6 Şubat 2018

Darısı başına ne demek?

Bir süredir "darısı başına" sözünün kökeni üzerine araştırma yapıyordum. Birkaç ay önce bir düğüne gitmiştik. Millet oynuyordu falan. Ben de oturmuş ortalığı izliyordum. Bir ara baktım damadın annesi gençlerle sohbet ediyor, onlara, "Hadi bakalım, darısı başınıza," diyordu. Duyunca bir düşünce aldı beni, bu darısı başına sözü ne anlama geliyor olabilirdi? Yıllardır duyuyorduk da nereden çıkmıştı, neyin nesi olabilirdi? Böylece orada bu meseleyi araştırmaya karar verdim ve geçen ay başladım. Bugünse araştırmamı tamamladım.

Ne yazık ki kesin bir bulgu elde edemedim. Ancak "darısı başına" sözünün kökeni hakkında kabul gören iki ana görüş olduğunu tespit ettim. Görüşlerden biri Anglosakson dünyaya ait, 1962 yılında Amerikalı etimolog Peter A. Collier tarafından öne sürülmüş. Öbürüyse yakın bir zamanda Çinlilerce ortaya atılmış; 1998'de Pekin Üniversitesi'nden iki genç araştırmacı Xiulan Li ve Rong Zhang, Collier'ın görüşünü çürütmeyi amaçlayan makalelerini yayımlamışlar. 

Collier ve takipçilerinin görüşüne göre darısı başına sözünün kaynağı "yarısı başına". Li ve Zhang'a göreyse bu söz "karısı başına" kökünden geliyor. Şimdi gelin bunları biraz açalım. 

Collier'a göre vakti zamanında İskoçya'nın orta bölgelerinden birinde bir şenlik geleneği varmış. Bir güz şenliğinde genç oğlanlar ikiye böldükleri bir patatesin yarısını çiğ çiğ yer, öbür yarısınıysa, "Yarısı başına!" diye bağırarak evlenmek istedikleri kızın başına doğru fırlatırlarmış. Patatesi çiğ yemenin esprisi de şuymuş: "Bak, ben seninle gerçekten evlenmek istiyorum, o kadar ki senin uğruna çiğ patates bile yiyorum." Eğer patates gidip kızın başına değerse kız dönüp kimden geldiğine bakarmış. Oğlanda onun da gönlü varsa patatesi yerden alıp heybesine koyarmış. Gönlü yoksa patatesi yerden almazmış. Eğer oğlanın attığı yarım patates kızın kafasına değmezse zaten kızın da yapacağı bir şey olmazmış. Hatta bu durum oğlan için büyük bir utanç kaynağıymış. Bu yüzden intihar edenler bile olurmuş. Patatesi yerden almış olan kız patatesini eve götürür, ailesine durumu bildirirmiş. Aile de olur verince yarım patatesi pişirip bir pazar günü oğlanın evine gönderirlermiş. Onlar da bir sonraki pazar kızı istemeye gelirmiş. 

İşte bu gelenekten kaynaklı olarak, genç kızlar arasında yarısı başına sözü yayılmış. Patates usulüyle gelin olup giden kızlar arkadaşlarına ve kız kardeşlerine de evlilik dileklerinde bulunur ve "Yarısı başına," derlermiş. Bu söz zamanla o kadar kullanılmış ki, ilkin İskoçya'dan Britanya'ya, sonra da bütün bir Avrupa'ya yayılmış. Collier'a göre bu yarısı başına sözü zamanla değişerek darısı başına olmuş. Çinli araştırmacılarsa bunun doğru olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Li ve Zhang'a göre Ortaçağ'da İtalya'nın Umbria bölgesindeki bir köyde olabildiğince şirret bir kadın yaşarmış. Kadının asıl şirretliğiyse kocasına karşıymış. Adamcağıza etmediğini bırakmazmış. Öyle ki tüm köy halkı Massimo adlı bu adama içtenlikle acırmış. Gel zaman git zaman, bu köyde adamla zalim karısının bu halinden erkeklere yönelik bir beddua çıkıvermiş. Mesela bir kimse adamın birine beddua edecek olduğunda, "Dilerim Massimo'nun yaşadıklarını sen de yaşarsın," anlamında "Massimo'nun karısı başına" dermiş. Ve bu söz zamanla ilkin civardaki köylere, sonra kasaba ve kentlere yayılmış. Üzerinden zaman geçince de kimse artık ne Massimo'yu ne de yaşadıklarını bilir olmuş. Nihayetindeyse Massimo adı unutulmuş ve söz yalnızca "karısı başına" şeklinde söylenmiş. İtalya sınırlarını aşıp başka ülkelere yayılmasıyla beraber ise nasıl olmuşsa "darısı başına" biçimine girmiş ve günümüze kadar öyle gelmiş.

13 Mart 2013

Öküzün trene...

Dideden adlı blogdaş, "Öküzün trene baktığı gibi bakmak" sözünün kökenini merak edip üstüne bir şeyler yazmış. Bizi de severek takip ettiğini dile getirmiş, sağ olsun. Eh, madem konu açıldı, ben de üstüne bir iki söz edeyim dedim.

Şimdi efendim, peşinen şunu söyleyeyim, öküzün trene bakması ne sevgisindendir ne de merakından. Öküz treni niye sevsin, değil mi? Ne diyordu Herakleitos: "Mutluluk bedensel hazlardan kaynaklanmış olsaydı, öküzler yemek için burçak bulduklarında onlara mutlu varlıklar derdik." Buradan, öküzlerin burçağı çok sevdiğini anlıyoruz. Nasıl sevmesin, niye biz insanlar pirzola seviyoruz da niye öküzler burçak sevmesin? Burçak tamam, ama tren de neyin nesi? Demirden kocaman garip bir icat. Öküzün sevgisine mazhar olmak için hiçbir nedeni yok.


Öküz trene merakından da bakıyor olamaz kanımca. Hadi ilk gördüğünde meraklansın baksın, ama her gün her gün meraklanıp bakacağını hiç sanmıyorum. Merak dediğin bir-iki günde geçer gider çünkü. Hem, bir kere bakmayla adının çıkmış olacağını sanmıyorum. Yüzlerce, hatta binlerce kez bakmış olmalı ki adı deyimlere, belki atasözlerine karışmış.


Peki, o vakit öküz trene niye bakıyor olabilir? Nedir adına deyimler türetmiş olan bu bakışların nedeni? Ali Püsküllüoğlu'nun Deyimler Sözlüğü'ne baktım, "Öküz trene bakar gibi bakmak" maddesi, "Hiçbir şey anlamadan bön bön bakmak," diye açıklanmış. İşte, bana sorarsanız işin çıkış noktası da burası.



Her şey bakışlarda gizli. Öküz trene ne sevgisinden ne de merakından, fakat kininden, garezinden dolayı bakar. Haliyle soracaksınız, neden kin gütsün ki öküz trene? Neden gütmesin ki efendim? İnsanoğlunun şu yeryüzünde icat ettiği ilk taşıt neydi? Tabii ki öküz arabası. Peki, ondan sonra? Tabii ki tren. Ee, şimdi biri kalkıp gelsin ve senin beş bin yıldır yaptığın işi elinden alsın, kin gütmezsin de ne edersin? Şimdi sizlere yıllar önce bu konuda rüyamda ulu bir zattan dinlediğim bir mesel anlatmak istiyorum izninizle. Dinlediğimde ilkin herhalde uyduruyor diye geçirdim içimden. Ama sonraları düşününce epey mantıklı geldi.


via
Rivayete göre bir gün İngiltere'nin orta bölgelerinden birinde, bir öküz kendi halinde otlamaktaydı. Birdenbire uzaktan duyulan tiz bir sesle irkildi. Baktı, ufuktan kocaman bir kütle hızla yaklaşmakta. Olabildiğince şaşırdı. Hiçbir anlam veremedi olup bitene. Ömründe ilk defa böyle bir şey görüyordu.

Birkaç aydır yakınlarda bazı adamlar bir şeyler yapıyordu ya, nedenini bir türlü anlayamamıştı. Anlamaya da gerek yoktu zaten. Ona neydi kimin ne yaptığından. O adamlar aylar sonra çekip gittiklerinde, arkalarından, otlağı ikiye bölüp geçen, yan yana göz alabildiğine uzanan iki demir bırakmışlardı. İşte şimdi bu kocaman garip şey bu iki demirin üzerinde gitmekteydi.


O garip şey geçip gittikten, gözden kaybolduktan sonra bir düşüncedir aldı öküzü. Ne olabilirdi bu? Ömrü hayatında o kadar çok şey görmüştü de, böylesini ne görmüş ne duymuştu. Akşamı bekledi. Akşam ahırda arkadaşına anlattı meseleyi ama o da bir şey çıkaramadı. Ertesi gün oraya beraber gitmeye karar verdiler. Belki birlikte görünce o garip şey hakkında bir fikir yürütebilirlerdi.


Sabah oldu. Sahipleri onları ahırdan salınca öküzler kahvaltı etmek üzere otlağın yolunu tuttular. İş mevsimi de değildi, bu yüzden bol bol gezip otluyorlardı. Öğleden sonraydı. Otlamakla meşguldüler. Birden yabancı bir ses duyarak irkildiler. Öküzlerden biri diğerine, "İşte buydu, evet, işte bu!" dedi heyecanla. O garip şey bu kez ters yönden geliyordu. Her iki öküz de gözden kaybolup gidene dek göz kırpmadan o şeye baktılar. Daha sonra da oturup uzun uzun düşünmeye, tartışmaya başladılar. Canlı desen değil, cansız desen değildi, ne olabilirdi ki bu garip şey? Baktılar merak onları öldürecek, sahiplerine sormaya karar verdiler.


Akşam adam onları almaya geldiğinde hemen meseleyi açtılar. Adam durdu, öküzlerinin yüzüne baktı ve bir kahkaha patlattı: "Yahu, ona tren diyorlar. İnsanoğlu çok ilerledi, medeniyetimiz büyük gelişmeler kaydetmekte. O gördüğünüz tıpkı sizin arabanız gibi bir taşıt, ama arabanızla kıyasladığıma bakmayın, öyle böyle değil, çok uzun mesafeleri çok kısa sürede katediyor. Yakında çağ atlayacağız, hatta atladık bile." Öküzler sahiplerinin bu söyledikleri üzerine durup yüzüne baktılar. Hiçbir şey diyemediler.


O gün akşam ahıra gittiklerinde ikisinin de yüzünden düşen bin parçaydı. Gece boyunca gözlerini uyku tutmadı. Önce birkaç saat hiç konuşmadan düşüncelere daldılar. Gece yarısından sonra ise konu üzerine uzun uzun konuştular, sabah olup da ortalık aydınlandığında hâlâ bitmemişti konuşmaları.


Peki, neydi öküzleri bu denli düşünceye sevk eden? Ne olacak, yukarıda da söyledim, pabuçlarının dama atılacağını sezmişlerdi oracıkta. Düşüncelere dalmayacaklardı da ne yapacaklardı? Nitekim o iki öküzün orada gördükleri kısa zamanda bütün Britanya'ya, oradan Avrupa'ya, oradan da dünyaya yayıldı. Artık öküzler için bu dünya, içinde karamsarlıktan, umutsuzluktan, kederden başkaca bir şey olmayan bir yer haline geldi.


Uzatmayalım, yeryüzünün bütün öküzleri, oldukça haklı bir nedenden ötürü, o günden sonra tren denen o canavara düşman kesildi. İşte, o gün bugündür dünyanın neresinde olursa olsun, bir öküz bir tren gördüğünde, atalarından devraldığı genetik bir mirasla içindeki kini bakışlarıyla çıkarıp orta yere serer. Ne yapsın garibim?

6 Nisan 2012

Saksağan

Neredeyse her gün birçok saksağan görüyorum dağ başındaki köyümüzde. Kaç kezdir, "ne de yerinde söylemiş atalarımız", diyorum, "sahiden de dağ başında ne çok saksağan varmış." Halbuki yanılıyormuşum.

Çoğunluk "dağ başında saksağan vur beline kazmayı", şeklinde bilir, düne kadar ben de öyle sanıyordum. Meğer doğrusu "dam üstünde saksağan, vur beline kazmaynan"mış.

6 Mart 2009

Cemaziyelevvelini Bilmek

Osmanlılar'da yaygın bir arşiv geleneği vardı. Devlette ne olup bitiyorsa arşivlenirdi. Bir devlet kaleminde her ayın evrakı toplanır, bezden bir torbaya doldurulur, torbanın üstüne de o ayın ismi yazılır ve arşive kaldırılırdı.

Vakti zamanında bir devlet memuru, ricayla yoksul bir yakınını bir kalemde işe aldırmış. Adam o kadar yoksulmuş ki üzerine giyecek bir gömleğe dahi minnet edermiş. Öyle ki bir gün, eski bir arşiv torbasının bezinden kendine bir gömlek diktirmiş. Arşiv torbasında da önceleri cemaziyelevvel ayının evrakı saklanmış olduğundan üzerinde Arap alfabesiyle cemaziyelevvel yazarmış. Gömlek dikilip adam giymeye başlayınca da tam sırtında bir mühür misali cemaziyelevvel okunmaya başlamış.


Gel zaman git zaman, adam devlet kapısında zengin olmuş ve geçmişini unutmaya başlamış. Çok kibirli biri olup çıkıvermiş. Bir gün kendisini çok önceden tanıyanlardan biri onun bu halini görünce "Biz onun cemaziyelevvelini de biliriz" deyivermiş.


Ne de güzel söylemiş. O gün bu gündür, benzer bir durumla karşılaşınca aynı deyimi kullanırız.
Sayfa başına git