26 Ağustos 2011

Tozkoparan

Okuyalı daha bir iki yıl oldu sanıyordum ama altı yılı bile geçmiş. Zaman nasıl geçiyor. Norveçli yazar Thorvald Steen'in Tozkoparan adlı romanını Marmaris'te D&R'da bakınırken görmüştüm. Kapaktaki, Bir Selahaddin Eyyubi Romanı yazısını görmesem, ne yalan söyleyeyim, dikkatimi çekmeyecekti. Steen'in adını da ilk kez duyuyordum zaten. O zaman iki solukta okuduğum bu romanı, önceki gün Edgü'nün Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı'sını bitirir bitirmez, ne okusam diye düşünürken, hazır eskiden okuduklarımı tekrar okuma hevesi uyanmışken, Tozkoparan'ı bir kez daha okuyayım, diyerek elime aldım ve bu kez tek bir solukta okudum.

Olağanüstü akıcılıkta yazılan romanı, Norveççe aslından çeviren usta çevirmen Deniz Canefe'nin bir o kadar enfes çevirisiyle okumak insanın ağzında lezzetli bir tat bırakıyor.

25 Ağustos 2011

İkisi gitti biri kaldı, nedir?

Merak kediyi öldürdü, derler. Vallahi ben kefilim, zavallı kedinin suçu günahı yok. Bir şeyi merak etmeye gör, sen de ölürsün ey ademoğlu. Bendeniz uzun süredir iki bitkiyle bir böceğin adlarını merak eder dururdum. Nihayet ikisinin adını öğrenebildim, biriyse hâlâ merak konusu.


via
via
Canlı ve solgun halini gördüğünüz bu çiçek hayatımda tanıdığım ilk çiçeklerden biridir. Zira her bahar köyümüzün meraları, kırları, bağ bahçeleri bunlarla dolup taşardı. Ne var ki üç ay öncesine kadar bile adını bilmiyordum. Kürtçede de bunların adını doğru bilen pek kimse yok galiba, öyle ki kısaca ew kulîlkên zer (o sarı çiçekler) der geçeriz. Karahindiba'yı elbet duymuştum, gelgelelim kırk yıl düşünsem bu sarı çiçeğin kara-hindiba olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Buz Devri'ni çoğunluk izlemiştir. Yanlış hatırlamıyorsam mamut, kaç zamandır bir karahindibaya hasret olduğundan dem vuruyordu. Sahi niye kara?

Bir kaç ay önce askerdeyken, baharla beraber ortalık yine bunlarla dolup taşmışken Erzurumlu Yakup'a bunların adının ne olduğunu sormuştum. O da mayıs çiçeği demişti. Salladı mı yoksa Erzurum yöresinde sahiden de bu adla mı anılıyor, bilemedim. Askerden geldikten birkaç gün sonra Mehmet dayımla pikniğe gittiydik Van Kalesine. Orada görünce hemen sordum dayıma. Vay anasını, karahindiba dedikleri buymuş!

Bir de bizim yörede bolca bulunan, yine çocukluğumdan beri tanıdığım, su kenarlarında yetişen, suya ziyadesiyle ihtiyaç duyan aşağıdaki otsu bitkinin de adını geçen yıla kadar bilmiyordum. İlginç olan, birçok kez bilebileceğini tahmin ettiğim kimselere de sormuştum ama onlardan da bir maaleseften başka cevap alamamıştım. Yine Mehmet dayım yetişti imdadıma. Kitaplığındaki bir Şifalı Bitkiler kitabında gösterdi. Bizim Kürtçede suh (söh okunur) dediğimiz bu bitkinin adı melek otu'ymuş. 






Son olarak, şu resmini gördüğünüz, bahar böceği dediğimiz hayvancağızın adını ise daha öğrenebilmiş değilim. (Edit - 17.08.2014: sonunda öğrendim).







22 Ağustos 2011

Eylülün Gölgesinde

2006, 2008, 2011. Üçüncü kez okudum Ferit Edgü'nün Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı romanını. Hemingway'i bitirdikten sonra ne okusam, diye kitaplığa bakınırken, tam da eylülün gölgesindeki bir yaz gününde bir daha okumanın yerinde olacağına karar vererek elime aldım bu romanı.

Ferit Edgü
Yanılmıyorsam, romanın bizzat adında, eğer eylülün gölgesinde zaman geçiriyorsanız, sizi kendine çeken bir şey var zaten. "Al da oku, bundan daha iyi bir zaman mı bekleyeceksin, bu kitabı okumak için," der gibi. Ama sadece bu da değil, romanın kahramanı Çakır'ın öyküsü de bana epey "tanıdık" geldiğinden olacak, tekrar okuyorum bu romanı galiba. Çakır, bir at bakıcısı. Kimi kimsesi yok. Ne ana tanımış ne baba. Ahırda, atlarla beraber yaşıyor. Onun öyküsünü okuyunca her seferinde çocukluğumdaki benzerlerini anımsıyorum. Çocukken çok kereler, özellikle yaz tatillerinde dedemlerin köyüne giderdim. Oradaki çobanların, uşakların gündelik hayatı onunki kadar acıklı olmasa da Çakır'ınkine epey benzerdi. Ahırlar, onların başlıca yaşam alanıydı sanki. Hayvanlarla da pek içli dışlıydılar, Çakır'ın atlarıyla içli dışlı olduğu gibi. Kim bilir, belki de gözümün önündeki bu resimler Çakır'ın öyküsünün kafamdaki karşılıkları olduğu için Ferit Edgü'nün bu romanını bizzat yaşamışım hissiyle okumama neden oluyordur.

İki öykü anlatılıyor kitapta. Birincisinin başkahramanı Çakır. Gerçek hayatta herhangi bir figüranken, romanda baş kahraman oluvermiş. Herhalde böylesi bir garip, ancak bir roman ya da öyküde baş kahraman olabilir. İkinci öyküde ise Çakır, bir iki defa görünen yan karakterlerden biri.

Hani bazen duyarız ya, edebiyat asıl sıradan insanı, sıradan hayatı konu edindi mi gerçek anlamda edebiyattır, diye. Usta bir yazarın kaleminden sıradan, kıyıda köşede kalmış, çoğu zaman farkına bile varılmayacak insanların, pek o kadar sıradan hayatı ancak bu kadar iyi anlatılabilir.

14 Ağustos 2011

"Bağyan" değil, kadın

Kendilerine Bayan Olmayan Kadınlar adını veren bir grup, internette Bayan Değil Kadın adlı bir kampanya düzenliyor. Geçen yıl rast gelmiştim. Bir de siteleri var. "Sizi bilemeyiz ama biz bu işten gerçekten çok baydık!" diyorlar. Yani kadınlara, bayan denmesinden.

Ben bu "kadınların", enerjilerini neden daha farklı kampanyalar yerine böyle bir işte harcadıklarını doğrusu anlamadım. Ne bileyim, kadınlar söz konusu oldu mu bir çok konuda farkındalık yaratmak için çalışabilirler değil mi? Kadın hakları konusu örneğin. Ya da ülkemizdeki, kadına şiddet olgusu hepimizin malumu. Hal böyleyken neden "daha az basit" bir meseleyi bu kadar büyütüyorlar ki (!).

Türkiye, bilindiği gibi 80'lerin başlarından itibaren sadece ekonomide serbest piyasaya geçmekle kalmadı, birçok alanda başka geçişimler/değişimler de yaşadı. Bu tarihlerde insanlarımız önüne geçilemez bir modernleşme tutkusuyla yanıp kavrulmaya başladı. Ben o zamanlar henüz yeni doğmuş bir çocuktum, olup bitenlere canlı tanık olmadım, okuyup kavramakla yetiniyorum sadece. Fakat bizzat yaşayanlar için epey ilginç bir dönem olduğu kesin. Özellikle 80'lerin İstanbul'unun sosyologlar için bulunmaz bir nimet olduğunu bilmek için profesör olmaya gerek yok.

İşte bu tarihlerdedir ki yeni yeni sınıflar türemeye başladı toplumumuzda. Kıroyum ama para bende sınıfı bilhassa laboratuar ortamında bir vakıa olarak incelenmeli. Tahminimce moderen ve kibar birer şehir insanı olmak için birbiriyle yarışan toplumumuzun seksenler insanı, artık adına Homo "sexenicus" turchica mı dersiniz, moderenleşip kibarlaşmaya konuşmasını düzelterek başladığı için, gayet doğal bir sonuç olarak kadın gibi demode bir kelimeyi terk ederek bağyan kelimesine sarıldı sıkı sıkıya. Bu kelime kuşkusuz daha önce de vardı ama yaygınlaşmaya başlaması bu tarihlerdedir. Okuyup, izlediklerime dayanarak ben bu sonuca varıyorum.

Şimdi 2011 yılında, toplumumuzun neredeyse tamamı moderenleşmişken (!) bu kelimenin tek bir kampanyayla kullanımdan kaldırılabileceğini hiç sanmıyorum. Söz konusu kampanyayı başlatmış olan kadınlarımıza naçizane bir tavsiyem olsun bu da.

Asıl bayan sizsiniz "bay"ım!
Bayan kelimesi geçmişken aklıma geldi, Türk Dil Kurumu first lady için başbayan'ı önerdiydi. Haberleri var mı acaba kampanya düzenleyicilerinin? Bence bir an önce bir dilekçeyle başvurup bu önerinin değiştirilmesini talep etmeliler. Bu noktada ben de TDK'ye bir öneride bulunmak istiyorum. Devlet büyüklerinin karılarına başbayan demeye ne hacet, dilimizde kadın efendi gibi kadim bir söz var.

Bu arada, hep Hollywood filmlerinde görürüz ya, Amerikan erkekleri birbirlerine "Bayım" diye hitap eder de neden kadınları "Bayanım" demez, onu da merak ettim bak şimdi.

Bir de bayan olmayan kadınlar'ın İngilizceye nasıl çevrileceğini merak ederek Google Translator'a danıştım. Yanıt şöyle: female non-pregnant women. "Hamile olmayan dişiler". Seni haylaz translator seni!

12 Ağustos 2011

Derdest Çağrışım - (I)

Bugünden itibaren blogda Derdest Çağrışım adlı bir köşe açıyorum. İnternette dolaşırken gördüklerim o kadar çok şey çağrıştırıyorlar ki, hiç olmazsa blogda paylaşayım bir kısmını, dedim. O zaman belki başka şeyler de çağrıştırırlar, kim bilir?

by Gerald Larocque

Ölümsüzlük iksirini ararken ne buldu?

Aşağı yukarı aynı zamanlarda, [MS. 950-1000 civarları] Çinli bir mucit, bal, kükürt ve güherçileyi karıştırıp bu karışımı ısıtmıştı. Sonsuza kadar yaşamayı sağlayacak bir iksir arıyordu, oysa tam tersi bir etkisi olan bir şey bulmuştu. Ondan sonrakiler bal yerine odunkömürü kullandılar. Maalesef, ortaya çıkan barutu, tarihçilerin iddia ettikleri gibi, yalnızca çatapat için değil, el bombası ve mayın yapmak için de kullandılar. 
James C. Davis, İnsanın Hikâyesi, Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz

10 Ağustos 2011

Açlık

Ay takviminden en çok cemaziyelevvel'i severim. Sebebi şurada. Fakat ramazana girdik ya, aklıma birkaç yıl önce okuduğum Kafka'nın Açlık Cambazı geldi. Bu vesileyle bir kez daha okuyasım tuttu, çıkardım okudum. Enfes bir öyküdür.

Siz hiç açlığı meslek edinmiş birini duydunuz mu? Adam, adı üstünde açlık cambazı, düpedüz meslek olarak benimsemiş açlığı. Marangozluk, öğretmenlik, terzilik... gibi açlığı kendine meslek bilmiş. Hem de öyle böyle değil, namusu, şerefiyle yürütmek istiyor işini. Hayattaki en büyük amacı mesleğinin hakkını vermek.

via
"... çünkü bu işin içindekiler açlık cambazının açlık süresinde zorla bile olsa ağzına bir tek lokma koymayacağını bilirlerdi; mesleğinin onuru böyle bir şeyi yasaklardı." Sirklerde, panayırlarda vs. kaplanlarınkine benzer bir kafese kapatılmak suretiyle, günlerce; yirmi, otuz, kırk gün boyunca aç kalma esasına dayanıyor açlık cambazının mesleği. İnsanlar da gelip seyrediyorlar onu. Kimileri kafesinin yanına kuruluyor, gece gündüz merak içinde bakıp duruyorlar. Fakat bazen de hiç meraklı çıkmıyor, insanlar yanından geçerken dönüp bakmıyorlar bile, çocuklar dahi. İşte öylesi zamanlarda bir kederlenmedir alıyor açlık cambazını. Can evinden vuruluyor. Aç kalmak mı? Hiç ama hiç sorun değil onun için. Fakat işte insanların bu ilgisizliği yok mu yiyip bitiriyor onu.

İlginç olan, günlerce aç kalmanın onun için işten bile olmaması. Gel gelelim, bir insan illa fizyolojik olarak mı acıkır? Açlık dediğin şey midenin boşalıp guruldaması mıdır sade? Peki ya ruhumuz? Ruhumuz hiç acıkmıyor mu acaba? 


"Belki de kendisini yiyip bitiren şey açlık değil, kendi kendine tatmin olmamasıydı. Sadece o bilirdi açlığın ne kadar kolay olduğunu. Bu dünyanın en kolay şeyiydi. Bunu saklamıyordu, ama insanlar da kendisine inanmıyorlardı; çok çok bu itirafını alçakgönüllülüğüne veriyorlardı."


Öykünün sonu da pek bir acıklı:
"Çünkü elimde değil, aç kalmak zorundayım ben."
"Ne adamsın sen!" dedi müfettiş, "nedenmiş o?"
(...)
"Çünkü sevdiğim yemekleri bulamadım, inanın bana, bulmuş olsaydım hiç direnmez, ben de sizler gibi karnımı tıka basa doldururdum."

Bu öyküyü okuyunca düşünüp duruyorum; insan, özellikle günümüz insanı fizyolojik açlığın çok çok ötesinde nasıl da ruhsal açlık çekiyor değil mi? Somalili çocukların açlığını hepimiz ne de güzel açıklayabiliyoruz. Peki ya metropollerde, yeni çıkan iPhone'u herkesten önce alabilmek için sabahlara kadar kaldırımlarda bekleşen binlerce insanın çektiği açlığı nasıl açıklayacağız?

8 Ağustos 2011

Elif Şafak ile Telif Şafak arasında gidip gelen bir edebiyat ortamı

Ülkemizin Kültür-Sanat Haritası: 
Ülkemizde okuryazarlık oranı: %100
Kişi başına yıllık okunan kitap sayısı: 40 (Japonya 25)
Kütüphane sayısı (okul kütüphaneleri hariç): 8207
En az bir kütüphaneye üye olan kişi sayısı: 65.000.000
En büyük kütüphanedeki toplam kitap sayısı: 149.842.703 (Library of Congress 147.093.357) 
En küçük kütüphanedeki kitap sayısı: 3.214.668
Müze sayısı: 172
Ulusal sanat galerisi sayısı: 93
Bir yılda düzenlenen kitap fuarı sayısı: 20
Diğer yıllık kültürel ve sanatsal etkinliklerin sayısı (üniversiteler dahil): 15.471

İşte böyle bir ülkenin, adı lazım değil bir yazarının, geçen gün yeni bir kitabı yayımlandı. Yayımlanır yayımlanmaz da edebiyat çevrelerince bir "eleştiri" bombardımanıdır başladı. Sıradan okurların "eleştirilerini" saymıyoruz bile.

Mesele ne ki? Efendim mesele şu: Yazarımız Zadie Smith adlı bir İngiliz Hanımefendisinin kitabından aşırma yapmış. Aşırma deyip geçmeyin. Bilenler bilir, Doğu Anadolu taraflarında aşırma bir halay türüdür. Bilhassa kızlar oynadı mı seyrine doyum olmaz. Ellerin omuzlardan arkaya doğru aşırılıp aşırılıp tekrar öne getirilmesi esasına dayanır...

Bendeniz okur olmak isteyen bir edebiyat okuyucusuyum. Söylemekten imtina ederim, yedi-sekiz yıl kadardır da başta Varlık, kitap-lık, Notos olmak üzere edebiyat çevrelerini izlemeye pek hevesliyim. Edebiyat üzerine sayısız web sitesi, blog da cabası. Ben de ne saftım eskiden! Yazarlık makamını kutsal bilirdim. Yazarlık son duraktı. Bir kimse yazar olmuşsa onun için ötesi yoktu. Nereden bilirdim "sürüyle" b.ktan yazarın da olabileceğini. Hele hele günümüzde eline kalemi alan ben yazarım diye ortaya çıkıyor anasını satayım. Yazar'sın yazmasına da ne yazar'sın? Türkçe'de author/writer ayrımı olaydı görürdük yazar mıydın yazmaz mıydın? Okurları da ahmak sayma bu arada, her şeyi açık seçik görüyorlar.

Efendim sadede gelelim. Mevzubahis yazarımızın yeni kitabı gelmeden önce reklamları geldi. Reklamlarla birlikte de "eleştiri" tozları geldi ufaktan ufaktan. Bir de birkaç gün önce kitabın kendisi geldi ki sormayın. Saldırı başladı. Sanırsın Amerika İran'a saldırdı.

Ben de oturmuş, başım ellerimin arasında kara kara düşünüyorum: Neden saldırıyorlar ki kadıncağıza? Ne var bu kadar hırçınlaşacak?

Ben böyle meraklanadururken, birçok kimse de pusuya yatmış nereden vuralım, diye bekliyordu. Birden bir intihal lafıdır aldı yürüdü. Haydi bakalım. "Ben zaten tee ne zaman demiştim bu kadının yazdıklarında iş yok diye." "Evet evet, ben de dem vurmuştum zaten kumaşının kıymetinden."

İyi güzel. Tutalım Smith'ten esinlenerek yazdı bu kitabı. Hatta bırak esini esrayı, diyelim ki çaldı bu kitabı. Evet çaldı. Hırsızlığın bu kadar meşru olduğu bir toplumda bu tepkilerin ölçüsü biraz aşırıya kaçmıyor mu acaba? Bir kitabı beğenmezsin olur biter. Bu bir tarafa, önceki kitapları üzerinden neden bu kadar eleştiriliyordu peki?

Ama dur bir dakika, sakın işin içinde kıskançlık neyim olmasın? Ne bileyim, sonuçta bu vatandaşın kitapları peynir ekmek gibi satıyor. Ama yok yok, kıskançlık olamaz. Olamaz, zira ülkemizde zaten her "yazar" çok satıyor. En kıytırık roman elli bin satıyor. Yok canım, kıskançlık olamaz.

5 Ağustos 2011

Sevdiğinin peşinden giden kız

En beğendiğim filmlerden biri. Bir Tony Gatlif klasiği. Sevdiği adam uğruna Fransalardan kalkıp Transilvanyalara kadar giden, ne çare ki umduğunu da bulamayan bir çingene kızın öyküsü. Transylvania. Mutlaka izlenmeli.

3 Ağustos 2011

Çivisi Çıkmış Dünya

Tam da bu aralar Amin Maalouf'un Çivisi Çıkmış Dünya kitabını bir yerlerden bulup okumayı planlarken Derya Sazak'ın yazısına rastladım:
‘Afrika Boynuzu’ adı verilen Etiyopya, Somali, Eritre ve Cibuti’de son 60 yılın en yakıcı kuraklığı 12 milyon insanın yaşamını tehdit ederken, ‘refah toplumu’ Norveç’te 91 kişinin öldüğü saldırılar, ‘çivisi çıkmış bir dünya’ gerçeğini gözler önüne seriyor.Bir yanda kişi başına 40-50 bin dolar yaşam düzeyine sahip gelişmiş bir ülkeyi kana bulayan muhafazakâr-ırkçı saldırganlık. Gaddarlık. Öte yanda açlık ve susuzluk nedeniyle mülteci kamplarında çocuk ölümlerine yol açan kayıtsızlık. Çaresizlik.BM Gıda ve Tarım Örgütü insanlığın büyük trajedisi karşısında Afrika Boynuzu için 620 milyon dolarlık yardım çağrısında bulundu. Yunanistan’ı iflastan kurtarmak için sağlanan destek 159 milyar euro.
...

1 Ağustos 2011

Gençlerin ölümüyle yaşlıların ölümü

Gençlerin başına ölümün gelmesi tabiata aykırı bir şeydir. İşte bunun için gençlerin ölmesi bana, harlı bir ateşin bol suyla söndürülmesi gibi gelir; ihtiyarların ölümü ise, geçmiş bir ateşin hiçbir tesirle değil de, kendiliğinden sönmesi gibidir. Nasıl elmalar hamken çekilip koparılır, iyice olgunlaşınca düşerlerse, öylece gençlerin canını bir kuvvet çeker alır da, ihtiyarlar olgunluktan ölür. Bu olgunluk bana öyle tatlı geliyor ki ölüme yaklaştıkça, uzun bir deniz yolculuğundan sonra karayı görür gibi oluyor, nihayet limana varacağımı sanıyorum. 
Cicero, İhtiyarlık.
Sayfa başına git