Karga açlıktan ölmek üzereydi. Günlerdir bir şey yememişti. Midesi kazınıyordu. O böyle aç dururken şu karşıdaki buğday tarlasında boy veren başakların rüzgârda dans etmeleri, hele de uğuldayıp şarkı söylemeleri nasıl da zoruna gidiyordu.
"İşin ucunda ölüm var!" düşüncesi damladı içine birden. "Böyle aç kala kala ölüp gideceğim," dedi kendi kendine, "ne demelere bakınıyorum? Ne kadar da zavallıyım ben." Biraz durdu, sonra yine kendi kendine şöyle dedi: "Git gir o tarlanın içine, ye yiyebildiğin kadar. Nasıl olsa ölecek değil misin?"
Soğuk bir sonbahar günüydü. Kış da iyice yaklaşmaktaydı. Karga, yapraklarını dökmüş bir ağacın dalında duruyordu. Ağaç da buğday tarlasının tam ortasındaydı. Cesaretini topladı, tam havalanacağı sırada geçmişi düştü aklına. "Düşünme!" dedi kendine. Düşünmeden edemedi ama, yaşadıkları geldi aklına. Yalnızlığını düşündü. Neden şimdi bu uçsuz bucaksız diyarda bir başınaydı? Arkadaşı, eşi dostu yok muydu? Geçip giden günler, geçip giden zaman neredeydi şimdi? Geçip giden dünya neredeydi, kim bilir. Şu kuşlar nereye gidiyorlar böyle? Nerede o insan sürüleri? Havalar da gitgide soğumakta...
Kafasındaki düşünce yineledi: "Nasıl olsa ölecek değil misin? Burada açlıktan öleceğine, o bekçinin bir darbesiyle öl. Varsın ölümün bir insanın elinden olsun, ne çıkar?" Bunları düşündü. Düşündü düşünmesine, ama yine adına umut dedikleri o engelleyici güç aklını çeldi. Ne zaman ölümü göze alıp da bir karar verse, kararını bir türlü eyleme geçiremiyordu, bir umut beliriyordu içinde; ilginç, anlaşılmaz bir umut: yaşama umudu, yaşama isteği.
(Devamı var elbette, yok değil, var, var ama Allah bilir ne zaman.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.
Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.