25 Eylül 2016

Güz

Kendimi bir akasyanın gölgesine gizlediydim. Güz iyicene gelmişti. Handiyse tüm yaprakları dökülmüş ağacın dallarının arasından güz güneşi üzerime vuruyor, içimi ısıtıyordu. Belki de gizlenmek için başka bir yer bulmak istemeyişim bundandı. Bir dilenci olduğumu düşündüm bir an. Kendi de çaresiz olan bir akasyanın dalları arasından biraz güz güneşi dilenen bir dilenci. Utandım. Bir horoz yerleri eşeliyordu. Ne güz umrundaydı ne bir şey. Galiba bir horoz için mevsimler yoktur. Yaşamak vardır ve zamanı gelince ölmek. Deniz buraya hem yakın hem uzaktı. Bilhassa bir horoza çok uzaktı. Denizin kıyısındaki bu harap olmuş kentte yaşayan horozların çoğu denizi göremeden, burada bir deniz olduğunu bilmeden yaşayıp gidiyorlardı. Önceki gün bir öyküsünü yarım bıraktığım Ölmüş Yazar O.K.yi düşündüm. O da güzden dem vuruyordu. Belki horozlardan da vurmuştur. Nasıl yaşadı, nasıl öldü, kim bilir? Güzün ne denli acıtıcı bir mevsim olduğunu insan kaç yaşında idrak etmeye başlar? Güz başlı başına bir tarih de olabilir aslında.

9 Eylül 2016

Kuşumuz gitti

Soldaki gitti, sağdaki yalnız.
Kuşlardan birinin kafeste ayağına ip dolanmış, kardeşim açayım diyerek kafesin kapısını açıp elini içeri sokmuş, kuşlar paniklemiş, biri çıkıp uçmuş gitmiş. Bir ay önceydi bu. Baktım, bahçedeki ağaçlardan birine konmuş. Geri gelir diye düşündük, umduk. Nereye gidebilirdi ki? Ev kuşu bu, dışarıdaki hayatı bilmez etmez. Kargalar bile yakalayıp yiyebilir. İçeceği suyu bile nerede bulacağını bilmez belki. Öyle umduk, gelir dedik. Gelmedi. Bir-iki gün boyunca kâh bizim bahçede, kâh komşunun bahçesinde dallara konuyor, gözümüze çarpıyordu. Sonra kayboldu. Gelsin diye çok uğraştık da. Kardeşim ötüşlerini kaydedip bilgisayara atmıştı. Hoparlörleri balkona koyup sesini açtı. Birkaç gün boyunca akşamlara değin çaldı sesleri. Çare etmedi. Kuşumuz gitti. Ben burada değilken yanına bir arkadaş almışlar. Kafes balkondayken bir saksağan gelip yakına konup ötmüş. Bu yeni kuş çok korkup paniklemiş. Arkadaşı da ona uymuş, korkuyla ötüşmüşler. Nasıl olmuşsa, ufak bedenini büzüp kafesin parmaklıkları arasından çıkmış ve balkon tavanından çatıya açılan açık kapıdan içeri girmiş. Kardeşim almak için ardından çatıya girmiş ama bu kaçmayı becermiş. Meğer gidip komşulardan birinin penceresine de konmuş ama komşu bilmemiş bizim olduğunu, sonradan bizimkilerden duymuş. Bilse de yakalayamazdı ki, dışarıdan konmuş pencereye. Velhasıl şimdilik bizim kuş yalnız başına yaşıyor kafesinde. İlk geldiklerinde yazmıştım. İlk arkadaşı da geçen kış ölmüş, beyaz olan. Geçen ay kaçan da onun yerine alınan kuştu işte. Şimdi kalansa bizde üçüncü arkadaşını yitirmiş oldu.



2 Eylül 2016

Fibonacci'nin Yaşamı

Fibonacci evin en küçük çocuğuydu. Ailesi bir çiftlikte yaşıyordu ve ev halkının her bir üyesinin –öteki bütün çiftliklerde olduğu gibi bir vazifesi vardı. Küçük olduğu için elinden pek de bir iş gelmeyen Fibonacci'ye o yıl okul bitip de yaz tatili gelince babası hayvanları sayma işini verdi. Buna göre küçük Fibonacci her gün akşam hayvanlar eve dönünce onları sayacak, tamam olup olmadıklarına bakacaktı. Eğer gelmeyen bir hayvan olursa da ev halkına bildirecekti. Fibonacci görevini çok sevdi. Ayrıca sorumluluk vermiş olmaları ona güvendiklerinin bir göstergesiydi, bu da ona hem gurur hem de özgüven kazandırmıştı. 

Çiftlikte inekler, koyunlar, keçiler, tavuklar, hindiler, kazlar ve ördekler vardı. Daha doğrusu, sayılması gereken bunlardı. İlkin inekler geliyordu. Onları saymak basitti, çünkü hem iriydiler hem de sayıları azdı, on iki taneydiler. Ardından koyunlarla keçiler geliyordu, karışık. Bunları saymak daha zordu, toplamda altmış dört taneydiler, elli bir koyun, on üç de keçi. Ama Fibonacci işini büyük bir aşkla yaptığı için zorluğun farkına bile varmıyordu. Önce koyunlarla keçileri bir sayıyordu, eğer sayı tam çıkarsa mesele yoktu, yok, eksik çıkarsa, o zaman eksik olanın koyunlar mı, keçiler mi, yoksa her ikisi mi olduğunu öğrenmek için ayrı ayrı sayıyordu. Son olaraksa kümes hayvanlarını sayıyordu Fibonacci. Onlar zaten çiftlikteydiler, diğerleri gibi uzak otlaklara gitmiyorlardı. Bundan ötürü de akşam oldu mu kendiliğinden kümeslerinin kapısına gidip bekliyorlardı. Fibonacci kümesin kapısını kapalı tutuyordu. Çünkü eğer açık tutarsa hayvanlar kendiliğinden kümese girerler, böylece onları kümesin içinde saymak da epey zorlaşırdı. Onları teker teker saydıktan sonra kümesin kapısını açıyordu.

İşte küçük Fibonacci hayata böyle başladı.

1 Eylül 2016

Yol kenarında yaşamak talihlilik değildir

Orada uzanıyor, tam kapımda, gelip geçen her kötü talihin beni bulacağı bir yerde. Addie'ye yol kenarında yaşamak talihlilik değildir dedim, yol buradan geçince, o da tastamam kadınca, "Kalk git öyleyse," dedi. Ama, dedim ona, hiç talihlilik değil bu, çünkü Tanrı yolları yolculuk için yaptı: işte ondan dolayı yolları yeryüzüne yatay yerleştirdi. Bir şeyin durmadan kımıldamasını isterse uzunlamasına yapar o şeyi, yol, at ya da araba gibi, ama bir şeyin konduğu gibi durmasını dilerse onu da dikey yapar, ağaç ya da insan gibi. Ve böylece Tanrı istemedi işte insanların yollarda yaşamasını, çünkü hangisi önce varır, sorarım, yol mu, ev mi? Hiç evin yanına yol kondurduğunu bilir misiniz Tanrı'nın?
William Faulkner, Döşeğimde Ölürken.
Sayfa başına git