31 Mayıs 2015

Yorganın gidişi

Yorgan gitti kavga bitti, dediler. Kavganın yorgandan çıktığı yadsınamaz bir gerçek, ne var ki bunda yorganın bir suçu yoktu. Ne yani, yorgan mı dedi kavga edin diye? Kavganın son bulmasını sağladığı için yorganın gitmiş olmasına olumlu gözle bakılıyor olabilir, ama neresinden bakarsan bak, yorganın gitmek zorunda bırakılmış olması apaçık bir adaletsizlik. Olması gereken, kavganın bitirilmesi için başka yolların aranmasıydı, yazık ki o da yapılmadı. Mesela, kavga edenlerden biri de gidebilirdi yorgan gideceğine. Tabii, o zaman da kim gidecekti? O hiçbirimizin sorunu değil, kavga edenlerin sorunu. Elbette bir de yorganı götürenin. Bu bağlamda, yorganı götürenin kim olduğu da akıllara bir merak olarak düşecektir. Düşmelidir. Bu kişi acaba kavga eden taraflardan birinin yakını olabilir mi? Kavgayı sona erdirdikten sonra yorganı gizlice getirip ona verebilir mi? Bunlar hemen öyle cevap bulabilecek sorular değil maalesef, yalnızca zaman gerek bunların cevaplanabilmesi için, o yüzden bekleyip görmekten başka çare yok, şimdilik elden bir şey gelmez. 

Her şey bir yana, yorgan gittiyse kavgacıların ikisi de üstü açık yatacak demektir bu gece. Vay onların haline. Topraklar başlarına.

30 Mayıs 2015

Kimse bilmiyor

© Todd Klassy
Güvercinlerin ne istediğini kimse bilmiyor. Kedilerin nerede olduğunu da kimse bilmiyor. Şarkıyı söyleyenin kim olduğunu kimse bilmiyor. Şarkının sözlerinin nece olduğunu kimse bilmiyor. Kadının elleri neden ıslak, kimse bilmiyor. Yaz geldi, demiş biri, kimmiş, kimse bilmiyor. Adamın elleri titriyor. Harfler birbirine karışıyor. Yanlış kelimeler çıkıyor ortaya. Yanılmış insanlar uçuşuyor havada. Yere düşenler oluyor arada. Gemilere binenlerin nereye gittiğini kendileri bile bilmiyor. Kimileri kalkıp uzak yerlere gidiyor. Kimileri uzak yerlerden kalkıp geliyor. Kimin neden gittiği, kiminse neden geldiği kimseyi ilgilendirmiyor, ilgilendirmeyince kimsenin bilmesi gerekmiyor, bilmesi gerekmeyince de kimse bilmiyor. O uzak yerler, o uzak yerlerde yaşayanlar için uzak yerler değiller. Kadınlar çalışıyor. Kadınlar eziliyor. Neden beklediklerini kimse bilmese de çoğu kitap okunmayı bekliyor. Çoğu insan kitap okumayı bilmiyor oysa. Şöyle ya da böyle, çorba pişiyor. Çorbanın dibi bazen tencereyi tutuyor. Tencere yuvarlanıp kapağını buluyor. Bazı müzikler insanın ruhunu okşuyor, kim besteliyor o müzikleri, kimse bilmiyor. Bazan ruh bedenden dışarı taşıyor. Mavi boya bulamayınca Picasso kırmızı kullanıyor. İçim daralıyor. İçim dışım bir oluyor. Neden? Kimse bilmiyor.

19 Mayıs 2015

Tutulmaz Sözler

Dün sözümü bozdum ve bir kitap aldım. Hani şurada söylemiştim, bir süre kitap almayacağım diye. Aslında daha geçen haftadan niyeti bozmuştum ben. Italo Calvino amcamızın Görünmez Kentler'i okunacaklar arasında sırasını bekliyordu kaç zamandır. Geçenlerde gidip bir kütüphaneden aldım ve okumaya başladım. Baktım, beklediğimden de güzel bir kitap. Yüz sayfa kadarını okudum. Fakat gördüm ki hiç tatmin edici bir okuma değil. Bari bu yüzeysel bir okuma olsun, geri kalanını da bitireyim de hiç ara vermeden ikinci okumaya geçeyim, dedim kendi kendime. İkincisinde not ala ala, sindire sindire okuyacaktım. Fakat kitabın kütüphaneye ait olması ufak bir sorun olarak duruyordu. Şayet sindire sindire okuyacaksam kitap benim olmalı. Benim olmalı ki dilediğim gibi kullanabileyim. Sözgelimi, yeri gelecek kenarına not almak gerekecek, yeri gelecek renkli kalemle bir cümlenin altını çizmek icap edecek. Bunun yanında, bir de kütüphaneden aldığın kitabın bir süresi var, okumanı o süreye sığdırmak zorundasın. Gerçi süre pek de sıkıntı değildi ama ben bu kitabı almanın her bakımdan iyi olacağına karar verdim. Öyle metrolarda okunacak bir kitap değil işin açıkçası.

Dün Söğütözü'nden Kızılay'a gider gitmez YKY kitabevinin yolunu tuttum. Geçen hafta da gelmiştim ya, akşamdı, kapanmıştı. Dedim ya, o zamandan bozmuştum niyeti. Gelmişken raflara bir göz atmamak olmazdı tabii. On dakika kadar bakındım. Bunu zaten çok yapıyorum. Kitap almamaya karar verişimden bu yana nereden baksan on beş kez kitapçıları dolaşmışımdır. Kitabımı aldım ve çıktım. Gittim bir kafede oturdum, sunuş kısmıydı, şuydu buydu okudum. Kitabın kendisine evde sakin kafayla başlayacaktım. Kütüphaneden aldığım, 1990 basımı, Remzi Kitabevi'nden. Işıl Saatçıoğlu'nun aynı çevirisi olmakla birlikte, YKY'nin bu basımında Calvino'nun kitap üzerine iki kısa yazısı da var.

Bir süre kitap almamaya karar verişimi açıkladığım iki ay önceki o yazıda, "Bu kararı almış olmam, bundan böyle hiç kitap almayacağım anlamına gelmez, ... bazı çok değer verdiğim, kitaplığımda dursun dediğim kitaplar olabilir ve ben de bir ara karar'la almak isteyebilirim," demiştim. Tam da dediğim oldu ve işte bir tane aldım. Ama kararım hâlâ geçerlidir, bu kitabı almam da bir ara karar olmuş oldu. Kararıma da uyuyorum zaten, eski ben olsaydım bu kadar kitapçı dolaşan biri olarak şimdiye kırk kitap almıştım.

17 Mayıs 2015

Elektrik var

Proton, nötron, elektron...

Protik yok,
Nötrik yok,
Elektrik var. 

Bu ne iştir, biri açıklasın?

16 Mayıs 2015

Umut

Bazen de üşümüş parmaklarımızı güneşte ısınmış saçımızda dolaştırırız.

14 Mayıs 2015

Fotoğraf bloğuma beklerim

PhotoGar adlı fotoğraf bloğumu açalı beş yılı aşkın bir süre olmuş. İlk fotoğrafın kayıt tarihi 1 Eylül 2009 olduğuna göre tam da o zaman açmış olmalıyım. Zaten o zaman üç tane fotoğraf yayımlamış ve beş ay boyunca uğramamışım. Doğrusu öyle bir an önce yapıp da bitireyim dediğim bir iş olarak düşünmemiştim. Çektiğim fotoğrafları ayrıca yayımlayabileceğim bir yer olsun diye düşünmüştüm. 7 Mart 2010'da ise, artık rayına girdi diyerek burada da duyurusunu yapmıştım. Gelgelelim o zamanlar da iki-üç ay boyunca otuz-kırk fotoğraf yayımlamış, sonra yine bir yıl boyunca uğramamışım.

Naçizane, fotoğrafla amatör düzeyde ilgileniyorum. İyi fotoğraf çektiğimi de söyleyemeyeceğim. Kendim bile çektiklerimin az bir kısmını beğenirim. Ama gene de çekiyorum işte. Heves... PhotoGar'da bugüne kadar yayımladığım fotoğrafların üçte biri kendi çektiklerim, üçte ikisiyse başkalarına ait olanlar. Bu düzeni sürdüreceğim. İnternette karşıma çıkan güzel fotoğrafları yayımlayacağım sık sık. Kendi çektiklerimi de koyacağım gene. Hatta arkadaşlarımın güzel fotoğraflarını da yayımlarım. 

Güzel de bir tasarımı oldu, herkesi beklerim.

Misafirlerimiz

13 Mayıs 2015

Ata binen imparator

21 Aralık 1917'de Köln'de doğdum. Birinci Dünya Savaşı'nın en berbat açlık yıllarında babamın sekizinci çocuğu olarak geldim dünyaya; babam, çocuklarından ikisini daha erken yaşlarında toprağa vermişti. Kendisi savaşa ve imparator soytarısına lanetler savururken, ben gözlerimi açtım hayata. Sonraları bir ara babam bana imparatoru heykel olarak gösterdi: "Bak orada, yukarıda," dedi, "uyuz atının üzerinde hâlâ Batı'ya doğru koşturup duruyor; oysa hanidir kendisi Doorn'da odun kırmaktadır." Ve bugün de o tunçtan uyuz atına kurulmuş, Batı'ya doğru koşturup durmakta imparator.
Heinrich Böll, Gül ve Dinamit.

11 Mayıs 2015

Denize bakıp

Bu kent iyidir hoştur amma
bazen denize bakıp kitap okumak istiyor insan.

8 Mayıs 2015

Doğunun Kadınları

biz batan güne sahip çıktığımızda
ay, bitlis'te sarı tütün
ya da bir akarsu imgesi
gibi yiğit ve bütün
bir ağıttı
            kadınlarımızda
onlar hüznü bir çeyiz
çileyi ince bir nergis
ve gülerken bir dağ silsilesi
taşırlar
ve birer acıdan ibarettiler
            kayıtlarımızda

kadınlar ki alınlarımızda
doğuyu mavi bir nokta
ve yazgıları çok uzakta
bir nehir yoluna
            karışırlar
ölümleri duvaktan beyaz
ve ahlat, erciş, adilcevaz
üzerinde geçen bir kederle
            yarışırlar
ve birer yazmadan ibarettirler
sevdalarımızda

biz bir yazın ayağında
en küçük bir gurbeti bile
içi titreyerek okuyan
ve bir gülü tersinden dokuyan
            umutlarımızda
başlığı kınadan turaç
bebesi doğuştan kıraç
ve bir ninniyle darılıp
bir türküyle barışırlar
ve birer hasretten ibarettirler
            mektuplarımızda

Hilmi Yavuz

7 Mayıs 2015

Ağaç Yaşken Eğilir

Köye büsbütün yabancı bir çocuktu.
Altı yaşında var yoktu.
Şehirli bir ana-babanın oğluydu.
Gel dedim, sana ok yapacağım.
— Ok mu!?
— Evet. Bir ok, bir de yay.
— !!!

(Yüzünün büründüğü şaşkınlığı görmeliydiniz. İnsan nasıl ok "yapardı" ki? Elbette ok da, yay da diğer her şey gibi satın "alınabilirdi". Hafta sonları! AVM'ler! Tapınaklarımız. Ne güne duruyorlardı? Dilediğimiz zaman ok, dilediğimiz zaman yay alabilmemiz için. Ama bir insan bir oku nasıl yapabilirdi?) 

Yanıma Yakup'u çağırdım. 
 Şu ağaçtan uygun bir dal keselim.
— Şu olur mu?
— Olur olur, çok güzel.
Bir sıçrayışta ağaca fırladı, dalı koparıp getirdi. 

(Çocuk buna da şaşırdı. Şehirde bunların yapılış tarzı bambaşkadır. Diyelim ağaca tırmanmak istiyorsun, ya da kumda kürekle oynamak istiyorsun, ya da yüzünü gözünü çamurlara bulamak istiyorsun, bunun için mabede gitmen gerek. AVM'ler hep bunun için var. Sen yaptıkça sevap kazanırsın, AVM tanrıları para basar.) 

Bıçağımı çıkardım cebimden. Dalı kesip biçtim. Yaş. Kendiliğinden eğiliyor. İp lazım şimdi. 
— Koş, evden ip iste, bana ok-yay yapacağız, de.
Gitti, elinde kısacık bir örgü ipiyle deri döndü. İş başa düştü. 
— Yakup, bir koşu bir ip ayarla gel.
Yakup ipi getirdi. Dalı kavsadım. İki ucuna bağladım ipi gergince. Yay tamam, şimdi sıra okta. O kolay.
— Baştan söyleyeyim, okunu çocukların gözüne ve hayvanlara doğru atmayacaksın.
— Tamam.

(Olabildiğince ciddiydi. Sözümü dinleyecekti.)

Üç tane ok yaptım. Uçlarını sivriltmedim. Yayıyla oklarını verdim eline. Yakup nasıl atacağını göstermeye yeltendi, bir göz işaretiyle engel oldum. Kendi öğrensin. Yayı çocuğun boynundan geçirdi Yakup.

(Evin az ötesindeki bahçeydi burası. Kadınlar evin önündeki gölgeliğe yayılmış sohbet ediyorlardı. Şehirli kadına köy yaşamı üzerine akıllarına geleni anlatıp duruyorlardı buralı olanlar. Çocuk okuyla yayını alıp eve yöneldi heyecanla. Annesine göstermek istiyordu.)

Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Hemen annesine fırlayacağını biliyordum. Şehirli bir çocuk olduğunu buradan da açığa vuruyordu işte. Köylü olsaydı ilkin bir ok fırlatmayı denerdi. Yakup'a söyledim bunları, bir şey demeden yüzüme baktı. 

Oysaki ben kaç çocuğa ok yapmıştım o güne kadar.

4 Mayıs 2015

Sürgün

Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz bir gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.
Edward Said, "Sürgün Üzerine Düşünceler", Kış Ruhu.
Sayfa başına git