30 Mayıs 2010

Kayıp madenciler için

Kömür

Yine bir kömür
kütürdedi sobada
kayıp bir madencinin
kalbi rastgeldi

atıverdi sıcak odada

Sunay Akın

26 Mayıs 2010

TDK ne yapıyor?

Türk Dil Kurumu'nun yıllardır Türkçe'ye başka dillerden geçmiş birtakım sözcüklere "öztürkçe" karşılıklar bulma çabası içinde olduğunu pek çok kimse bilir. Kurumun bu çabası her zaman tartışma konusu da olmuştur. Üstelik farklı çevrelerde. Benim fikrimce eleştirenler, eleştirilerini farklı mecralara taşımadıkları sürece çoğu zaman haklılar. Şunu da belirtmek gerekir; eleştirenler "dille bir işi olanlar." Yazarlar, okurlar... Eleştirilerin odak noktasına gelince; TDK kimi zaman yabancı sözcüklere yerinde öneriler getirirken, kimi zaman da olur olmaz karşılıklar öne sürüyor. Bazen öyle şeyler "üretiliyor ki" kalakalıyorsunuz olduğunuz yerde.

TDK'nın internet üzerinde, abone olanlara her gün iki söz gönderdiği bir e-mail listesi var. Ben de birkaç yıldan beridir bu listeye üyeyim. Hergün mail adreslerine iki kelime gönderiliyor. Biri Türkçe bir sözcüğün sözlük anlamı, diğeri ise yabancı kökenli bir sözcüğe öztürkçe karşılık. Dediğim gibi, bazen akla mantığa uygun karşılıklar geliyor bazen de yapay olduğu her tarafından belli karşılıklar. Kimi zaman da tutup tutmayacağını kestiremediğiniz ama pek şık duran karşılıklar çıkıyor. Mesela bir iki yıl önce first lady için başbayan karşılığı önerilmişti. Gayet yerinde bir öneri gibi gelmişti bana, hala da öyle. Zapping içinse geç geç önerilmişti bir ara. Doğrusu olabildiğince yapay bir söz. Kanallararası gidip gelme dense daha iyi bana kalırsa.

Bu yazıyı yazmamın sebebi de yine TDK'nın bir önerisi. Tam olarak ne zaman olduğunu hatırlamıyorum ama iki üç yıl önceydi, haute-couture için hasmakas'ı önermişlerdi. Çok hoşuma gitmişti. Tutabilirdi de. Zaten yazılışı da Türkçe değil bu kelimenin. Geçen hafta Kurumun gönderdiği mailde, yerine karşılık önerilen yabancı söz yine haute-couture'dü. Ne var ki bu kez farklı bir karşılık öneriliyor: Özel dikiş.

İki paragraf yorum yazdım ama geri almaya karar verdim. Yorumsuz.

2 Mayıs 2010

Ölümle yaşam arasında

Blog arkadaşlarımızdan Buğdaytanesi'nin birkaç ay önce kaybettiği annesi üzerine geçenlerde yazdığı yazı doğrusu çok duygusaldı. Okuyunca bir taraftan ölümün aslında sanıldığı/göründüğü kadar soğuk ya da korkunç bir şey olmadığını düşündüm, bir taraftan da gerçeklerden kaçınmanın imkansızlığını bir kez daha fark ettim. Ama en çok da çaresizliğin insanı ne denli kötü bir duruma soktuğunu düşündüm.

Yazıyı okuyunca bu konuda okuduklarım, izlediklerim de hatırıma geldi. Zeki Demirkubuz'un, Albert Camus'nün Yabancı'sından esinlenerek çektiği Yazgı filminin kahramanı, beraber yaşadığı annesi ölünce hiçbir tepki göstermeden öylece kalakalıyordu. Ölüm karşısındaki şaşkınlıktan değil, bilakis kayıtsızlıktan. Ölüm geldiğinde yapabilecek hiçbir şeyin olmadığını gösteren önemli bir örnek.

Usta Sait Faik'in Semaver'indeki ölüm, deyim yerindeyse klasikleşti artık. Kahramanımız ancak annesi öldüğü zaman yüzleşiyor o acı/tatlı gerçekle. Sabah uyandığında annesini ölmüş buluyor. Ne acı... Acı ama sanıldığı gibi korkunç değil. "... Sonra ölüye baktı. Hiç de korkunç değildi." Galiba yaşam neyse, ölüm de o. Gece ile gündüz gibi...

Mehmet Çerezcioğlu'nun kızı Burçak 16 yaşında lösemiden ölünce, onun günlüklerini derleyerek hazırladığı Mavi Saçlı Kız'da geçen şu sözler de fazlasıyla hüzün verici:

Sabahları 
hasta uyanmanı istiyorum
Hastaysan eğer,
yaşıyorsun demektir.


Kim en yakınlarından birinin sabahları hasta uyanmasını ister? Bir baba düşünün, her gece kızının hayatta kalıp kalmayacağı tedirginliğiyle (belki çaresizliğiyle demek daha doğru) yatıyor, sabah uyandığında hasta yatağında yaşadığını görünce içi sevinçle doluyor.

Çaresizlik, tüm dehşet vericiliğiyle elini kolunu bağladığında insanın... asıl o zaman korkunçlaşır herbirşey. Korkuç olan ölüm değil a doslar, çaresizlik.
Sayfa başına git