9 Mayıs 2012

Depremin 200. Günü

İster inanın, ister inanmayın, depreme yirmi gün kalmıştı ve ben yazmayı planladığım bir deprem öyküsünü kafamda kurmakla meşguldüm. Öykümde deprem şehri alt üst ediyordu. Tüm insanlar önce can havliyle oraya buraya kaçışıyorlardı, aradan birkaç saat geçmiyordu ki yağmalamaya başlıyorlardı şehri. Öykümün kahramanıysa büyük bir utanç duyuyordu; yapılanlardan değil tabii ki, insan olduğundan, insanlık paydasını onlarla paylaştığından.

(Öyküyü kurmaya çalışırken aklıma Bağdat geliyordu ikide bir. Hani 2003'te Amerika ele geçirirken nasıl da yağmalamışlardı şehirlerini Bağdatlılar.)

Bruegel'in Babil Kulesi.
Birbirimizi ne zaman kaybettik?
Kahramanımın aklına birden şehrin kütüphanesi geliyordu. Öylesi bir felakette hiçkimsenin aklının ucundan geçmez kütüphanenin yolu. Ortalık güllük gülistanlıkken bile geçmiyorken... Oraya gidiyordu ve içinde işine yarar ne kadar kitap varsa almak istiyordu. Hepsini alması elbette mümkün değildi, kollarını kalın kalın kitaplarla doldurup çıkıyordu. (Tekrar gelecekti nasıl olsa). İçi de pek rahattı, onca kitapla yıkılmış sokaklardan geçerken kendisini görenler ne diyebilirlerdi ki? Bu bir felaket zamanıydı, kimse kimsenin ne yaptığının farkında değildi. Hani sokaktan geçersiniz de şehrin çöplüklerini mesken tutmuş sahipsiz bir köpek öğle sonrası sıcağında bir duvarın dibindeki gölgelikte dinleniyordur, siz ona bakarsınız o size, geçer gidersiniz yanından, ona zarar vermediğiniz için minnettar kalır; kahramanım elinde kütüphaneden çaldığı kitaplarla giderken onu görenler öylece bakıp geçiyorlardı. Bir bakış, hepsi bu.

Ekimin başından ortalarına kadar kafamda dolandırıp durdurdum öyküyü. Kahramanımın konumu bana çok "romantik" geliyordu. Kitap götürüyordu alt tarafı, hem yağmalıyor da sayılmazdı, zira tek başınaydı. Diğer insanlar leş kargaları gibi dükkanları yağmalarken, ona biçtiğim aslan rolüyle o tek başına avlanıyordu. Hiçbir telaşa, aceleye yer vermiyordu.

Öyküyü buraya kadar kurmuştum. Ana ekseni de buydu zaten, ama devamı bir türlü gelmiyordu. Nasıl bağlayacağımı bilmiyordum.

***

Hayat seni sallar. Başlarda bütün sallanmaların farkındasındır ama hiç mi hiç kaydetmezsin, çok çok oyun sanırsın, beşiğinden yeni çıkmışsındır ne de olsa, alışkınsın sallanmalara. Sonra büyürsün yavaş yavaş, sallanmalar da sarsıntılara dönüşür. Gelgelelim, artık o kadar da farkında değilsindir. Sarsıntı daimidir çünkü.

Hayat seni sarsar. Üzerken de sarsar, mutlu ederken de. Sevdirirken de, nefret ettirirken de. Hele de büyütürken. Ama, dedim ya, farkında değilsindir olup bitenlerin. Çünkü o kadar profesyonelce yapar ki bunu, ayakların olduğu yerde duruyordur, bedenin dimdik ayakta.

© Ali Dağer
Deprem dediğin şey, daimi olan sarsıntının kendini bir anlığına fark ettirmesidir. Aç kalırsın birkaç gün, yiyecek doğru dürüst bir şey yoktur. Hatta su bulamadığın olur. Önemli mi? Tabii ki hayır: Ruhumuz aç susuz. Zihnimiz kupkuru.

Her cuma Somali'deki "aç" kardeşlerimiz için para toplanıyordu camide. Cebimde bozukluk varsa çıkarıp 1 lira atıyordum, geçip gidiyordum. Ne de rahattı içim. 1 lira. İki ekmek parası. Belki Somali'de üç ekmek bile ediyordur, kim bilir? Orada hergün açlıktan -evet gerçekten başka bir şeyden değil- çocuklar ölüyordu ve her akşam ana haber bültenleri pek sıradan bir haber olarak ne rahat verip geçiyorlardı. Ya biz? Ne rahat izleyip geçiyorduk. Hani adamın biri, İngiliz miydi kimdi o, bir kişi ölürse trajedi, yüz kişi ölürse istatistik yollu bir şeyler geveliyordu... Dedim ya, her gün sarsılıyoruz, farkında değiliz. Zamanımız hoyrat bir zaman. Halbuki o "eski" diye küçümsediğimiz zamanlar bizimkinden üstündü. Ne demişlerdi o eski zamanların birinde: tok açın halinden anlamaz.

Kendi zamanımızın yeryüzünü doldurmuş 7 milyar insanı, kaçımızın gönlü tok, soru bu.

***

23 Ekim günü masamda oturmuş bulmaca çözüyordum. Saate bakmamıştım. Birazdan bulmaca bitecek, ceketimi alıp çıkacaktım. Ayaklarım olduğu yerde sapasağlam duruyordu, bedenim de kendinden hayli emin görünüyordu. Neden sonra yerin ayaklarımın altından kayıp gittiğini hissettim. Kalktım. Tam sarsılacaktım ki sandalyeye tutundum. Hayret, neden böyle değişik hislere büründüm böyle? Birçok insanın aksine, hayattaki handiyse tüm sarsıntıların farkındaydım oysa.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git