31 Ekim 2015

Frédéric L.'nin adı ve ölümü

Hakiki Frédéric L. kimdir? Hiç öğrenemeyeceğimiz bir mesele daha. Hakkında tek bildiğimiz, adının katili tarafından yaşatıldığı. Adamın biri günün birinde Frédéric L.'yi öldürmüş, sonra da onun adıyla yaşamaya başlamıştır. Üstelik başka cinayetler de işlemiştir. Neden başka bir maktulünün değil de Frédéric L.'nin adını almıştır acaba? Bilmiyorum. Kimse de bilmiyor. Talihsiz Frédéric L.! 

(Pek çok kimse adlarla şeylerin özdeş oldukları yanılgısı içindedir. Halbuki öyle değildir. Nice şeyler vardır ki, kendisi gider, adı kalır bu dünyada. Ve elbette nice insanlar da vardır öyle. Bazıları talihlidir öylelerinin. Fakat bazılarıysa talihsiz. İşte, kadersiz Frédéric L. de onlardan biri. Kendisi öldürülmüşken, üstelik de cinayetle öldürülmüşken, adı yeryüzünde cinayetler işleyerek yaşamayı sürdürmektedir. Ne büyük talihsizlik! İşin belki en trajik yanı da şu ki, katil, Frédéric L.'yi gizliden öldürdüğü gibi, onun adıyla işlediği cinayetleri de gizliden işlemektedir.)

30 Ekim 2015

Zırzoplar, kedi köpekler vesaire

Bugün farkına vardım ki, ben zırzop kelimesinin anlamını bilmiyorum. Bir zamanlar sanki daha çok duyardık, ne oldu da artık duyulmaz oldu acaba, diye merak ettim. Açıp baktım haliyle, "Aklına eseni yapan (kimse), şımarık, delişmen," demiş sözlük. Bazı sözlüklerde zirzop diye de geçiyor. Zırzopların sayısında eskilere göre azalma olmuş olacağını hiç de sanmıyorum. Demek ki onlar için yeni kelimeler bulunmuş. Ben böyle bir yorum yaptım. Halbuki hiç de fena kelime değil zırzop, bana sorarsanız hiç eskitilmeden yıllarca kullanılabilir. Başkasını bilmem, ben kendim bundan böyle zırzop'u daha çok kullanmaya dikkat edeceğim.
***
Üst katta oturan bir amca var. Küçük bir süs köpeği var bu amcanın. Ne olduysa, birden aklıma geliverdi, köpeğin adını biliyoruz ama amcanın adını bilmiyoruz. Tuhaf mı ki? Günümüz dünyasında hiç de değil aslında. Bazen eve gelince, bahçe kapısından girer girmez pencerede uslu uslu otururken görüyorum köpeği. Bilmeyen biri intihar etmek için oraya çıktı sanır. Halbuki o epeyce alışkın. Deyiş yerindeyse, orası onun penceresi. Canının olabildiğince sıkıldığına eminim. Acaba amcanın mı canı daha çok sıkılıyor yoksa köpeğin mi? Nereden bilebilirim. Herkesin kendi derdine gark olduğu bir zamandan söz ediyoruz.
***
Bir de kedi var. Kapı komşumuzun kedisi. Adını bilmiyorum. Onun durumu köpeğe göre biraz iyi. Hatta ne birazı, epey iyi. Çünkü bu kedi, bazen sahibi sabah evden çıkınca onunla birlikte çıkıyor, akşama kadar da bahçede, koridorda, orada burada takılıyor. Dolgun bir kedi. İyi besleniyor belli ki. Zaten yaptığı bir iş de yok, yiyip içip oturuyor. İşte bu kedi beni tanıyor. Çoğu kez beni sokakta gördüğünde hangi binaya gireceğimi bildiği için önümden yürüyor, kapıya varıp bekliyor, ben gelip kapıyı açınca da içeriye giriyor. Ya koridorda bir yere ilişiyor ya da sahibinin kapısının önünde oturup onu beklemeye koyuluyor. Benim gelecekte bir gün kedilerin insan besleyeceğine yönelik samimi inancım git gide pekişiyor. 

Eğer hakikaten de günün birinde kediler kendilerini böyle bir modaya kaptırırlarsa belki o zaman köpekler de, "Bizim kedilerden eksik neyimiz var," diyerek insan beslemeye kalkışırlar. Olur mu olur. Acaba o zaman köpeklerin arasından birileri kalkıp, "Siz insan evlatları binlerce yıl boyunca bize kuyruk sallattınız, şimdi biraz da siz bize kuyruk sallayın," der mi? Böyle bir durumda hiç kuşku yok ki o zamanın insanları kuyrukları olmadığı için kendilerini çok şanslı sayacaklardır. Tıpkı bugünkü bazıları gibi her bir şeye önden atılmayı marifet sayan birileri, "Ama bizim kuyruğumuz yok ki," diye atılır hemen belki. Nereden bilebiliriz?
***
Ahmet Kaya'nın Dosta Düşmana Karşı albümü 1998'de çıktığında bir hafta boyunca durmadan dinlemiştim. İşte o albümdeki Fosso Necdat şarkısında da geçiyor zırzop. Sözlerini Yusuf Hayaloğlu yazmış. Güzel yazmış Allah için. Ahmet Kaya da güzel söylemiş. O zamanlar telefon melefon yoktu tabii, bir arkadaşımın Walkman'ini ödünç almıştım. Hey gidi günler! O Walkman'ler de neydi öyle, ikide bir pilleri bitiyordu.
***
İki yıl önceki ortaokul öğrencilerimden biri geçen gün Facebook'ta şöyle yazmış:
Güneşin doğduğu da bir gerçek battığı da... Kalbimin attığı da bir gerçek, günün bittiği de... Ne çıkar tüm gerçekleri saysak tek tek. Seni seviyorum, işte o en büyük gerçek...
Okur okumaz altındaki "Beğen" düğmesine tıkladım. Sahiden de beğendim. Epey de sempatik bir öğrenciydi.
***
© Ilko Allexandroff

29 Ekim 2015

Lişboğa

Lişboğa başlı başına bir ülkedir,
benim hiç gitmediğim bir ülke.
Rüyamda görmüşlüğüm de yoktur hiç,
gelgelelim, uyanıkken düşünü kurarım ne zaman dilersem.
Lişboğa portakal kokulu bir ülkedir,
orada portakalın kabuğundan kayık yapar bazı çocuklar,
bazısı da denize armağan etmiştir uçurtmasını.
Kadınlarının deniz koktuğu bir ülkedir Lişboğa,
geceleri mehtaplı yakamozlu bir ülke.
Perdelerin pencere hasretiyle yanıp tutuştuğu
camları hep açık bir ülkedir Lişboğa.

26 Ekim 2015

Doğmamış bir tayın nalı

(...) Delikanlılardan biri yanına geldi. 
"Beyamca, şu senin kapının üstündeki nalı da bana satar mısın?" dedi. "Benim kamyonun dikiz aynasının altına çok yakışacak." 
Peygamber şaşırdı. 
"Ne aynası? Ne nalı?" diye sordu.
"Senin sokak kapısının üstündeki nal." 
"Benim sokak kapısının üstünde nal mal yok, hiçbir zaman da olmadı," dedi Peygamber. 
"Olmaz olur mu, beyamca! Gel göstereyim istersen." 
Peygamber, göğsünde United States / Outsiders yazılı renk renk pijaması, delikanlıyla birlikte kapının önüne çıktı, iyiden iyiye kararmış pervazın üstünde, paslanmış, onunla bütünleşmiş olmasına karşın, doğmamış bir tayın nalını düşündüren, küçücük bir nal gördü. Hem şaşırdı, hem duygulandı: ta çocukluğundan beri hiç ayrımına varmamıştı bu nalın, ama, şimdi, ayrımına vardıktan sonra, güzel buldu, bir bakıma baba evinin anlamını oluşturuyormuş gibi bir duygu uyandı içinde; ancak çoktan tarihe karışmış olması gereken bir kenter [burjuva] değerini simgelediği, karşısında içlenmesininse benliğinde bir kenterlik tortusunun varlığına tanıklık ettiğini düşünmekte gecikmedi. Büyük bir adım atmak üzere olduğu şu anda, gözü yaşlı duygusallıklardan uzak durması gerekirdi. 
"Al, senin olsun!" dedi.
Tahsin Yücel, Peygamberin Son Beş Günü.

25 Ekim 2015

Bir güz günü

Köşedeki kantine tıkılmış çocuklar. Bulutlu, koyu bir hava. Soğuk da. Buralara alışkın bir köpek. Hayır, sokak köpeği denemez ona; nicedir bu bahçede yaşıyor. Arkadaşları görünmüyor. Sinmişlerdir bir yerlere. O da öyle yapacak birazdan, besbelli. Kediler de ortalıkta yok. Bahçedeki masaların üzerine sabahtan çiselemiş bir yağmur. Çocuklar içeride, bakışları dışarıda; ancak böyle sığıyorlar o ufarak yere. Hayat da gene ilginç bir trene benziyor elbette.

23 Ekim 2015

Mermerden Bir Kadının Gülüşü

Mermerden bir heykel. Mermerden bir kadın ya da. Bir yağmurlu günde. Bir güz gününde hem de. Delirmiş olmalı. Donmuş bakışları ve donmuş bedeni ve donmuş ruhuyla uzağa bakıyor hep. Bu yağmur üzerine düşüyor bu mermerden kadının. Bu yağmurun suyu başından eteğine süzülüyor. Mermerden eteği ıslanıyor. Belki bacakları da üşüyor. Halbuki umursamazca gülüyor kadın. Delirmiş olmalı. Gelgelelim kimsecikler görmüyor. Ne delirişini, ne mermerden gülüşünü.

Sonb...

The image: © Halina P.

18 Ekim 2015

Hiç tanımasaydım

Bazı insanları hiç tanımamış olmayı dilerdim. Neylersin ki bazen dilemek yetmiyor. Hele hele sonradan dilemek. Zaten bir şey sonradan dilenir mi ki? Olan olmuşsa dilemek neye yarar? Şöyle olmasaydı da böyle olsaydı... Keşke dediğimiz şey bu işte. Geleceğe yönelik arzularımızı dile getirmekte çok belirgin bir kelime bilmiyorum ben, varsa da bilmiyorum. Fakat şu keşke'ye baksanıza, geçmişe yönelik arzularımızı ne de güzel anlatıyor. Öyle sanıyorum ki dünyanın bütün dillerinde var bu keşke'nin karşılığı. Eğer bir yerde insan varsa, keşke de vardır büyük olasılıkla. 

Henüz başlamadan sözü dağıttım, farkındayım. Bazı insanları diyordum, keşke hiç tanımasaydım. Herhalde herkesin hayatında, bir tane de olsa, böyle insan vardır. Fakat benim durumum biraz tuhaf. Çünkü söz konusu insanları hiç tanımamış olmayı dilememi gerektirecek elle tutulur bir durum yok ortada. Filancayı hiç tanımasaydım, dediğimde, neden, diye sorulsa verecek somut bir yanıtım yok. Mesela, filancanın şöyle kötü bir karakteri var, diye sunabileceğim bir örnek yok. O halde bu neden böyle? Neden ben bazı insanları hiç tanımamış olmayı diliyorum?

Burada kendiliğinden ortaya çıkan soru şu: Acaba bu durum benden mi kaynaklı, tanımamış olmayı dilediğim insanlardan mı? Buna oturaklı bir yanıt bulabilmiş de değilim henüz. Fakat benden kaynaklı değilmiş gibi geliyor. Şöyle: Aynı zaman zarfında, aynı yerde ve aynı koşullarda tanıdığım iki ya da daha çok insanın tamamı için böyle düşünmüyorum. Diyelim üç yıl önce aynı anda, üstelik de bir arada tanıdığım iki insandan biriyle tanıştığıma bugün memnunken bir diğeriyle, işte dediğim gibi, hiç tanışmamış olmayı diliyorum. Neden acaba? 

Hiç tanımamış olmayı dilediğim insanlardan nefret etmiyorum, bunun farkındayım, zira nefret etmemi gerektirecek bir şey yok. Nefret ettiğimiz insanlarla ilgili durum biraz daha başka. Hepimizin hayatında vardır böyleleri, ve değişmez kuraldır, nefret ettiklerimizden ama öyle ama böyle, ya bir kötülük görmüşüzdür, ya da görmeyi bekliyoruzdur. Kötülüğü ille bize yapmaları da gerekmez, başkalarına kötülük ettiği için nefret ettiklerimizin sayısı da az değildir. Ama ben burada nefret etmediğim halde, zaten bunu gerektirecek bir durum da olmadığı halde, bazı insanları hiç tanımamış olmayı neden istiyor olabilirim?

Geçenlerde bir "arkadaşım" aradı. Birkaç dakika konuştuk. Öyle çok konuştuğumuz da yok, yılda belki bir defa. Bir yandan konuşurken bir yandan da, bir an önce bitse bu konuşma, diye geçirip duruyordum içimden. İşte o "arkadaşım" da bu bahsettiklerimden biri: Keşke hiç tanımamış olsaydım. Evet, ister istemez tırnak içine aldım "arkadaşım"ı, çünkü, madem arkadaşın, neden hakkında böyle düşünüyorsun, diye sorulabilir. Bilmiyorum. Bugüne kadar aramızda ne bir dargınlık oldu ne bir şey. O halde? Aslına bakarsanız, hem bu arkadaşım hem de diğer bazıları için bazen aklıma cevap gibi bir şeyler geliyor. Ama gelenler sahiden de cevap mı değil mi, emin olamıyorum.

Facebook arkadaş listemde de var böyleleri. Hem de çok. Böyle insanların çoğuyla zorunlu arkadaş olduğumu da unutmadan söylemeliyim. Öyle ya, bazı insanlarla mecburen arkadaşlık ederiz. Ne bileyim, aynı sınıfta okuyoruzdur, aynı yerde çalışıyoruzdur filan. Bu bağlamda şöyle bir parantez de açılmalı, arkadaşlık denen mefhumun kendisiyle sözlük anlamı arasında galiba bazılarının sandığı gibi yalnızca bugün değil, geçmişte de bir ayrım vardı. Hep de olacak. Arkadaşla "gerçek arkadaş" ayrımı yapanların sayısı az değil. Hatta, "gerçek arkadaş"lığı dost kelimesiyle vurgulayanların da sayısı az değil. Buradan da anlaşılıyor, bir şeyin gerçeğine vurgu yapıldı mı o şeyin bir de sahtesi olduğu düşünülüyordur. Eğer bugün arkadaşlığın bir sahtesi, bir de gerçeği söz konusuysa geçmişte de böyle olmuş olması kuvvetle muhtemeldir bence. Bundan ötürü de, pek çok meselede olduğu gibi, bu meselede de bugünü suçlamak haksızlık olur.

Fakat hâlâ dişe dokunur bir şey söylemiş değilim. Ben bazı insanları hiç tanımamış olmayı niçin diliyor olabilirim? Tanımışsan tanımışsın işte, olanla ölmüşe çare yok, denebilir. Gayet tabii, denebilir. Hem, onlarla arkadaşlığını sonlandırmak çok mu zor, diye de sorulabilir. Değil. Kaldı ki, ben böyleleriyle "gerçek arkadaş" da değilim. Deyiş yerindeyse, arkadaşlığımız kâğıt üzerinde. Bir de Facebook üzerinde tabii. Ama gene de, keşke falancayı, filancayı hiç tanımasaydım, diyorum. Mesele de bu zaten. Neden acaba?

Bazen Facebook arkadaş listemi şöyle bir tarayıp böylelerini toptan silmeyi düşünüyorum. Sonra nedense bunu yapmayıp olduğu gibi bırakıyorum.

Öyle görünüyor ki, hiçbir şey söylemeden bitireceğim bu yazıyı da. Yani diyorum ki, bazı insanları keşke hiç tanımamış olsaydım. Unutmamalıyız, ne kadar az insan, o kadar az dert.

17 Ekim 2015

Ben kimim?

Gördüğü rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamayan biri miyim,
yoksa beni görenin etkisinden bir türlü kurtulamayan bir rüya mıyım?

14 Ekim 2015

Hayali Yugoslavya

Durup dururken Yugoslavya geliyor aklıma. Hayali bir Yugoslavya'da yaşıyor hissediyorum kendimi. Fakat kim olduğuma emin olamıyorum. Bir Sloven ya da bir Makedon olmadığımı kesin olarak biliyorum. Fakat bir Hırvat mıyım, bir Boşnak mıyım, yoksa bir Kosovak mıyım, hiç bilmiyorum. Yugoslavya'nın piştiği tencerede Sırp kokusu git gide ağır basıyor. Bastıkça da o yemekten iğreniyorum. Halbuki parmak yedirtici olmasa bile hiç de fena bir yemek değil(di) Yugoslavya. 

Anlatabildim mi ki?

9 Ekim 2015

Sorunlar sorunlar...

Evde iki büyük sorun var uzun zamandır. Biri demlik, öbürü çaydanlıkla alakalı. Demliği yapan nasıl yapmışsa, çay koymak için biraz eğdin mi kapağın altından akmaya başlıyor hemen. İçinde emziğin ağzını tutan bir süzgeç var, acaba ondan mı kaynaklanıyor diye düşünmedim değil, ne var ki süzgeci çıkarıp denemeyi düşündümse de neme lazım deyip geçtim. Biliyorum çünkü, o süzgeç zor takılıyor, bir çıktı mıydı işin yok uğraş da tak. Velhasıl her çay koyuşumda, gelecek sefer yavaşça, eğmeden koyacağım ki dökülmesin, diyorum kendi kendime ama bir şey değişmiyor, her seferinde dökülüyor. Özellikle de çay yeni yapılmışken dolu olduğunda. Bunlar büyük sorunlar tabii, küçümsememek lazım. Bazı sorunları küçümserken diğer bazılarını gözünde büyütmesi, insanlığın günümüzdeki temel sorunlarından biridir.

Bir diğer sorunum kalemlerimle ilgili. Adına pis bir huy mu dersiniz artık, bazı konularda dediğim dedikçiyim. Örneğin kalemler konusunda. Her kalemle yazamıyorum. Genel adı pilot olan şu yağlı kalemleri kullanıyorum çoğunlukla. Tükenmez kullanmayı ise bildiğin terk ettim gitti. En son ne zaman bir tükenmez kalem bitirdiğimi bile hatırlamıyorum. Siz buna bir tür "yedirememe" bile diyebilirsiniz. Vallahi, şakam yok. Her kalemle yazmayı kendime yediremiyorum. Manyak mıyım neyim. Bazen düşününce kendimi tuhaf buluyorum, ulan bu ne iştir, diyorum ama kendime bir cevap da veremiyorum. Nasıl desem, yazacağım şey her ne olursa olsun, "ölçütlerime uyan bir kalem" olmadı mı yazasım gelmiyor. İçimden gelmiyor bildiğin. Markete alışverişe gideceğimde alacaklarımın listesini yaparken bile masanın üstünde, hemen önümde tükenmez bir kalem varsa onu almıyorum da ille çantamdan güzel kalemlerinden birini çıkarıp onunla yazıyorum mesela. Şimdi, kalemlerimle ilgili bir sorun dedim ama kalemlerin kendisini sorun olarak gördüğüm yok. Ben daha çok bu huyumun bir sorun olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini düşünüyorum. 

Kalem demişken, el yazımla ilgili de bir sorunum var. Ama dur yahu, demliği anlattım da çaydanlığı unutmuşum, önce onu anlatayım. Çaydanlığın sorunu da şu ki, içinden çıkan buhar duvara vuruyor, duvar ıslanıyor. Çaydanlığın emziğin sağına düşen tarafında bir delik var, şayet emzik duvara dönükse buhar oradan çıkıyor zaten, yok duvara değil de sola dönükse bu sefer delik duvara rastlıyor. E, başka türlü de koyamıyorum, çünkü elimle kolum 360 derece dönmüyor. Buharın duvarı ıslatması doğrusu pek de dert değil, neticede fayans, bir peçeteyle hallolacak bir mesele, ancak ocağın hemen üstünde elektrik düğmesi var, bazen onu da ıslatıyor. Bugüne kadar herhangi bir sorun yaşandı mı, diye sorarsanız, yok yaşanmadı. Ama yaşanmadı diye bu sorunu tutup yabana atacak değilim, sorun sorundur. Hem, dedim ya, insanlığın temel yanılgılarından biri büyük sorunları küçümsemesidir bugün. Siz siz olun, sorunlarınızı önemseyin. Ele alın. Çözemiyorsanız bile üzerlerinde düşünün.

El yazım diyordum, o da bir sorun oldu çıktı. Önceleri çok beğeniyordum yazımı, mesela iki ay öncesine kadar, fakat şimdi bakıyorum ki o eski el yazımdan eser yok. Acaba ruh halim yazıma mı yansıyor, diye düşündüm dün. Hani derler ya, el yazısından karakter analizi yapılabiliyor cart curt, ee, karakter analizi yapılabiliyorsa ruh analizi niye yapılamasın? Şu halde, bu sıralar hiç de iyi bir ruh halim olmadığı sonucu çıkıyor ortaya. Ama ya ruh halimle ilgili değilse? O zaman sorunun kaynağı başka yerde. Başka yerde de, nerede?   

Bir başka sorun, izlediğim filmler hakkında blogda yazı yazmamam. Öteden beri film izlerim. Sinemayı sever, elden geldiğince de takip etmeye çalışırım ayıptır söylemesi. İzlediğim filmleri de yıl yıl listelerim. Eskiden yarım yamalak yapardım bunu ama son dört yıldır arada unutup atladığım bir-iki tanesi hariç ne izlediysem listelemişim. Mesela bu yılın geride bıraktığımız dokuz ayı itibariyle kırk dört film izlemişim. Bu da ay başına 4,8 film ediyor. Aşağı yukarı haftada bir film izlemişim anlayacağınız. Gelgelelim bu yıl yalnızca bir sinema yazısı yazmış, onda da dört filmden söz etmişim. Acaba filmler üzerine konuşmayı mı sevmiyorum? Bilmiyorum. Doğrusunu isterseniz, yeni bir sorun değil bu, beş yıl önce de böyleydi, on yıl önce de; izlediğim filmlerin çok azı üzerine bir şeyler yazardım. Bu sorunu, film izlerken elimde kalem-kâğıt, not almakla atlatabileceğimi düşünüyorum ama o da zor geliyor. Sinemada izlerken koltuğa iyice kurulup kendini filme veriyorsun, efendime söyleyeyim, zaten ortalık da karanlık, nasıl not alacaksın? Evde izlerken de kanepeye yayılıyorsun, işin yok ikide birde kaleme uzan, deftere uzan da not al. Velhasıl bu da henüz çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Ama en azından üzerinde duruyorum, çözmeye uğraşıyorum, görüyorsunuz. Ha bu arada, geçen ay bir film izlemiştik, iki-üç gün sonra hakkında bir şeyler yazmaya başlamıştım da yarım kalmıştı, geçen gün bir daha eğildim üstüne, biraz daha yazdım fakat henüz tamamlanmadı. En kısa sürede tamamlayıp yayımlayacağım. (İnşallah yani.)

Hafızamla ilgili de bir sorunum var. Son zamanlarda çok oluyor, aklıma durup dururken bir şarkının/türkünün müziği geliyor, üstelik de hep sevdiğim bir parçanın müziği geliyor, gelgelelim hatırlayamıyorum hangisi olduğunu. Geçenlerde bir yerdeydim –işe bak, neredeydim, onu bile hatırlayamıyorum– enstrümantal bir müzik çalındı. Çok sevdiğim, bugüne dek belki kırk kez dinlediğim bir müzikti. İnanır mısınız, on-on iki dakika kafa yordum da çıkaramadım ne olduğunu. Ve işte görüyorsunuz, şimdi de o an nerede olduğumu hatırlamıyorum. Sudoku, kakuro filan çözmeyeli de epey zaman oldu. Birkaç tane çözsem mi ne yapsam?

Bir de zaman çok çabuk geçiyor. En büyük sorunum bu. En sona da bundan ötürü bıraktım. Bu sorun karşısında ötekiler sorun olmaktan çıkıyor. İşin kötüsü, bu sorunun üzerine henüz eğilmiş değilim, zira çözmeye nereden başlayacağıma bir türlü karar veremiyorum. Ama enseyi karartmamak gerek, bakarsın bir gün bunu da çözmek için uğraşmaya koyuldum, belli mi olur.

7 Ekim 2015

Normal

"Normal dediğin, bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Örümcek için normal olan sinek için kaostur."

5 Ekim 2015

Çingene marşı

Celem Celem. Çingene marşı. Dünyanın dört bir köşesine savrulmuş Çingenelerin marşı. Bir halka ait olup da millî olmayan belki de tek marştır bu. Çünkü tüm millî şeyler sevimsiz bir sınırın içine hapsetmişlerdir kendilerini.


Barselona Çingene Klezmer Orkestrası


Esma Recepova

3 Ekim 2015

Kış

Eğer ben bir kış olsaydım sen bir ne olmak isterdin? Böyle sordu Benjamin.

1 Ekim 2015

Takvimler de eskir

Kaşla göz arası yedinci ayı da bitirip sekizinci aya ayak basmışız. Helal olsun bize yani, hızımıza yetişilmiyor. Bize ne hafta dayanıyor ne ay ne de yıl. Şunun şurasında iki bin on altıya ne kalmış. Yarın öbür gün yağmur da yağmaya kalkar. Aha buraya yazıyorum.

İki bin on altı dedim de aklıma geldi (zaten aklım da bir şeyler gelsin diye bahaneler arayıp duruyor), bereket versin ki bu milat dedikleri şey var, yoksa halimiz nice olurdu. Milat olmayaydı kim bilir şimdi kaç yılındaydık. Belki on bin yılında. Kuvvetle muhtemeldir ki o zaman kendimizi çok yaşlı hissederdik. Vay be, derdi kimilerimiz, bunca yıldır yaşıyoruz ha! İşte bunlar hep takvim lobisinin işleri. 

Dünyamız zaten akla hayale sığmayacak kadar yaşlı. Bizim Homo sapiens kabilesinin yaşınınsa elli bin yıl olduğu söyleniyor. Eğer o zaman bir atamız çıkıp da bir takvim yapsaydı ve o da hasbelkader günümüze kadar kullanıla gelseydi şu an yapraklarına bakıp da mesela kırk dokuz bin bilmem kaç yılı olduğunu görüp ne sıkılıyorduk, düşünsenize. Vakti zamanında Gregoryus denen bir vatandaş çıkmış da şu an kullandığımız takvimi üretmiş. Üretmiş de bizi büyük belalardan kurtarmış. Yoksa dediğim gibi, şu an belki elli bin yılındaydık. Gregoryus'un hem ilkokul hem de ortaokul numarası tesadüfen on üçmüş, bundan ötürü de kendisine On Üçüncü Gregoryus lakabı takılmış. Gregoryus yeni takvimi üretmiş üretmesine de biz tam dört yüz otuz üç yıldır kullanıyoruz da tüketmek bilmiyoruz. Kafanız karışabilir burada. Nasıl yani, diyebilirsiniz, takvim şu an iki bin on beşi gösteriyor, dört yüz otuz üç de nereden çıktı? Efendim, Gregoryus takvimini bin beş yüz seksen ikide, yani dört yüz otuz üç yıl önce piyasaya sürmüş. Başlangıç tarihi olarak da İsa'nın doğumunu seçmiş. Neden? Çünkü onu çok seviyormuş. Çakala bak, sen İsa'nınkini seçeceğine kendi doğum tarihini seçsene be adam. Şayet seçseydi, bin beş yüz ikide doğduğuna göre şu an beş yüz on üç yılında olurduk.

Diyorum ki, halihazırda kullandığımız bu Gregoryen takvimin pabucunun dama atılma zamanı geldi de geçiyor. Ne bu böyle... İki bin on beş yıl mı olur kardeşim? İnsan evladı mısınız siz? Ben diyorum, şöyle taptaze bir takvim yapalım. Elleyebildiğimiz kadar da elleyelim. Demek istediğim, bazı coğrafi olgulara bağlı olup doğal olarak belirlenen sürelere filan zaten dokunamayız ama gerisini dilediğimiz gibi tasarlayabiliriz. Misal, yılın süresini değiştiremeyiz, gene üç yüz altmış beş gün olarak kalacak, zira Dünya Güneş'in etrafındaki turunu yuvarlak olarak bu sürede tamamlar. Bir günün süresini de değiştiremeyiz, zira Dünya kendi ekseni etrafındaki turunu da yuvarlak olarak yirmi dört saatte tamamlar. Fakat mesela yedi günlük haftaları kaldırsak kim ne der? Ha bir de saatlerin süresini niçin değiştirmeyelim? Saatin, dakikanın, saniyenin süreleriyle oynasak ne olur? Bence hiçbir şey olmaz. Bir günün süresini değiştiremezsek bile saatin süresini değiştirebiliriz. Denemesi bedava yani.

Her neyse, geçelim bunları. Epey kafa karıştırıcı oldu zaten. Kendi kafamı bile karıştırdım. Ama bu konular üzerinde duracağım daha. Bu burada kalmayacak. Söylemeyi unuttum, Gregoryus'un takvimini yaparken okulun müdürü Culyus Sezer'den kopya çektiği söyleniyor. Nasıl çekmiş, niçin çekmiş, ne olup bitmiş ben de anlamadım yani.
Sayfa başına git