29 Haziran 2014

Şanssızlık ve avuntu üzerine bir öykü

Avunan İki Kişi 
Büyük düşünür Citophile, üzgün ve üzülmekte de çok haklı olan bir kadına bir gün şöyle dedi: "Bayan, ulu VI. Henry'nin kızı olan İngiltere Kraliçesi de sizin kadar mutsuzdu: Onu ülkesinden kovdular; okyanusta yakalandığı fırtınada ölümün kıyısına geldi; kocasının giyotinde can verdiğini gördü." Kadın, "Onun için çok üzüldüm," diyerek kendi bahtsızlığı için ağlamaya koyuldu. 
"Ama," dedi Citophile, "bir de Marie Stuart'ı anımsasanıza; basla bariton arası çok güzel bir sesi olan namuslu bir müzisyene fena halde tutulmuştu. Kocası, müzisyeni gözlerinin önünde öldürdü; sonra da, kızoğlankız olduğunu söyleyen, dostu ve akrabası Kraliçe Elisabeth kendisini on sekiz yıl hapis tuttuktan sonra boynunu vurdurdu. Kadın, "Bu çok gaddarca," diye yanıtladı ve yine kendi dertlerini kara kara düşünmeye daldı. 
"Belki de, yakalanıp boğazlanan Napolili güzel Jeanne'dan söz edildiğini duymuşsunuzdur," dedi avutucu. "Belli belirsiz anımsıyorum," dedi dertli kadın. 
"Bir gün akşam yemeğinden sonra tahtından indirilen ve ıssız bir adada ölen, bizim zamanımızdan bir kadın hükümdarın serüvenini size anlatmalıyım," diye ilave etti öteki. "Bu öyküyü baştan sona biliyorum," dedi kadın.  
"Pekâlâ, kendisine felsefe öğrettiğim bir başka ulu prensesin başına gelenleri anlatacağım size. Tüm büyük ve güzel prensesler gibi, onun da bir âşığı vardı. Odasına giren babası, yüzünü ateş basmış, gözleri kızıl yakutlar gibi ateş saçan âşığı yakaladı; prensesin de heyecanı yüzünden okunuyordu. Genç adamın yüzü babanın hiç hoşuna gitmedi ve eyalette o zamana kadar hiç kimsenin yemediği kadar şiddetli bir tokat yapıştırdı delikanlının yüzüne. Âşık, maşayı kaptığı gibi kayınpederinin kafasını kırdı; yara güç de olsa iyileşti, ama izi hâlâ duruyor. Aklını yitireyazan prenses pencereden aşağı atlayıp ayağını sakatladı; boyunun posunun yerinde olmasına karşın, topalladığı bugün bile belli oluyor. Âşık, ulu bir prensin kafasını kırmaktan ölüm cezasına çarptırıldı. Âşığını asmaya götürürlerken, prensesin içinde bulunduğu ruh halini bir düşünün. Hapisteyken, uzun süre onu gördüm; bana bahtsızlıklarının dışında bir şey anlatmadı." Kadın, "Peki o zaman, neden benim kendi bahtsızlıklarımı düşünmemi istemiyorsunuz?" diye sordu. "Çünkü, bunları düşünmemek gerekir," dedi düşünür, "bunca yüce kadın bu kadar bahtsız olduktan sonra, umutsuzluğa düşmek size yakışmıyor. Bir Hekabe'yi düşünün, bir Niobe'yi düşünün." Kadın, "Ah," dedi, "ben onların ya da o güzel prenseslerin zamanında yaşamış olsaydım ve avutmak için siz de onlara benim bahtsızlıklarımı anlatsaydınız, sanıyor musunuz ki, sizi dinlerlerdi?" 
Ertesi gün, düşünür, biricik oğlunu yitirdi, duyduğu acıdan öleyazdı. Kadın çocuklarını yitiren bütün kralların bir listesini hazırlatarak düşünüre götürdü. Düşünür, okuyup çok yerinde buldu, ama daha az da ağlamadı hani. Üç ay sonra görüştüklerinde, birbirlerini çok neşeli görmekten büyük bir şaşkınlık duydular. Zaman adına güzel bir heykel yaptırıp üzerine şöyle yazdırdılar: AVUTANA. 
Voltaire, Micromegas.
Çeviren: Hasan Fehmi Nemli, Dost Kitabevi Yay.

28 Haziran 2014

Gidiyorum gündüz gece

Bilgisayarımı İstanbul'a servise göndermiştim. Dün geldi. Gidişiyle gelişi bir hafta almadı. Bundan bir arkadaşıma söz edince –kendisi de İstanbul'da yaşıyor– şaşırdı kaldı, "Biz İstanbul'dayız, bu kadar hızlı halletiremiyoruz işimizi," diye serzenişte bulunuyordu. Ben de bunun normal olduğunu, çünkü hard diskin değiştirildiğini, bunun da çok uzun süre isteyen bir iş olmadığını söyledim.

Bilgisayarım eve gelir gelmez açtım. İçindeki bilgilerin bir kısmının maalesef kurtarılamayacağını telefonda söylemişlerdi zaten. O açıdan bir sürpriz olmadı da, Windows Vista yüklenmiş olduğunu görmek gerçekten sürpriz oldu. Neymiş efendim, bu bilgisayar alınırken Vista yüklüymüş. İyi de kardeşim, Windows Vista bilgisayar tarihinin gördüğü en berbat işletim sistemi. Bunu zaten Microsoft'un kendisi de kabul etmiş ve kısa bir süre sonra Windows 7'yi çıkarmıştı. Neyse işte, ne diye söyleniyorum ki.

Bilgisayarın İstanbul'dan kargoya verildiği gün mobil modem de bozuldu, iyi mi. Üstelik de hiçbir sorunu yokken. Durduğu yerde bozuldu. Eski bilgisayara bağlamıştım. Birden internet bağlantısı kesildi. Tertemiz,  en ufak bir sorunu olmayan alet bozuluverdi. Ne düşüneceğimi bile şaşırdım. Yahu, insan bile durduk yerde bozulmaz be! Ne bileyim, kafasına güneş geçer, yediği bir şey dokunur falan.

Son bir aydır pek çok şey ters gidiyor Arkadaşım bu durumun bana bir uyarı, hayatımı bugünden tezi yok değiştirmem için bir işaret olduğunu söyledi. Aklıma da yattı hani. Sahiden de son bir aydır neredeyse her şey ters gidiyor benim için. Düşündüm de, acaba daha büyük bir felaketin habercisi mi bunlar?

Kusura bakmayın kıymetli takipçilerim, sizin de başınızı böyle kişisel meselelerle ağrıtıyorum. Ama kişisel bir blog burası neticede, insanın bazen içini dökesi geliyor pek doğal olarak, hoş göreceğinizi umarım.

Şanssızlık üzerine yazılmış çok güzel bir kitap vardı, yedi-sekiz yıl önce bir kütüphanede rast gelmiştim, adını bir türlü hatırlayamıyorum. Kitabı okumuş değilim tabii, arka kapağını okuyup içini yoklamıştım, ona dayanarak çok iyi olduğunu söylüyorum. Öykü, roman filan değildi, akademik bir çalışmaydı sanki. Bakın işte, şanssızlık üzerine yazılmış olan kitabın adını bile hatırlayamamak: şanssızlığın daniskası. Geçen yıl iki ayrı zamanda bana ironi'nin anlamını sordular. İşte ironi tam da bu.

Bir okul fıkrası: Öğretmen öğrencisine, "Çocuğum, akıl dağıtılırken sen neredeydin?" diye sormuş. Öğrenci de, "Sizin yanınızda," diye cevaplamış. İroni deyince aklıma geldi, ne ilgisi varsa...

Voltaire'in çok sevdiğim bir kitabı var. Dönüp dönüp okuyorum. Fantastik hikâyeler anlatıyor. Şanssızlıktan bahseden güzel bir öykü de var içinde. Yarın alıntılayıp burada yayımlamaya karar verdim şuracıkta.

Loreena McKennitt teyzemi dinliyorum şu anda. Ortaçağ'dan kalma bir sesi var. Severim, yılda bir-iki kez dinlerim. İlk olarak, çok iyi hatırlıyorum, televizyonda bir reklamda duymuştum sesini. Rahat bir on beş yıl oluyor. Belki de yirmi. Tam on yıl önce de o sesin sahibinin kim olduğunu öğrendim. Coventry Carol adlı şarkısıydı reklamda fon olarak kullanılan. All Souls Night da güzeldir. Ama Loreena teyzemin şarkıları öyle her ortamda dinlenecek şarkılar değildir galiba. Nasıl desem, melankolik olduğunuz zamanlarda dinleyin.

27 Haziran 2014

Söylenen bunca söz kime aittir?

Adam was the only man who, when he said a good thing, knew that nobody had said it before him.*
—Mark Twain
*İyi bir şey söylediğinde, bunun daha önce kimse tarafından söylenmemiş olduğunu bilen yegâne insandı Adem.

26 Haziran 2014

Mörfi Amcanın Şapkası

Dün enfes bir pozla karşılaştım. Bir evin bahçesinde bir kedi ve yavrusu. Siyah-gri-beyaz renkli. Yavru, annesinin tıpatıp aynısı. Anne önde, yavru arkada oradan geçmekte olan bana bakıyorlardı. Günde belki bin kişinin gelip geçtiği o yoldan sanki hiç insan geçmiyormuş da ilk gördükleri benmişim gibi dikkat, merak, belki biraz korku, ve biraz da şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. Bakışları bile aynıydı. Başlarını hafifçe sağa çevirmişlerdi. Makinem yanımdaydı. Halbuki çoğu kez böyle güzel karelere rastladığımda makinem yanımda olmuyor. Gel gör ki, bir evin avlusundaydı kediler. Çekmek için yaklaşmam gerekiyordu, avlu kapısından içeri girmeliydim, ancak tanıdık bir yer değildi, yanlış anlaşılabilirdim. Bundan ötürü de çekemedim kedileri. Kaldı ki bir iki adım yaklaşsam büyük olasılıkla kaçacaklardı. Şansım yaver gitmedi anlayacağınız. Her şey bir yana, bakışları enfesti kedilerin.

Geçenlerde de köyde yılkı atlarına rastladım. Şanssızlığın da bu kadarı... O kadar güzel bir görüntüydü ki! Tam o anda makinenin şarjı bitsin, olacak iş mi?

Murphy kanunları kavramını duymuşsunuzdur. Kısaca belirtmek gerekirse, bir şey kolay kolay olmaz ama en olmaması gereken yerde ve zamanda olur. Başıma gelen bir örnek vereyim. Hava apaçık, güneşlidir ve en ufak bir esinti bile yoktur, bir yere oturur gazetemi açıp okumaya başlarım, ve işte o anda nereden geldiğini anlamadığım bir rüzgâr eser, gazeteyi okumama izin vermez. Ben de hep yaptığım gibi, Allah seni bildiği gibi yapsın Murphy, derim.

Fotoğrafını çekemediğim kedilerle atlar karşısındaki durumum da Murphy kanunları çerçevesine sokulabilir mi?

Fotoğraf dedim de, bir fotoğraf yayımlayacaktım bugün, ama bilgisayarım henüz tamirden dönmediği için yayımlayamıyorum. Daha sonra yayımlarım artık. Belki pazar günü.

25 Haziran 2014

Atlı bir anı

A. Amca bu yörenin en iyi atlarını yetiştirirdi. Bu işin ustasıydı. Herhalde kimsenin bilmediği yetenekleri vardı at yetiştirme konusunda. O yıl dedemler A. Amcadan bir at satın aldılar. Büyüklüğüne, ihtişamına bakınca öbür atlar onun yanında eşek gibi kalırlardı. Onu ilk gördüğüm zaman o ihtişamına ne kadar hayran kaldığımı hiç unutmam. Ayrıca ben de diğer çocuklar gibi ilkin korkmuştum ondan, yanına yanaşamamıştım. Evet, beş yaşında bile eyersiz, gemsiz ata binen ben bir attan korkmuştum. Bazı çocukların bu korkusu hep sürdü, hiç yanaşamadılar ona, neyse ki benim korkum fazla sürmedi, atları çok severdim, bir-iki gün sonra yanına yanaşıp dokunabiliyordum. Gel gör ki, ona bindim mi, binmedim mi, bir türlü hatırlayamıyorum. Bindiğimi anımsar gibi oluyorum ama öylesi bir ata binsem muhakkak hatırlardım diye de söyleniyorum. Umarım binmişimdir. 

At ahırda bağlı olduğu zaman ona sık sık ot ve su götürürdüm. Öylesi bir at çok fazla ot yer. Misal, bir kışı atlatması için en az yirmi koyunun yediği kadar yer. Sık sık onu besliyorduk. Amcam da hep beni tembih eder, ben evde yoksam ata göz kulak ol, derdi. Ben de severek yapardım bu işi.

Bazen elimde su dolu kovayla içeri girince suyu gördü mü hemen heyecanlanır, sabırsızlıkla başını bana doğru uzatırdı. İşte öylesi anlarda anlardım ki çok susamış. Önüne koyduğum kovayı son yudumuna değin içerdi. Sonra gider ona taze ot getirirdim. Ve o iştahla yerken ben de izlemeye koyulurdum. Otlar dişleri arasında çiğnenince çıkan sesleri dinlemek hoşuma gidiyordu. Düşünüyorum da, bir atı beslemek ne güzel bir şeydir, insanda ne dert bırakıyor ne keder.

Bir gün evin önünde oynarken ata bakasım gelmişti. Gidip ahırın penceresine tırmanıp bakmıştım. O da hemen beni fark etmiş ve yüzünü çevirip bana bakmıştı. Bakışları öyle korkutucu gelmişti ki, hemen inmiştim. Niye korktuğumu çıkaramamıştım ama. Bir yandan korkarken bir yandan da bir daha bakasım gelmişti. Bakmıştım da, ama yine korkup inmiştim. Her gün yanına gittiğim, besleyip suladığım attan neden korkuyordum? Galiba ona gizliden bakıyor olmaktı beni korkutan. Çünkü onun o bakışlarından öyle bir şeyler okunuyordu ki, sanki içeride bir at değil bir insan vardı. Aklından neler geçiyordu acaba o anda? Bilemeyecektim.

24 Haziran 2014

Göçebe

Bugün tesadüfen fark ettim, bloğun adını geçen yıl 25 Haziranda değiştirmişim. Şurada da bu değişikliği küçük bir partiyle kutlamıştım hatta. Yarın tam bir yıl olacak. Vay be, zaman ne çabuk geçiyor! Evet, zaman hızlı geçiyor, tamam anladık, ikide birde bunu dillendirmenin ne âlemi var? Bloğun önceki adı, tam olarak hatırlamasam da, beş yıl durmuştu. Bakalım bu ne kadar duracak? Şimdilik değiştirmeyi düşünmüyorum. Zira benim de –haşa, kendimi bir şey sandığımdan değil– düşüncelerim göçebedir. Kendim de göçebeyim ayıptır söylemesi. Bildiğiniz göçebelerden değil ama. Kendimi hiçbir yere ait, hiçbir yere bağlı hissetmek istemiyorum. Neylersin ki hayat senin isteyip istememen üzerine kurulu değil. En azından benim için böyle. Zaman sen ne yaparsan yap, ne edersen et geçip gidiyor. Uzun zamandır kendi memleketimde yaşıyorum mesela, çekip gitmek istiyorum artık, ama gidemiyorum bir türlü.
***
Yesterday, I've talked to my darling on the issue going. So where to go? Whenever and wherever the matter is going, there should be a place to go. But, as it is said above, this life doesn't let you do something you want to do. So what?
***
Zaman çabuk geçiyor, diyordum. Geçen gün yaylalara çıktık üç arkadaş. Kendi yaylamıza gidince iki çoban köpeği kovaladı bizi. Bizimle bir alıp veremedikleri yoktu, niyetleri bizi kendi yaylalarına yaklaştırmamaktı. Halbuki bu yayla en az onlar kadar benimdi de. Çocukluğumun neredeyse tüm yaz tatilleri burada geçti. O zamanlar buranın tüm köpekleri de tanıdıktı elbette. Oysaki zaman geçip gitmiş, benim zamanın değil artık. O çoban köpeklerinin de bundan haberi yoktu elbette. 

Geçen yıl da tam da bu vakitte yaylalara çıkmıştık yine. Aynı yere gitmiştik. Bir teyzenin evinin önünde durup soluklanmıştık. Gelin oturun, size bir çay yapayım, demişti ama biz durmamıştık, yolumuz vardı, daha zirveye çıkacaktık. Soğuk mu soğuk bir su içip yolumuza koyulmuştuk. İşte bu yıl da tıpatıp aynısı oldu. Yine aynı teyzenin çadırının önüne gittik. Yine gelip oturmamızı, çay içmemizi istedi, yine yolumuz uzun deyip teşekkür ettik. O sıra ben de dedim ki, "Hatırlıyor musun teyze, geçen yıl tam da bu vakit, biz yine buradan gelip geçmiş, sen yine aynı şeyleri söylemiştin bize, zaman ne çabuk geçiyor..." Değil mi? On yılın bile göz açıp kapayıncaya değin geçtiği yerde bir yılın lafı mı edilir?

23 Haziran 2014

Çarmıha Gerilmiş Bir Rüya

Geçen gün rüyamda kendimi terk edilmiş bir eski zaman şehrinde buldum. Şehrin kapısından girince ilk dikkatimi çeken şey ortalıkta hiç insan görünmüyor oluşuydu. Bu beni biraz şaşırttı haliyle, ama hava öylesine sıcaktı ki, herhalde böyle havalarda kimse dışarı çıkmıyor diye düşündüm. Ne var ki şehirde yürüdükçe bir tuhaflık olduğunu sezdim. Çünkü bir tane bile olsun insan görünmüyordu ortalıkta. Sokak sokak dolaştım, birinden öbürüne geçtim ama kimseyi bulamadım. Evlerin kapısına yanaştım, avlulara baktım, hatta pencereleri yokladım, yoktu kimse. Bunun üzerine kapıları çalmayı denedim. Çaldım da, ama açan olmadı. Birçoğunda denedim bunu, sonuç değişmedi. Hiçbir evde insan yoktu. Şehirde yaşam vardı halbuki. Tavuklar, eşekler, katırlar, dükkânlar, çeşmeler, yıkanıp serilmiş kıyafetler... Tuhaftı. İnsanları neredeydi bu şehrin? 

Uzunca bir süre dolaştım şehri. Oraya buraya seslendim, bağırıp çağırdım. Kimse yoktu. Şehir yenice terk edilmişti, belliydi. O halde durmanın bir anlamı yoktu, oradan ayrılmaya karar verdim. İşin ilginç yanı, oraya niçin gittiğimi de bilmiyordum. Şehrin iki kapısı vardı, Doğu Kapısı'ndan girmiştim, Batı Kapısı'ndan çıkmaya niyetlendim. Çıktım. Çıkar çıkmaz da denizi gördüm. Demek ki şehrin bu kapısı denize açılıyordu. Kıyıda bir liman vardı. Oraya doğru yürüdüm. Limanda da küçük bir meydan vardı, bir pazar yeri olabilirdi. Limana vardığımda oranın da bomboş, terk edilmiş olduğunu gördüm. Değil bir gemi, bir kayık bile yoktu. Denize baktım, ufukta da bir şey görünmüyordu. Bu şehrin insanları, sanki bu bunaltıcı sıcağa kapılıp havaya uçuşmuşlardı. 

Döndüm. Doğu Kapısı'ndan çıkacaktım, başka çarem yoktu. Tam limandan çıkıyordum ki sesler duydum. Durup kulak kabarttım. Evet, bir ses duyuyordum. Az sonra farkına vardım, şehir surlarının dibinden geliyordu ses. Oraya yöneldim hemen. Yaklaşınca, duyduğumun insan iniltisi olduğunu fark ettim. Hemen ardından da sesin sahibi çarptı gözüme. Dehşetle irkildim. Adamın biri çarmıha bağlanmış, yakıcı güneşin altında başı önüne eğilmiş, inleyip duruyor. 

Çarmıh direğinin altına vardığımda beni gördü. "Seni kim bu hale soktu?" diye sordum. Sorunun cevabı önemsizmişçesine başını sallamakla yetindi. "Benden korkma, her kimseler ben onlardan değilim," dedim bu kez. "Kimseden korkmuyorum," dedi. "Dayan," dedim ben de, "seni oradan indirmenin bir yolunu bulacağım." Ben bunu der demez heyecanlandı adam, sanki güneşin altında bitkin düşmüş olan kendisi değilmiş gibi, "Hayır, sakın bunu yapma," dedi. Çok şaşırdım. "Ne yani, kurtulmak istemiyor musun oradan?" diye sordum. "Hayır," dedi. Güneş çarpmasından ne dediğini bilmiyor diye düşündüm. Ama o, kafamın içini okumuşçasına, "Sakın," dedi, "sakın beni buradan indirmeye kalkma." "Evet ama neden?" diye üsteledim ben de. "Çünkü beni buradan indirirsen bir daha hiçbir zaman bu şansı bulamam," dedi. "Hangi şansı?" diye sordum. "Tanrının oğlu olma şansını," dedi. Sürdürdüm: "Şimdi sen orada durursan Tanrının oğlu mu olacaksın?" "Evet, tabii ki, Tanrının oğlu, bazılarına göreyse peygamber." "İyi ama, bu gidişle birkaç saate kalmaz ölüp gideceksin," dedim bu kez. "İyi ya işte, benim istediğim de tam olarak bu," dedi o da. "Söylesene, senin adın nedir?" diye sordum. "İsa," dedi.


Onu oradan kurtarabildim mi, kurtaramadım mı, ben de bilmiyorum. Rüyamın gerisini hatırlamıyorum. Sizce ne olmuştur?

20 Haziran 2014

Eğer

Makedonya Kralı II. Philip Büyük İskender'in babasıydı. Oğlu günün birinde dünyayı fethedecekti. Babasıysa kendi zamanında bütün Antik Yunan şehir devletlerini fethederek başlamıştı işe, ama bir tanesi hariç: Sparta. Philip, Yunan yarımadasının en güneyindeki bu kent devletini de kontrol altına almanın yolunu arıyordu. Sıkı bir askeri düzeni olan Sparta acımasız bir savaş kültürüne de sahipti. Philip, MÖ. 346'da Spartalılar'ı korkutmak için onlara bir mesaj gönderdi: "Beni fazla uğraştırmazsanız çok iyi edersiniz, aksi halde ordumu alıp topraklarınıza gelirim; tarlalarınızı mahveder, halkınızı kılıçtan geçirir, şehrinizi de yerle bir ederim." 

Spartalılar Makedonya kralına tek kelimelik bir cevap gönderdiler: "Eğer." 
Philip Sparta'yı fethetmeye hiçbir zaman cesaret edemedi.

Via

19 Haziran 2014

Şenlik

Ayın ışığı, ateşin sıcaklığı. 
Denize uzak, göğe yakın. 
Bir kartalın kanat çırpışı. 
Gecenin sesini dağıtıyorum. 
Her yer sessizlik.

18 Haziran 2014

Serçeler

Bir serçe gelip balkona kondu. Ekmek kırıntıları için gelmişti besbelli, ya kendisi yiyecek ya da yavrularına götürecekti. İncecik bacaklarına takıldı gözüm. Bir kibrit çöpünden bile daha inceydiler. Biraz daha kalın olsalardı ya, diye geçirdim içimden. Serçe konuşabilseydi elbette bu fikrimi ona da açardım. Bacaklarınız, derdim, Serçe Hanım, biraz daha kalın olabilirlerdi, siz ne dersiniz bu konuda? Ne var ki bunu söyleme imkânım yoktu. Söylesem bile bir karşılık alma imkânım yoktu. Aslında söylemeyi düşündüm de bunu, cevap gelmeyeceğini bile bile serçeye açabilirdim fikrimi, gelgelelim yalnız değildim, insanlar vardı yanımda, deli mi ne, diye düşünmeleri işten bile olmazdı; öyle ya, bir serçeyle konuşmaya kalkan birine deli denmez de ne denir? Halbuki bir serçeyle konuşmaktan daha mantıklı, daha doğal ne olabilir? Diyecekler ki, konuşmak karşılıklı yapılan bir eylemdir, serçeyle tek taraflı konuşmanın neresi mantıklı? Ben de diyeceğim ki, ömrümüz boyunca insanlarla konuşup duruyoruz da sanki hep karşılıklı mı konuşuyoruz? Milyonlarca insan birbirini anlamamaktan, anlaşılmamaktan yakınmıyor mu? Hal böyleyken ha bir serçeyle konuşmuşsun, ha bir insanla, bir farkı var mı? 
***
Dişi serçeyle erkek serçeyi birbirinden ayırt etmeyi çok küçükken annem öğretmişti bana. Güneşli bir günde avludaydık. Tellerin üstündeki serçeleri gösterip, “Bak, şu irice olanlar erkek, ayrıca göğüslerinde ve sırtlarında siyahlıklar var. Öbürleri ise dişi, hem siyah renkleri çok az, hem de biraz daha küçükler.” O gün annem bunu öğretmese belki hayatım boyunca dişi serçeleri erkeklerinden ayırt etmek aklımdan geçmeyecekti. Ve bence hayatımda sahip olduğum en değerli bilgilerden biri bu. Şaka değil, sahiden öyle.

Bilgi çağında yaşadığımız söyleniyor, bilgi toplumu söylentileri falan… Handiyse bilgi denizinde boğulacağız. Peki de, sahip olduğumuz bilgilerin hangisi değerli, hangisi değersiz? Ne kadarı gerekli ne kadarı gereksiz?

17 Haziran 2014

Başımda dolanıyor melanet kuşları

Sayın Bilgisayar,

Allah senin belanı vermesin, e mi? Bozulacak zaman mıydı? Tam da yaz gelmiş, yazılıp çizilecek onca şey var, ayrıca bir dünya dert tasa var, senin bozulacağın tuttu, olacak iş mi? Ben sana ne diyeyim şimdi? Hadi beni düşünmedin, bari şu bloğu düşünseydin be! Utan biraz, utan. Her şey bir yana, bende emanetsin, bana ait olsan ben bilirdim sana ne edeceğimi. Bak benim şu eski püskü bilgisayara, yedi yıldır yanımda, bir gün olsun gıkı çıkmadı, başı bile ağrımadı neredeyse. Bir de iyi bilgisayarsın sözde. Kalitelisin. Özelliklerine bakınca benim eski bilgisayar yanına bile yaklaşamıyor. Gene de bozulmadı bir gün olsun. Sadece yaşlandı. Ona rağmen bugün hâlâ acil durumlarda yardımıma koşabiliyor. Hayır, her şeyi anlıyorum da, senin bir dediğini iki mi ettik arkadaş? Gül gibi bakmadım mı sana? Her gün tozunu bile aldım be, daha ne yapayım? “Benim ne suçum var be kardeşim, bütün kabahat virüste,” dediğini duyar gibiyim. Evet, tabii, ona da bir çift sözüm var. 

 Sayın Virüs,

Allah senin belanı versin. Hem de doya doya. Seni kim ürettiyse Allah onun da bin belasını versin. Başka işi mi yok oturup virüs yazıyor. Tır çarpsın inşallah (ama tır şoförüne bir şey olmasın, hatanın sekizde sekizi kendisinde olsun), her iki eli kırılsın, bir daha ömrü billah klavyeye dokunamasın. Değil virüs, email bile yazamasın. Amiiiin! 

(Allahım, istediğin gibi bir kul olmadığımı biliyorum, dualarımı da zaten kabul etmiyorsun, ama hiç olmazsa bu beddualarımı kabul ediver.)

16 Haziran 2014

Kirpilerin Yaşamı

Nesife Nineye,
daha çok anlatması dileğiyle

Kirpi usul usul tırmandı asmaya. Tepesine ulaştığında kollarını açıp sarıldı. Ne olduğunu anlamadık. Bir insan bir insanı kucaklar gibi kucaklıyordu ağacı. Bir an geçti, ağaç sallanmaya başladı. Kirpinin ağırlığına dayanamadığından sallanıyor sandık. Sonra, kirpinin ağacı salladığının ayırdına vardık. Sahiden de ağacı sallıyordu kirpi. Böyle bir şeye tanık olmamıştık hiçbirimiz. O salladıkça üzümler yere düştü. Bir aralık dönüp yere baktı. Ardından biraz daha salladı. Bir daha yere baktı. Yeterlice üzüm düşmüştü yere, bunu gördü ve çıktığı gibi usul usul inmeye başladı. Ağzımız açık, izliyorduk biz de. 

Yere inince üzümleri yemeye başlayacağını düşündük. Oysa aklımızdan geçirmediğimiz bir şey yaptı. Ters döndü. Yere düşürdüğü üzümlerin üzerinde ağındı. Sonra kalktı. Üzümler dikenlerine batmıştı hep. Yola koyuldu. Bakışlarımız meraktan da öte bir şeylerle doluydu. İzlemeye koyulduk kirpiyi. Bahçe duvarının dibinden gitti. Ötede durdu. Bir an bekledi. Yaprak hışırtıları duyduk. O böyle dururken bu hışırtılar nereden geliyordu? Bunu merak etmeye fırsat kalmadan kirpinin yavruları göründü. Annelerinin yanına geldiler. O da hepimizi bir kez daha hayretler içinde bıraktı; nasıl yaptığını anlamadığımız bir biçimde üzümleri sırtından fırlattı yere birer birer. Yavruları yemeye koyuldular. 

Yaşamı güzelleştiren mücadelenin ta kendisi değil midir?

11 Haziran 2014

Bizden evvel

Herkesin ilgi alanına giren bir şeyler vardır. Herkes yapıp ettiği işle şöyle ya da böyle ilgilenmek zorundadır. Bana iki iğne gösterilip hangisinin hangisinden iyi olduğu sorulsa örneğin,  yadırgarım, iğnenin iyisi kötüsü mü olur, alt tarafı iğne işte, derim. Halbuki bir terzi için çok yerinde bir soru olur bu; elbette iyi iğne, kötü iğne vardır. Hatta öyle terziler vardır ki, hiç dokunmadan bir iğnenin iyi mi kötü mü olduğunu anlayabilirler.
***
Dikiş işlerini meslek edinenleri terzi diye adlandırırız. Şimdi çok az terzi kaldı, eskiden daha çoklarmış haliyle. Çokça terzi dükkânı varmış her şehirde. Her şey zamanla değişiyor tabii. Bazı meslekler ortadan kalkıyorken bazıları ortaya çıkıyor. Kim bilir eski devirlerde neler neler yapıyordu insanlar. Eminim mahiyetini öğrendiğimizde bize çok ilginç, belki komik gelecek meslekler vardır tarihin diplerinde. Günümüzde her köşe başında cep telefonu dükkânları var, ama elli yıl önce bir teki bile yoktu. İnsanların ihtiyaçları değiştikçe meslekler de değişiyor doğal olarak. Sadece meslekler de değil elbette, her bir şey değişiyor. Mesele hep gelip insanda düğümleniyor sonuç olarak. Ah insan ah, ben sana ne diyeyim şimdi...
***
İnsan dedim de, İnsanın Hikâyesi - Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz adlı bir kitap var. James C. Davis adlı bir amca yazmış, Barış Bıçakçı çevirmiş. Uygarlık tarihi konusunda tek geçerim. Eğer siz de benim gibi uygarlık tarihine meraklıysanız şiddetle öneririm, enfes bir kitaptır.
***
Pek çok insan var tarih sevmeyen. Bizzat tanıdığım böyle yüz kişi sayabilirim şuracıkta. Bir insan niye tarih sevmez? Herhalde meraksız olduğundan ötürü. Evet, sanırım en önemli nedeni bu. Senden önce kim vardı bu yeryüzünde, ne işle meşguldü, nasıl merak etmezsin arkadaş? 
***
Şu yalan dünyaya geldim geleli 
Tas tas içtim ağuları sağ iken 
Kahpe felek vermez benim muradım 
Viran oldum mor sümbüllü bağ iken 

Aradılar bir tenhada buldular 
Yaslandılar şıvgalarım kırdılar 
Yaz bahar ayında bir od verdiler 
Yandım gittim ala karlı dağ iken 

Farımaz da deli gönül farımaz 
Akar gözlerimin yaşı kurumaz 
Şimden geri benim hükmüm yürümez 
Azil oldum güzellere bey iken 

Karac'oğlan der ki bakın geline 
Ömrümün yarısı gitti talana 
Sual eylen bizden evvel gelene 
Kim var imiş biz burada yoğ iken

Karacaoğlan

Kendinize sorun bakalım, bu şiirde geçen şıvga, farımak kelimelerinin anlamını biliyor musunuz? Bilmiyorsanız, üzülerek söylüyorum, siz de tarihe ilgisiz birisiniz. Kendimi dışarıda tutmuyorum, şimdi değil ama bir zamanlar ben de öyleydim. Neden mi? Çünkü tarih diye bize o kadar yalanlar söylenmiş ki, ister istemez sıkılmışız ondan. Kayıtsız kalmışız. Edward H. Carr'ın ünlü Tarih Nedir? adlı kitabının başında bir alıntı vardır, Catherine Morland'a ait: "Böylesine can sıkıcı olması hep tuhafıma gidiyor, çünkü çoğu uydurulmuş olmalı." 
***
Karacaoğlan 17. Yüzyılda yaşamış bir halk ozanı. Adı üstünde, halktan biri. Kısacası, yaşadığı çağda herhangi biri. Diyar diyar dolaşıp şiir söylemiş. Yaptığı işi o kadar ciddiye almış, o kadar önemsemiş ki, adı tarihe yazılmış. Gerçek kahramanlar hep böyledir zaten. Değerleri, kahramanlıkları zamanla anlaşılır. Eğer bir yerde bir kimseye herkes kahraman diyorsa, kesin olarak emin olabilirsiniz ki o kimse kahraman filan değil, pespayenin biridir. Gerçekten böyledir. Hiç kimse kendi zamanında kahraman olamaz. Gerçek kahramanlık sonradan anlaşılır. Kendi zamanlarında gizli kalır kahramanlar. 
***
Profesörlük, günümüzde çok yüksek bir makam gibi duruyor, değil mi? Koskoca profesör olmuş adam, deyiverirler. O koskocalığa bakmamak lazım. Öyle profesörler gördüm ki nasıl profesör olduklarını uzunca zaman düşünüp durdum. Sözün kısası, bir boktan anlamayan insanlar bile bu ülkede profesör olabiliyorlar. Vahim olan bu değildir, asıl vahamet toplumun bu duruma gıkını çıkarmıyor oluşudur. 

Geçen gün de bir profesör bir doçenti öldürdü, biliyorsunuz. Demek ki neymiş, profesör olmak adam olmak anlamına gelmiyormuş. Hem profesör hem de doçent aynı kadına aşık olmuşlar, sonra ne olmuşsa profesör doçenti öldürmüş. Karısı da aynı üniversitede bir fakültenin dekanıymış. Kocası katil olunca o da ne yapsın, görevinden istifa etmiş. Gazetenin biri de "Bir erkek bir erkeği öldürdü, iki kadın işsiz kaldı," diyordu haklı olarak. 
***
Dikiş diyorduk... Terzi olmadığı halde dikiş işlerini dört dörtlük yapan insanlar da vardır. Çoğunlukla ev hanımlarıdır bunlar. Terziler gibi eskiden daha çoktu sayıları. Gün be gün azalıyor onlar da. Zaten her bir şey azalıyor gün geçtikçe. Çoğalan bir şeyler de yok mudur?
***
Dünyanın tüm toplumlarında erkeklere ve kadınlara atfedilen işler vardır. Mesela yemek yapmak bizim toplumda kadın işi olarak bellenmiştir. Bir dünya erkek var yemek yapan, binlerce erkek aşçı var, ama yine de yemek yapmak kimin işidir diye sordun mu çokluk insanlar kadınların işidir der. Dikiş nakış işleri de öyledir. Kadın işi olarak kabul görmüştür. Oysaki neredeyse tüm terziler erkektir. Öteden beri böyledir. İki yüz yıl, beş yüz yıl geriye gidin, hep böyle olduğunu görürsünüz. Siz hiç terzi bir kadın gördünüz mü? Tek başına bir terzi dükkânı açıp yıllar yılı çalıştıran bir kadın gördünüz mü? Göremezsiniz. Neden? Erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz da ondan. Ara sıra özeleştiri yapmak bünyeye iyi gelir. Bu toplumun temelinde iyi kötü pek çok şey vardır ama riyakârlık da yok değildir. Tarih boyunca işine geldi mi anam-bacım diye hürmet etmiş kadınlara, işine gelmedi mi de eve tıkamış, değersizleştirmiş. Mesele bu. 
***
Kalemler üzerine konuşacaktım. O yüzden herkesin ilgi alanına giren bir şeylerden dem vurdum. Bir örnek vereyim dedim, terzi-iğne geldi aklıma. Sonra konu konuyu çağrıştırdı, tarihten profesöre atladım. Alışkınım, pek çok kez olur böyle. Kalem diyordum, benim ilgi alanıma giren şeylerden biri kalemlerdir. Ama bugün kalsın artık, yazı biraz uzadı görüldüğü gibi, başka bir gün ayrı bir yazıda kalemlerden söz ederim.

10 Haziran 2014

Gan

Sanırım en eski takipçilerim dışında pek kimse bilmez, çünkü burada pek açık etmiyorum, ben aynı zamanda bir sözlük yazarıyım. Sık sık "eksantrik" sözlükler yazarım. Kaygan Sözlük bunlardan biri. İşte ondan birkaç örnek:

açılgan: Ha bire açılan, kapatıldıkça bir daha açılan şey. Mesela bozuk bir kapı.

asılgan: Her işe asılan kişi. Böyle kişiler önemli olsun önemsiz olsun, büyük olsun küçük olsun, uzun olsun kısa olsun, her işe sonuna kadar asılırlar.

kaçırgan: Çok istemesine rağmen hiçbir sırrı tutamayıp hemen ağzından kaçıran kişi. 

kapılgan: Duyduğu, öğrendiği her düşünceye, görüşe hemen kapılan kişi. Böylelerinin ömür boyu kendilerine ait bir düşüncesi olmadığı için en pespaye fikirlere bile hemen kapılıp onları sahiplenirler.

kasılgan: Sürekli kasılıp duran kişi. Böyleleri kasıla kasıla bir süre sonra çok şişmiş balon gibi yüksek sesle patlayıp giderler. 

kaşıngan: Gereğinden fazla kaşınan, ikide bir orasını burasını kaşıyan kişi. 

katılgan: Her bir boka katılan kişi. Bu tür insanlar kendinden büyüklerin, mesela amirlerinin, patronlarının her dediğine katılırlar. Öyle ki, bir zaman gelir kendilerine küfredilir, yine de katılıyorum derler.

kazılgan: Defineciler tarafından sürekli kazılan yer. Böyle yerlerde öteden beri define söylentileri olduğu için yıllar yılı kazılıp dururlar, delik deşik olurlar.

takılgan: Herkese takılan kişi. Bakarsınız bir süre mahallenin imamına takılır, dini bütün biri olup çıkarlar, gider bir süre de dolandırıcının birine takılıp insanları dolandırırlar. Kadınlara takılır feminist, erkeklere takılır maço olurlar. Bir tek kendilerine takılamazlar.

yapılgan: Her gün yapılan, yapıldıkça yapılan, bir daha yapılan, hiç bitmeyen iş. Örneğin yemek yapma, ev süpürme.

9 Haziran 2014

Bir Plak Gibi Dönüyor Gökte Mavilik

Bir plak gibi dönüyor gökte mavilik
Sesi aşağıda, çok aşağıda
Üstünde bir duvarın. Duvarsa
Dondurma yiyen bir çocuğun eli sanki
Taşmış akıyor
Öpüyor toprağı kanatan nar çiçeklerini.

Öpülüyorum bembeyaz çimlerinde yalnızlığımın
Sonsuzluk yarın.

Edip Cansever

7 Haziran 2014

Öyle

1. Unutkanlığımız
Bazen aklıma bir şeyler geliyor, bloğa yazayım diyorum, ancak daha sonra unutuveriyorum. Sorun etmeli miyim bunu? Bence etmemeliyim. Hatta bence hiç kimse etmemeli. Çünkü her bir şeyi sorun edersek işin içinden çıkamayız. Öyle.

2. Kitaplarla Raflar 
Günlerdir kitapları yeni kitaplığa yerleştirmekle uğraşıp duruyorum. Dışarıdan bakıldıkta çok ama çok basit bir işi gibi gözükür, kitapları kitaplığa yerleştirmekte ne var? Gelgelelim zor iş. Gerçekten zor iş. İçinden çıkmak hiç de kolay değil. Neyse ki az kalmış gibi duruyor. Umarım daha fazla uzamaz. Öyle.

3. Bir Yabancı Olarak Kendimiz 
Bugün kendimi tanıyamadım. Hafta sonu olduğu için saat on bire kadar uyudum. Kalktım. Birkaç saat sonra gene uykum geldi. Uzandım kanepeye. Uyuyakalmışım. Ne olduğunu ben de anlamadım. Neden bu kadar uykuluyum şu son zamanlarda? Benim de bir fikrim yok. Öyle.

4. Yoğurt - Pekmez Salatası
Kahvaltı etmek istemedim bugün. Biraz geç uyandığım için öğle yemeğini beklemenin daha iyi olacağına karar verdim. Pekmezli yoğurt yedim sadece. Öteden beri severim. Gerçi benim yediğime pekmezli yoğurt mu denir, yoksa yoğurtlu pekmez mi, onu tam kestiremiyorum ben de. Zira bir tabak yoğurtla bir tabak pekmezi olduğu gibi karıştırdım. Çoğu kez yaparım bunu. Öyle.

5. Yağmur ya da Yağmamur
Hayret, bugün yağmur yağmadı. Hava da açık şu ana dek. Şaşırdım biraz. Çünkü günlerdir yağıyordu. Her sabah kalktığımda gökyüzünü apaçık görüyordum. Sabah saatlerinde de sıcak oluyordu. Ama öğleye doğru bulutlar toplaşmaya başlıyordu gökyüzünde (başka nerede toplaşacaklar?), öğleden sonraysa sağanak başlıyordu. Dün bunun tam tersi oldu gerçi. Sabah çiseliyordu. Ben de şemsiyemi alıp çıktım. Fazla sürmedi, durdu yağmur. Öğleden sonra güpgüneşli havada elimde şemsiyeyle dolaştım. Öyle.

6. Hırsız ve Şair
Geçen gün bir şair hanımın evine hırsız girmiş, bilgisayarı çalınmış. İçinde yayımlanmamış şiirleri de varmış. Kültür-sanat sitelerinde haberi vardı. Hırsıza seslenerek, "Lütfen şiirlerimi geri ver," diyordu şair hanım. Bana sorarsanız bir hırsız kültür-sanat sitelerine kolay kolay takılmaz. Bugün ayrıca bir arkadaş da facebook'ta yazmış, onun da evine hırsız girmiş, tesadüfe bak, onun da bilgisayarı çalınmış. "Hırsız bütün eğitim hayatımı ve emeğimi götürdü," diye hayıflanıyordu o da. Sahiden de zor bir durum bilgisayarın çalınması. Bu iki örnekte de görüldüğü gibi, giden sadece bir bilgisayar olmuyor. Öyle.

7. Bir Latin Sözü
In me omnis spes est mihi. Öyle.

8. Clash of the Cats
Bugün iki kedi kıyasıya kavga ediyorlardı. Sesleri geldi, pencereden başımı uzatıp baktım. Kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin boğazına yapışmışlar. Dışarıda oyun oynayan çocuklar bile onların bu kavgasından o kadar korkmuşlardı ki, birbirlerinden ayırmak için yanlarına yaklaşamıyorlardı. Kedilerin de demek ki birbirleriyle alıp veremedikleri var. Ne olduğunu anlamak zor tabii. Öyle. 

9. Yavru Kedinin Yavruları
Adına Yavru dediğimiz bir kedi var. Bizim bahçede yaşıyor. Geçen yıl doğdu. Önceki gün bizim kapının önünde üç tane yavru doğurmuş. Geçenlerde ben fark etmiştim karnını aslında, ama içinde üç tane yavru olabileceğini öngörmedim. Dedim ya, henüz kendisine de Yavru diyoruz. Öyle.

10. Bir Güzelin Ölümü
Geçenlerde bir gazetenin kitap ekinde Sylvia Plath'i gördüm. Ne kadar güzelmiş, Tanrım! Gencecik yaşında intihar ederek ölmüş. Söylemek istediğim bir dünya şey kafamın içinde duruyor. Ama tam da böyle durumlarda, söylenecek bir dünya şeyin olduğu zamanlarda, yapılacak en iyi şey, tecrübeyle sabittir, hiçbir şey söylememektir. Ben de öyle yapıyorum ve hiçbir şey söylemiyorum işte. Öyle.

5 Haziran 2014

Günahlarımızın Öteki Yüzü

Geçenlerde Hasan Ali Toptaş'ın Bin Hüzünlü Haz'ını almaya gittim kütüphaneye. Her zaman yaptığım gibi rafları biraz elledim. Birkaç kitabın arka kapağını okudum. José Saramago'nun Kabil'ini de gördüm o arada. Arka kapağını, sonra da ilk sayfasını okudum. Ve oracıkta almaya karar verdim. Bin Hüzünlü Haz da bir sonraki haftaya kalmış oldu.
.
Saramago'nun Kabil'ini fazlasıyla beğendim. Her şeyden önce ilgi alanıma giren bir konuya değindiği için. Genel anlamda mitolojiyi severim, İbrahimi dinlerin söylencelerine karşıysa daha bir ilgim vardır. İleride Adem babamızla Havva anamız üzerine bir roman bile yazabilirim, belli mi olur. Birkaç kez kendilerinden söz etmişliğim de vardır burada. Kutsal Kitap'ın başlangıcı da bu bağlamda en sevdiklerim arasındadır mesela.

Bu kitabı sevmemin tek nedeni konusunun ilgi alanıma girmesi değil elbette. Saramago çok güzel kurgulamış Kabil'i bana göre. Birine neden büyük yazar deriz ki zaten? En başta, kitabının hakkını verdiği için. Konusuna ilgi duymayan biri bile bu romanı genel olarak beğenebilir. Bazen sadece büyük yazarları okumalıyım diyorum kendime. Ama ne dersen de, söz konusu kitap olunca illa ki okumak istediğin başkaları da çıkıyor.
*
Yazar, kadim söylenceye bağlı kalarak cennetten başlatıyor hikâyesini. Adem'le Havva'yı görüyoruz ilkin. Tabii, onlardan önce "Efendi"yi. Sonra sahneye Kabil'le Habil çıkıyorlar. Kabil Habil'i öldürüyor. Buraya kadar olağan dışı pek bir şey yok. Ancak bundan sonra ezberimiz bozulmaya başlıyor. İlk katil, ilk günahkâr, ilk bozguncu olarak bilinen Kabil'in aslında hiç de öyle olmadığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bu işte onun "suç ortakları" da varmış meğer. Hem yeni şeyler de öğreniyoruz. Kabil'i, babasını, annesini "daha yakından" tanıyoruz. Alışılmadık şeyler de görüyoruz bu arada. Ne olduklarını açıkça söylemeyeceğim, dileyen kitabı okuyabilir.

Zaman beklediğimizden çok daha hızlı ilerliyor. Nuh'u, Lilith'i, İbrahim'i, İshak'ı, Eyüb'ü görüyoruz sahnede. Geçmiş, şimdi ve gelecek de iç içe geçiyor, neyin ne zaman olduğunu anlamakta zorluk yaşıyoruz. Kabil İbrahim'in İshak'ı kurban etmeye çalışmasına tanık olmaktadır örneğin, ama daha sonra İshak'ın aslında henüz doğmadığını öğreniyoruz. Yani, şimdiki zaman içinde gelecek zaman yaşanıyor. İlginç bir kurgu.

Sayfalar ilerledikçe dünyanın kuruluşuna da şahit oluyoruz. Şehirler inşa edilmektedir, meslekler doğmaktadır ve bunlara benzer başka dünyevi meseleler meydana gelmektedir. Ayrıca, insanoğlunun birtakım kadim alışkanlıklarının o gün de bugünkü gibi capcanlı bir şekilde var olduğunu görüyoruz. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca sürmüş olan alışkanlıklarımızın nasıl ortaya çıktığını görüyoruz. Asıl dikkat çeken de budur zaten. Yalan vardır örneğin. Kabil, gittiği ilk yabancı yerde adının Habil olduğunu söylüyor. Yalan, sahiden de insanlığın kendisi kadar eski bir alışkanlığı değil midir? Elbette yalnızca yalan değildir kaynağını o kadim zamanlardan alan, öteki şeyler de vardır. Mesela savaş. Şehirler yıkılıyor. Masum insanlar ölüyor... Kıskançlık vardır bir de. Öyle ya, o da temel dürtülerimizden biridir. Ancak olumsuzlukların yanında olumluluklar da yok değildir. Her zaman düzensizliğin hükmü yoktur, düzen de vardır. Nefretle birlikte sevgi vardır. Arkadan vurma düşüncesinin yanında sahiplenme isteği de vardır. Kısacası, hem kötülük vardır hem de iyilik. İkisi, uygarlık tarihi boyunca oldukları gibi o zaman da bir aradadır.
*
Kitap boyunca yazarın başkahraman olarak neden Kabil'i seçtiğini düşünüp durdum. Bu konuyu anlatmak için bir başkasını da seçebilirdi sanki. Adem'le Havva'yı birlikte de seçebilirdi. Ama vardır bir bildiği elbette. Kabil'i neden seçtiğini tam olarak anladığımı söyleyemem, ancak, tarih boyunca kötü olarak bildiklerimizin aslında kötü olmadıklarını, en azından bizim bildiğimiz biçimiyle kötü olmadıklarını, iyi olarak bildiklerimizin de yine aslında bildiğimiz haliyle iyi olmadıklarını göstermek için onu seçmiş olabilir, diye akıl yürüttüm. Hakikaten de biraz düşününce, insanlık tarihinin bir yanılgılar tarihi olduğunu iddia edebileceğimiz gibi, bu tarihin bakış açıları tarafından biçimlendirildiğini de söyleyebiliriz. İlk günümüzden bugünümüze hep farklı bakış açıları yönetmemiş midir dünyayı? Bana göre böyle, sana göre şöyle.

Kabil, Saramago'nun son romanı. Ölümünden önce yayımlanmış. Ölmese belki Habil'i de yazardı. Ne var ki belkilerle yol alınmıyor pek. Bize yön veren yine gerçekler oluyor. Kimi zaman acı, kimi zaman tatlı; kimi zaman soğuk, kimi zaman da sıcak gerçekler. Baksanıza, ilk ölen Habil de ölmüş, elbette daha sonra Kabil de ölmüş, binlerce yıl sonra onların öyküsünü yazan Saramago da ölmüş. Gerçeğin ta kendisi. Ama bir yandan da hayat devam ediyor. Bu, gerçeğin de gerçeği. Fakat bir gün belki hayat da durur, kim bilir.

4 Haziran 2014

Ya

Rüyamda arkadaşlarım E. ve Z. ile birlikteyim. Her ikisini de bir buçuk yıl önce tanıdım. Geçen yıl yedi-sekiz ay boyunca hep görüştük. Ortak arkadaştık.

Yeşillik bir yerdeyiz. Burayı daha önce başka bir rüyamda görmüştüm. O rüyada burası neredeydi, hatırlamıyorum. Bu rüyada ise burası Z.'nin memleketinde bir yer. Niçin buradayız, bilmiyorum. Z.'yi ziyarete gelmiş olmalıyız.

Çimenlerin üstünde oturacak bir yer arıyoruz. Bir gölgelik bulup oturuyoruz. Tam da oturduğumuz anda, ötede üç ceylan görüyorum. Çok güzeller. Arkadaşlarıma heyecanla, "Ceylanlara bakın," diyorum. 

Bunu der demez ablamın sesiyle uyandım. Elinde kahvaltı tepsisi odaya girdi ablam, "Bugün okula gitmiyor musun?" diye sorup tepsiyi bırakıp gitti. Gözümü açıp saate baktım, evet, biraz geç olmuştu.

Kalktım. Boğazım kurumuş gibiydi. Bir çay koyup içmeye başladım. Düşünmeye koyuldum sonra. Üç dakika önce yemyeşil bir yerdeydim, şimdiyse kahvaltı sofrasında. Çay bardağına bakıp durdum. Şu insan dedikleri, ne garip bir sistem...

3 Haziran 2014

Tufan

Kral, kendisine bildirildiği gibi tüm insanlara yakında kopacak olan tufandan söz etti ve bundan kurtulmak isteyenlerin gelip gemisine binmelerini söyledi. "Hani, nerede gemi?" diye soranlar oldu, o da, "Gemimizi hep beraber inşa edeceğiz," cevabını verdi onlara. Kimisi inandı Kral'a, kimisi inanmadı. Onunla dalga geçenler ve onu art niyetle suçlayanlar da çıktı. Hatta biri, "Kendisine bir gemi yapmak için hepimize yalan söylüyor," demişti.

Kral'ın çağrısına uyanlar oldu. Gemi'nin inşaatı başladı. Ne var ki en yakın deniz geminin yapıldığı yere bir günlük uzaklıktaydı. Kral, işçilere işlerine bakmalarını, gerisini kendisine bırakmasını söylemişti, onlar da sözünü dinliyor, öyle yapıyorlardı. Kimseden bir ses çıkmıyor, herkes kendisine verilen işi yapıyordu. Tanrı da Kral'a aynısını söylemişti: "Gemiyi yaptır, gerisini bana bırak."

Kral'ın çağrısına uyanlar olduğu gibi uymayanlar da vardı. "Olacak iş değil," diye yüksek sesle dolaşanların sayısı az değildi, "zeytin ağaçlarıyla dolu bu tepelerde kullanmak için gemi yaptırıyor, kafayı yemiş olmalı." 

Günler geçti. Geminin inşaatında gözle görülür ilerleme oldu. Halk ise iyiden iyiye bölünmüştü. Kral'ın destekçileri onu her geçen gün daha fazla desteklerken ona inanmayanlar gün be gün ondan daha da uzaklaşıyordu. Başlangıçta tarafsız durmayı seçenlerse zamanla ya o tarafa ya bu tarafa gelmek zorunda kalmışlardı. Keskin bir ayrışma söz konusuydu. 

(Kral'ın şehrine uzak sayılmayacak köyünde bir başına yaşayan yaşlı bir kadın vardı. Çok yaşlıydı. Çocukları ondan önce ölmüşlerdi. O ne Kral'ın ne de diğerlerinin tarafındaydı. Ama Kral'ın doğru söylediğini biliyordu. Bunu komşularına söylemişti. "Tufan kopacak," demişti. Gelgelelim komşuları aldırmamıştı söylediklerine.)

Nihayet geminin yapımı tamamlandı. Büyük bir gemiydi. İnsanlar –gemiyi yapan işçiler de dahil– gidip gelip gemiye bakıyorlardı. Geminin büyüklüğü, güzelliği şaşırtıyordu onları. Birkaç gün böyle geçti. Ve sonra insanlar artık tufanın ne zaman kopacağını merak etmeye başladılar. Her gelen Kral'a bunu sordu. Kral'ın da canı sıkılmaya başladı bu durumdan. Aklına bunu Tanrı'ya sormak geldi. Madem tüm insanlar ona soruyordu, o da Tanrı'ya sormalıydı. Buna karar verdi ve hiç zaman kaybetmeden eteklerinde kendi şehrinin kurulu olduğu dağa tırmanmaya başladı. Akşam olduğunda epey yol kat etmişti ancak dağın zirvesine ulaşmasına biraz daha vardı. Yorulmak yoktu, yürümeyi sürdürdü.

Şimdi olduğu gibi o zaman da Tanrı'nın gökte olduğu inancı egemendi. Bundan ötürü zamanın kralları Tanrı'yla konuşacak olduklarında ülkelerindeki en yüksek dağın zirvesine çıkmak zorundaydılar. Üstelik de tek başlarına.

Hava kararır kararmaz yıldızlar belirmeye başlamıştı. Ancak bu tuhaflık da neyin nesiydi? Kral dağa tırmandıkça yıldızlar birer birer gözden kayboldular. Kral karanlığın ortasında buldu kendini. Bu dağda zirveye yaklaşıldıkça zemin de kötüleşmeye başlıyordu. Taşlık araziden geçmekte epey zorlanıyordu Kral. Sık sık yukarıdaki kayalardan kopup aşağı fırlayan taş parçaları Kral'ı olabildiğince korkutuyordu. Kalbinin sesini işitiyordu. Neyse ki bu dağın zirvesine ilk gelişi değildi bu. Alışkındı. Yolu biliyordu. Düşe kalka zirveye ulaşmayı başardı. Ve Tanrı'ya seslendi: "Bana Tufan'ın ne zaman kopacağını soruyorlar..." Gökten gelen ses yeri göğü inletti o an: "Yarın!!!" Korkudan irkildi Kral. Derhal kalkıp gerisin geri dağdan inmeye başladı. Taşlık arazide ikide bir düşüyor, kalkıp yine koşmaya başlıyordu. Giysileri lime lime olmuştu. Dizleri kanlara bulanmıştı. Yüzü gözü de kanlar içindeydi. Acıdan tir tir titriyordu bedeni.

Zirveden epey uzaklaşmıştı. Korkusu dinmek üzereydi ki aniden bir gürültü koptu. Gök gürlemesiydi bu. Ardından şimşek çaktı. Ortalık bir anlığına aydınlığa büründü. Kendi şehrini ve gemisini gördü. Halbuki o günün sabahında dağa tırmanmaya başlarken havada bir bulut belirtisi bile yoktu. Yıldızların niçin kaybolduğunu o an anladı. Hava kararınca gökyüzüne bulutlar doluşmuştu.

Kral zorlu bir yolculuktan sonra şehre ulaştı. Sabah olmak üzereydi. Gök gürleyip duruyordu. Şimşekler çakıyordu üst üste. Yıldırımlar düşüyordu. Ancak havada tek bir yağmur damlası yoktu. Kral, emrinde ne kadar hizmetkâr varsa hepsine bütün şehri bu gün kopacak tufandan haberdar etmelerini buyurdu. Sabah olduğunda Kral'ın bütün taraftarları gemiye çoktan doluşmuşlardı.

Beklenen an gelip çattı. Gök, geceden beri olduğu gibi bir kez daha gürledi. Ancak bu kez öyle bir gürledi ki herkes olduğu yere yığıldı. Nihayet yağmur başladı. Öyle bir şiddetle yağmaya başladı ki oradakilerin hiçbiri daha önce böyle bir yağmur görmemişti. Gene de herkesin içi rahatladı. Çünkü saatlerdir gürleyen gök sonunda boşalmaya başlamıştı. Gemideki herkes birbirine sokulmuş bekliyordu. Kimseden ses çıkmıyordu. Ufacık bir kıpırtı dahi yoktu.

(Yaşlı kadın eşeğine binmiş şehre geliyordu o sırada. Bağıracak takati yoktu. Kime bağıracaktı hem? Herkes can derdine düşmüştü. Ortalıkta kimse yoktu. Gemiye binen binmiş, binmeyense evine kapanmıştı. Bakıyordu kadın. Yalnızca bakıyordu. Şehre bakıyordu. "Beni de bekleyin!" diyordu bu bakışlarla. Kim bekleyecekti?)

Kısa bir süre içinde her yer su içinde kaldı. Gemidekiler sallanmaya başladıklarını fark ettiler. Sahiden de gemi yerden kesilmek üzereydi. Kral gemideki küçük pencerelerin birinden şehre bakıyordu. Hareket yoktu. Şehir durmuştu. Neden sonra Kral şehrin hareketlendiğini fark etti. Şehir uzaklaşıyordu. O sırada yanı başındaki karısı, "Galiba gemi gidiyor," dedi. İşte o an Kral neyin ne olduğunun ayırdına vardı. Evet, gemi gidiyordu. Kral gittikçe uzaklaşan şehrinden gözlerini alamadı. Bir daha asla buraya dönmeyeceğini, yerini yurdunu bir daha asla görmeyeceğini içten içe biliyordu. Bir süre sonra şehir gözden kayboldu. Yağmur da sürüyor, ancak bir seviyeye gelmiş sular artık yükselmiyordu.

(Yaşlı kadın eşeğinin sırtında yüksekçe bir tepede öylece duruyordu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur umurunda değildi. İliklerine değin ıslanmıştı. Üşümüyordu ama. Gözlerini ufukta kaybolmak üzere olan gemiye dikmişti. Ne kendisinde ne de eşeğinde kıpırtı vardı. Ölü gibiydiler.)

Yağmur kesildiğinde ikindi vaktiydi. Bulutlar dağıldı. Güneş göründü. Gökyüzü kadim rengine, maviye büründü. Hafifleyen eşek başını yere eğdi, dudaklarını yerdeki ıslak otlara değdirdi. Usul usul otlamaya başladı. Sonra başını kaldırıp kıyafetlerini çıkarmaya başlayan sahibine baktı. Soyunurken zorlanıyordu sahibi. Yine de üstünde ne var ne yoksa çıkarmayı başardı. Eşek, sahibinin pörsümüş vücudunu gördü. O da eşeğe bakınca hayvan başını indirip yeniden otlamaya koyuldu. Daha önce hiç bu kadar lezzetli ot yememişti.

(Kral'ın gemisi sel sularına kapılıp gitti, denize karıştı. Bir daha da ne Kral'ı gören oldu ne gemidekileri. Sular şehirde kalanları da alıp götürdü. Tufandan kurtulanlar yalnızca yaşlı kadınla eşeğiydi.)

2 Haziran 2014

Çiçeği satmak

Şehirde bir çiçek satıcısı gördüğüm gün hayretler içinde kalmıştım. O güne dek çiçeklerin de satılabileceği aklımın ucundan geçmemişti. Kırk yıl da geçse geçeceği yoktu. Geldiğim yerde dağ bayır çiçekle doluydu çünkü. Yaz başında dağlardan ovaya doğru sepserin, insanın içini kıpırdatan esintiler, o dağ doruklarındaki çiçeklerin kokusunu getirirdi bize. Çocuktuk. Çiçeklerin kokusunu en çok biz hak ediyorduk. Ne esrarengiz çiçeklerdi onlar! Uçurumlarda açardı kimisi, kimisi de dağların doruklarında. Neden böyleydi? Neden bu çiçekler gözden o denli uzak yerlerde açarlardı? En erişilmez uçurumlarda, en çıkılamaz doruklarda ne işi vardı o çiçeklerin? Kimin için açarlardı? O güzellikleri kimse görmemeli miydi? Bu sorulmamıştı. Hiçbir zaman da sorulmayacaktı. Ve asla aklımıza gelmeyecekti bir yerlerde çiçeklerin satıldığı. Bir çiçek nasıl satılabilirdi?

Elbette çiçek dalında güzeldi. Birimizden birimizin aklına çiçekleri koparmak gelmemişti. Her bir çiçek ne kadar da mutluydu kendi kökünde! Biz çiçeklerin kokusuna, güzelliğine âşıktık. Biz dağ doruklarındaki esintilerle dans edip mest olan çiçeklere âşıktık. Rüzgârda sallanan çiçeklerin yanı başına oturup güzelliklerini izlemeyen insan ne bahtsız insandır!

Kafese konan bir kuşla dalından koparılan bir çiçeğin ne farkı vardır, söyler misiniz? Şehirde çiçeklerin satıldığını gördüğümde üzülmüştüm. O hale düşeceklerini hiç hesaba katmamıştım çünkü.
Sayfa başına git