31 Temmuz 2018

Yeni işim

Vincent van Gogh'un Ünlü Tablosu'nda patates yiyenlerin izleyicisi olarak işe başladım bugün. Hayırlı uğurlu olsun.

30 Temmuz 2018

Derdest

12 Ağustos 2011'de Derdest Çağrışım diye bir konu başlığı açmıştım. Şöyle demişim: 
Bugünden itibaren blogda Derdest Çağrışım adlı bir köşe açıyorum. İnternette dolaşırken gördüklerim o kadar çok şey çağrıştırıyorlar ki, hiç olmazsa blogda paylaşayım bir kısmını, dedim. O zaman belki başka şeyler de çağrıştırırlar, kim bilir?
Adını serbest çağrışımdan hareketle koymuştum. Derdest "yakalanmış, tutulmuş, tutuklu" demek. Serbestin tam karşıtı yani. Bu adı düşünüp taşınıp koymamıştım, oracıkta aklıma gelivermişti, herhalde serbest bir çağrışımla. Komik.

Derdest Çağrışım konu başlığını bitirmeye karar verdim. Aslında daha geçen yıl mı, önceki yıl mı ne karar vermiştim. Baktım, mesela geçen yıl hiçbir şey yayımlamamışım bu etiketle. Ondan önceki yılsa yalnızca iki kayıt var. En aktif olduğu yıllar 2012 ve 13 olmuş, sırasıyla dokuz ve on post yayımlamışım. Ağustosun on ikisinde, yani ilkinin yıl dönümünde yayımlayacağımsa kırk birinci ve son olacak, tam yedi yıl sürmüş, fena değil, kırk bir kere maşallah mı derler artık. İnternette dolaşırken göreceklerim arasında hep olduğu gibi elbette gene çok şeyler çağrıştıracak görseller çıkacaktır, zaman zaman onları blogda yayımlayacağım da, ama bu etiketle değil artık.
.
Tamamen değil ama ana menüden kaldırmayı düşündüğüm bir diğer etiketse Ordem e Progresso. Onu da epeydir ihmal etmişim. Son kaydın üzerinden iki buçuk yıl geçmiş. Tamamen kaldırmayı düşünmüyorum, çünkü buna devam edeceğimi, bir başka deyişle, bu konudaki yazıların gene "geleceğini" seziyorum. Bir o kadar da istiyorum. Seviyorum çünkü böyle şeyler yazmayı. Bu etikete ilkin "İki Kişilik" adını vermeyi düşünmüş, sonra Ordem e Progresso'da (Düzen ve İlerleme) karar kılmıştım. Bugüne değin bu başlık altında on dört yazı yayımlamışım:
Bloğun menüsünde de değişiklik yapacağım haliyle. Derdest Çağrışım'la Ordem e Progresso'yu kenar çubuğundaki Fazladan Menü'ye taşıyacağım. Haliyle ana menüde epey yer açılmış olacak, eh, oraya da bir şeyler düşüneceğim artık, hatta düşünmeye başladım bile, "Oh Yes" diye yepyeni bir link koyacağım oraya. Oh yes, benim yıllardır kullandığım bir söz, bir şeyle alay edecek, gırgır geçecek, kendimce eğlenecek olduğumda söylerim. Şimdilik dört-beş yazı var bu etiket altında. Önerilere açığım. 


28 Temmuz 2018

Sineklerin Tanrısı

Sineklerin Tanrısı'nı ilkin askerde, nöbet sıralarında okumuştum. Herhalde çok sevmiş olacağım ki, bir kere daha okuyasım tuttu, aldım okudum. Güzel kitap kendini her zaman okutuyor tabii. Güzel çeviriyi de yabana atmamak lazım bu arada. Çeviri bir kitap okuyacağım zaman ilk olarak çevirmenine bakıyorum, iyiden iyiye alışkanlık oldu bu bende. Mîna Urgan gibi, çevirdiği dile bütünüyle hakim bir çevirmenden okumak var, adı sanı belirsiz birinden okumak var. 
***
Bana kalırsa, Sineklerin Tanrısı'nı okumadan önce Platon'un Devlet'ini okumalı. Neden? Çünkü Devlet'te, insanların basit küçük topluluklardan toplumlara, oradan uygarlıklara geçişinin analizi yapılmaktadır. Bildiğim kadarıyla bu konuda ilk kalem oynatan filozof da Platon'dur. Birkaç kişilik bir topluluk nasıl büyüyüp organize, karmaşık bir toplum haline gelir? Binlerce yıldır insanların merakını yönlendiren ilginç bir soru. 
***
Sineklerin Tanrısı önemli bir konuya dikkatimizi çekiyor. Bilmiyorum, bütün ülkelerde böyle midir, yoksa yalnızca Türkiye'deki tarih öğretiminin sakatlığından mı kaynaklanıyor, biz tarihin hep düz bir çizgi halinde ilerlediğini, uygarlığın böyle geliştiğini düşünüyoruz. Halbuki tarihin ilerleyişi başlangıcından itibaren sürekli zikzaklar halinde olmuştur. Uygarlık bazen çok ilerlemiş, bazense tepetaklak olmuştur. İşte, tarihin hep ileriye doğru gittiği yönündeki bu ön kabulün bir sonucu olarak, toplumda insanların sürekli olarak vahşilikten medeniyete doğru ilerlediği yönünde yanlış bir algı var. William Golding bizi uyandırıyor: İnsanlar pek tabii ki uygarlıktan ilkelliğe doğru da gidebilirler, uygarken vahşileşebilirler, nitekim olmuşlardır da.
***
Bir savaş sırasında, bir İngiliz yatılı okulunda okuyan on-on iki yaşındaki birkaç çocuğu saldırılardan korumak için başka bir yere taşıyan bir uçak, okyanus üzerindeyken ıssız, muhtemelen daha önce hiç insan eli değmemiş bir adaya düşer. Kurtulanlar arasında hiç büyük yoktur, yalnızca hepsi de daha önce birbirini tanıyan birkaç çocuk sağ çıkar kazadan. 

Başta her şey normaldir. Çocuk da olsalar, olağanüstü durumlarda medeni insanların davranması gerektiği gibi davranırlar. Ne de olsa Britanya gibi bir uygarlık yuvasından gelmişlerdir. Diğerlerinden bir-iki yaş büyük çocukların liderliğinde, ilk günlerde üzerlerindeki şoku atmaya çalışırlar. İlk zamanlarda hiç kimsenin aklına gelmeyen şey,  bu adada uzun bir süre kalacak olmalarıdır. Herkes kısa sürede birilerinin gelip onları kurtaracağını düşünmektedir doğal olarak. Yeryüzüne ayak bastığımız günden beri sahip olduğumuz bir içgüdü değil midir bu: hep kendimizi güvenli bir limana atma içgüdüsü. 

Günler ilerledikçe durum karmaşıklaşır. Gelen giden yoktur. Burası ıpıssız bir adadır. Doğal hayattan başka bir şey yoktur. Uygarlık çok uzağındadır buranın. Çocuklar yeni hayata alışırlar. Türlü türlü meyve vardır adada bol miktarda, onlarla beslenirler. Bir de, çocuklardan birinin gözlük camından yararlanarak ateş elde ederler. Amaç, ateşin çıkaracağı dumanla uzaktan geçebilecek gemilere işaret göndermektir. Ancak günler geçer, hiç kimse uğramaz adaya. 

İlk günlerde büyükçe bir şeytanminaresi de bulmuşlardır ve bunu bir tür boru olarak kullanabileceklerini fark ederler. Borunun üflenmesi, herkesin üfleyenin etrafında toplanması ve onu dinlemesi anlamına gelecektir; böyle kararlaştırırlar ve tüm çocuklar hemencecik benimserler bu kuralı. Ayrıca, o sırada boru kimin elindeyse yalnızca onun konuşma hakkı vardır. Böylece, Britanya'dan getirdikleri medeniyetin bu adada tezahür edişini de görmüş oluruz. Bu, demokrasinin ta kendisidir aslında. Ancak pek de ideal bir demokrasi sayılamaz, "borusu ötenin" toplumu yönettiği bir düzen pek ideal değildir de ondan. Yine de, çocukların bulduğu bu yöntem fena bir fikir değildir, sonuç olarak, bir yöneticinin etrafında toplanıp geleceğe yönelik fikirler üretmeye çalışmak, düzensizlikten iyidir. Üstelik de böylesi olağanüstü bir durumda.

Bu yazıya başladığımda 2013'tü. Yarın devam ederim, demiştim ama işte görüldüğü gibi, etmemişim. Blogculukta olur böyle şeyler, ne edelim?

19 Temmuz 2018

Yuvarlak

“Hep batıya gidersem doğuya varırım.” Cristoforo Colombo amcamız işte bu dürtüyle çıkmıştı yola. Pek çoklarınca yanlış bilinenin aksine, Colombo’nun kendisine ait bir fikir değildi bu. Teyzesi Maria Filomena vermişti ona bu aklı.

Fikir teyzesinindi ancak yanılan Colombo olmuştu tabii. Zira kişi hep batıya giderse varacağı yer hiçbir yerdir. Ya da tam tersine, her yerdir. Çünkü bir yere varmak orada durmak değil midir? Varmak, evet, yolculuğu bitirmiş olmaktır. Halbuki hep giden kişi, her yerden geçmiş olmakla birlikte, hiçbir yere de varmamış olacaktır. Bu felsefenin adına coğrafyacılar henüz daha ilk çağlarda "dünya yuvarlaktır" demişlerdi. Nitekim ne denli haklı olduklarını, kader Colombo'yu doğu yerine batıya vardırmakla göstermişti. Bugün Batı Hint Adaları'nın Hint diyarından fersah fersah uzakta oluşu başka nasıl açıklanabilir? 

O vakit buradan çıkarılacak ders ortadadır: Yuvarlak şeyler söz konusu oldu mu durup düşünmeli, girdiğimiz yolun bizi bir yere vardırmama ihtimalini hep göz önünde bulundurmalıyız.

17 Temmuz 2018

Romanları kim yazar?

© Tom Gauld
%59'unu yazarlar,
%11'ini hayalet yazarlar,
%2'sini meşum daktilolar,
%3.5'ini robotlar, algoritmalar, bilgisayarlar,
%0.5'ini yardımsever cinler,
%4'ünü derin devlet ajanları,
%3'ünü yetenekli hayvanlar,
%1.5'ini uzaylılar,
%6'sını sahtekârlar, dolandırıcılar, taklitçiler,
%9.5'ini kimse bilmiyor.

Kalıyor

Neresinden baksan gözünde kalıyor.

10 Temmuz 2018

Yel

Yaz günü, gölgelikteki hamağında bekleyen çocuk, hiç kimseden değil, tek rüzgârdan umuyor medet: bir yel esse, sallasa beni.

7 Temmuz 2018

Denizde dinlenen gemi

Yıllardır bu bloğu yazıyorum, bir kez olsun "Ne yapıyorum ben yahu," diye geçirmedim içimden. Şimdi üzerinde biraz düşününce korkulacak bir şey olmamakla birlikte, bu durumun beni bir nebze de olsa kaygılandırması gerektirdiğine karar verdim. Gene de kafam bulanık. Bu olağan bir hal mi, yoksa olağan dışı mı, bilemedim. Bu zamanlar emin değilim pek çok şeyden. Belki hiçbir şeyden. Azıcık resim çizme yeteneğim olsaydı, şöylecene soyut şeyleri çizerdim çokça: Hiçbir şeyden emin olamamanın resminin duvarda asılı olduğunu düşünsene. Tuhaf. Fakat hiçbir şeyden emin olamamanın resmini koyacağın çerçeveden bir türlü emin olamamak da sanırım daha bir tuhaf olurdu. Her neyse... 

Kişi on yılı aşkın süredir yaptığı bir iş hakkında bir kez bile durup düşünüp, "Ben ne yapıyorum," diye kendine sormamışsa bu neyin alameti olabilir? Galiba saçmalıyor olmanın. 

Çerçeve satan bir dükkâna girip, "Hiçbir şeyden emin olamamanın resmini yaptım, ona uygun bir çerçeve lazım," diye sorduğunuzda, size önerecekleri çerçeve çok büyük olasılıkla "Bizim ev halkının resmini yaptım, ona uygun bir çerçeve lazım," diye sorarken önerecekleri çerçeveyle aynı olacaktır. Neden? Çünkü büsbütün ruhsuz bir çağda yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız çağ gerçekten de ruhunu yitirmiş. Bu yönüyle nereden baksan boka batmış durumdayız. Gidişata bakınca gelecek kuşakların bizden de beter bir halde boka batacakları aşikâr. Ruhunu yitirmiş bir zamanda, diyelim bir an önce çerçeveyi satıp parayı cebe atmak her şeydir, hiçbir şeyden emin olamamanın (ya da pek çok şeyden emin olmanın veya kafası karışık olmanın veyahut hezeyanlar içinde olmanın) resmine uygun bir çerçeve önermekse hiçbir şey.

O vakit ne yapalım? Ruhsuz bir zamanda yaşamaya devam edelim. Zira elimizde başka zaman yok. Hem sonra, her şey zaman mı ki? Daha başka şeyler de var. Çay var, kahve var, bira var, yerine göre votka var. Su var.

Filozof olsaydım şöyle bir laf ederdim: Kişi kendine nasıl bakıyorsa başkalarına da öyle bakmalıdır. Neyse ki değilim.
Sayfa başına git