizin, hızlanmadan, yavaşlamadan, hele hele hiç dinmeden, tel tel, iplik iplik yağmur yağardı. Kurşun rengi şuncacık değişmeyen bir gökyüzünde bakacak ne olsun, görecek ne olsun?
Yağmur yağdığı için caddelerin asfaltları, sokakların taşları hep pırıl pırıl ışıldar, duvarlar hep tertemiz ama karanlık yüzlü olur, pencere pervazları, köşelerinden aşağı hep çizgi çizgi is bıyıkları salar, kiremit damlar hep cilalanmış gibi dururdu. Bahçeler yemyeşil olurdu ya kendi halinde kalsa, nasıl kalsındı ki yağmur bacalardan çıkan dumanları hep bu yeşilliğin üzerine örterdi.
Bu kentte oturanlar, doğdukları günden öldükleri güne değin, gökyüzüyle denizi bir tek renkte bilirler, gökyüzünün mavi –açık olsun, koyu olsun, gene de mavi– olabileceğini, denizin de ona uyarak koyu maviden açık yeşile dek akla gelebilecek her türlü renge girip çıktığını, kırmızı, mor, sarı bile görünebileceğini, ancak, dünyayı gezmiş görmüş kişilerden öğrenirlerdi. Hele, bunların anlattığına göre başka gökyüzülerinde parıl parıl ışıyan sarı –sarımsı, akımsı, kırmızımsı– bir güneş olurmuş gündüzleri. Geceleri ay, sürü sürü, türlü türlü yıldızlar görülürmüş bu göklerde. Bu kentten çıkmayanlar ise bu güneşi de hiç görmemişlerdi, ayla yıldızları da... Gerçi, öğrenirlerdi okullarda, güneşin gün aydınlığı verdiğini. Onların günü ise, gökyüzleri gibi, denizleri gibi, kurşun rengi, daha doğrusu, kurşunumsu bozumsu bir renkti.
İnsanlar bu kentte rengi yalnız deniz teknelerinde görürlerdi. Sandallar, mavnalar, gemiler, sarı, kırmızı, yeşil, mavi, mor, akla geldik, düşünüldük her türlü renge boyanırdı yol yol, öyle salıverilirdi denize.
Yağmur durmadan yağdığı için kediler köpekler, hele hele tavuklar, hiç dışarıda dolaşmazdı. Çıkıp tüyün teleğin sırılsıklam ıslansın diye gezilir miydi hiç? Akılsız kediler, köpekler, tavuklar da vardı elbet. Onlar çıkar, ıslanır, sonra da hastalanır, yataklara düşerlerdi. Bir kazlar vardı, bu yağmurun altında gezmekten hoşlanan. Onar yirmişer, kanatları, kuyrukları biribirine değe değe dolaşırlar, yerin biraz üstünde salınan ayaklı bir buluta benzerlerdi. Bu bulutun üzerinde de uzun boyunları kavaklar gibi ırganır, gagaları, neredeyse, bu boyunlara bağlı değilmiş gibi açılır kapanırdı. Ama kaz sürüleri tek tük görülürdü; saçak altlarında, duvar diplerinde küskün küskün oturan köpekler, kediler ise pek çok...
Bu kentte, sokakta gezen herkes şemsiye kullandığı için, dışarıdayken de şemsiyeler hiç kapanmadığı için, ana caddelerde adam boyunda bir dalgalı örtü gerilmiş gibi olurdu yerle gök arasında. Bu örtü ancak otobüslerin, tramvayların, evlerin, dükkânların, iş yerlerinin kapısında, çekilir, gerilir, yutuluverirdi iki dudak, iki çene, iki silindir arasına sıkışmış gibi...
Gene bu yüzden her evde, şemsiye, pabuç kurutma gözleri, bu gözlerde biriken suları akıtacak küçük oluklar olurdu.
Daha önemlisi, gene bu yüzden, sabahları uyanan adamlar, başka kentlerde oturanlar gibi pencerelere, kapalı kepenklere, pancurlara koşup "hava bugün nasıl acaba?" diye heyecanla, ya da sıkıntıyla, gökyüzüne bakmaz, yahut, yattığı yerde, perdelerden sızan, pencerelerden duvara vuran ışığa bakıp, kimi zaman da arabaların tekerlek seslerine kulak verip yağmur mu yağıyor, kar mı, hava kuru mu, güneşli mi, diye kestirmeğe kalkmağı akıllarının köşesinden bile geçirmezlerdi. Bu kentte yaşayanlar, havanın nasıl olsa yağmurlu olacağını bildiklerinden, ne ışığa bakarlardı ne de seslere kulak verirlerdi. Doğdukları günden bu yana, bunların hiçbiri değişmemişti ki...
Bu kentin insanları, hava konusunda ne umut bilirlerdi, ne umut kırıklığı; ne sinemadan, tiyatrodan, kahveden, konserden çıkıp şakır şakır yağan yağmurla karşılaşır, şemsiyelerini yanlarına almadıkları için saçak altlarında bekler ya da koşa koşa giderlerdi gidecekleri yere; ne de, pazar günü, hava güzel olursa, denize, maça, kıra gideriz diye düşünürlerdi. Böyle bir şey beklemezlerdi ki...
Bu kentin insanları, yağmura tutulma korkusunu nedir bilmez, havanın açmasını beklemezlerdi ya, içlerinden yalnız bir tanesi onlara benzemezdi. Bu adam, pencereden gökyüzüne bakan bu adam... Bu adamın kimi kimsesi yoktu. Kentin iş kesimindeki koca koca yapılardan birindeydi iş yeri; oraya gider, gelir, evine kimseyi çağırmazdı. Gelmeyeceklerini bilirdi çünkü. Kendi de eşinin dostunun evine pek gitmezdi, üst üste çağırılmadıkça. Sessiz bir adamdı bu. Kimseye kötülüğü dokunmamıştı, kimseyi kırmamıştı şimdiye dek. Bir tek kusuru vardı. Eşi dostu da bu yüzden, yalnız bu yüzden, tedirgin olurdu.
Bu kentten çıkıp dünyayı gezmemişti gezmesine, başka gökyüzüleri görmemişti ama güneş üzerine söylenenleri dinlemiş, okumuştu. Susar susar, "yarın sabah..." diye söze başlayacak olurdu; yanındakiler de "ya, ya..." deyip kaçarlardı hemen yanından. Bilirlerdi çünkü arkasından ne geleceğini. Hoş, bu yüzden, adam çoğu zaman sözünü bitirmezdi bile.
"Yarın sabah, gökyüzünde, hani, güneşi görecek olsanız ne yaparsınız?" Deyip deyeceği de bu kadardı yani. Deyecek zaman bıraksalar...
Tutturmuştu işte. Güneş çıkıverecek, kendini gösteriverecek olsa, diye... Oysa, hep bildikleri şeydi. Güneşin çıkması yağmurun durması, bulutların açılması demekti; doğdukları günden bu yana bildikleri gökyüzünün değişmesi, şemsiyelerin kapanması, kurutma odalarının kullanılmaması, daha kötüsü, umutla umut kırıklığının içlerinde baş göstermesi demekti. Taşların, duvarların, kiremitlerin kuruyup parıltılarını yitirmesi, dumanların yeşilliğin üzerine inecek yerde göğe ağması demekti. Olacak şey miydi bütün bunlar?Bu tedirgin edici takınağı, saplantısı olmasa, adamın arkadaşları, tanıdıkları, ona daha bir yakınlık gösterirlerdi ya, şimdi söyleyecek o "yarın sabah..." sözlerini, birazdan söyleyecek, diye keyifleri kaçardı
Adam evine gelir, yıkanır, dişini fırçalar, yatağına yatardı; kitap okurdu, cıgara içerdi. Uyuya kalırdı sonra.
Ama o alışılagelmiş bozumsu kurşun rengi, ya da kurşunumsu bozumsu renk, ışık olup, odasına dolup, sabahın eriştiğini kendisine haber verince...
Kendini tutamaz, çılgınlık olduğunu bile bile, yatağından kalkar, pencereye gelir, yağmurdan çizik çizik olmuş camın ardından gökyüzüne bakar.
Dışarıdan bakan birinin dalgalı dalgalı göreceği yüzünde, merak izi bile bulamayacağı, umut izi bile sezemeyeceği yüzünde, salt gözleri canlıdır sanki adamın. Gökyüzüne bakar. Bugün belki güneş açmıştır diye, çıkacaktır diye. Bugün olmazsa yarını var bunun, daha öbür günü var. Ama pencerenin önüne geldiğinde, kesinlikle bildiği şu oluyor: Güneş bugün de çıkmayacak, görünmeyecektir...
Oysa, daha yatağındayken, ışığın değiştiğinin farkına varmadıkça, pencereye gittiğinde güneşi görebileceğini nasıl aklına getirir bu adam? Daha önce de söyledik. Tuhaflıkları, gariplikleri var bu kişiceğizin... Umudu yüzüne bile çıkarmadan, biraz da alıkça, gönlünde besleyip duruyor...
Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yay.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.
Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.