*
Bir at çimenlikte otluyor. Sonbahar geldi, pek çimen kalmadı ama sulak bir yer, yine de fena sayılmaz. Atın küçük bir yavrusu var. Belli ki pek uzun zaman olmamış doğalı. Hayvanlar genelde ilkbaharda doğururlar ama bu at yazı seçmiş. Annesi otluyorken yavrusu da durmadan onu emiyor.
*
Bizim köyde, daha önce de birkaç kez yazmıştım, dağ eriği, dağ elması, yabanarmudu, kuşburnu, üvez gibi doğal meyveler bol miktarda yetişir. Yabanarmutları tatlılaşmaya başlamışlar. Dağ erikleri de kıpkırmızı bir renk almışlar. Üvezler de hiç fena değil. Elma bu yıl az.
*
Bu vakitlerde ayılar da aşağılara, köyün eteklerine inerler. Kış uykusuna yatmadan önce semirmek için ne bulurlarsa yerler. Armut bu yıl bol, ayılar pek bir seviniyordur şimdi. Son üç yıldır bu vakitlerde makinemi kapıp ayının takıldığı yerlere gidiyordum ama ayı bir türlü bana görünmek istemiyordu. Öyledir, gündüzün hiç ortalıkta dolaşmaz ayı, bir ağacın kovuğunu kendisine mesken tutar ve hava kararmadıkça da kolay kolay çıkmaz. Gene de yılda bir-iki kez uzaktan insanlara göründüğü olur. Görüp fotoğrafını çekmek bir türlü nasip olmadı. Bu kez yanımda çocuklar olduğu için ayının bölgesine yaklaşmadım.
*
Yaban hayvanlarının varlığı beni çok sevindiriyor. Doğanın henüz bütünüyle insanlaşmadığının en elle tutulur göstergesi. Çocukluğum boyunca annem hep gördüğü yaban hayvanlarını anlatırdı bize. Tabii, o zamanlar çok daha fazlaymış sayıları. Mesela rengârenk bir ördek türü vardır, angut, bir zamanlar bu yaylalardaki göletlerde binlercesi varmış, herkes bahseder durur, ne yazık ki şimdi binde bir rastlanıyor. Sayıları giderek azalan pek çok kuş türü daha var. Çobanaldatanların sayısında bile gözle görülür düşüş var. Çocukken hemen her gün onlarcasını görürdüm, şimdi tek tük görüyorum. Ayı diyorduk, ayı da eskiden çokmuş, şimdi o kadar olmasa da yine de var. İşin iyi tarafı bu yöredeki ayılar insandan zarar görmemişler. O yüzden saldırı tehlikesi de yok denecek kadar az. Bir ayı insana saldırıyorsa muhakkak başka insanlardan zarar görmüştür. Bayramda fırsat bulursam bir daha gideceğim, umarım bu kez bulurum. Birkaç kez kurt gördüm de, son yıllarda hiç ayı görmüşlüğüm yok. Umarım gelecekte çocuklarımız da bizim gibi şanslı olurlar da bizden dinlemekle yetinmez, görürler yaban hayvanlarını.
*
Birkaç yıl önce köye bir tilki dadanmıştı. Havanın kararmasını bile beklemeden uluorta köyün içine kadar geliyor, gözüne kestirdiği bir kümese dalıyor, Allah ne verdiyse alıp götürüyordu. Çok sayıda tavuk, hindi ve kaz götürdü o yıl. Bense hâlâ tilkinin o cesaretine şaşıyorum. İnsanları görünce kaçmıyordu. Hatta taş atıldığında bile bir-iki adımdan daha öteye gitmiyordu. Herhalde insanları taklit ediyordu, insanlar da doğaya dadanırken pek korkusuz davranıyorlar ya hani.
*
Ne diyorduk, yeğenlerimle iki saat kadar dolaşıp geldik. Dağ havası çektik içimize. Benim yabani bir ağaçtan birkaç yaprak koparıp aldığımı gören küçük kız yeğenim de yaprak istedi. Ona da birkaç tane koparıp verdim, söylediğine göre annesine hediye edecekmiş onları. Köye vardığımızda yapraklarını unuttuğunu anımsadı. Küçük bir kaynak bulup su içmek için durmuştuk, orada unutmuş. Bunun üzerine büyükçe bir ceviz yaprağı koparıp verdim. Ben de yapraklarımı yanımda eve getirdim, rafta duruyorlar.
*
Dağ havası demişken, pek çok insan dağ havasını daha sağlıklı sanır. Sağlıklı olmasına sağlıklıdır ama havanın kendisinden ötürü değildir bu. Yükselti arttıkça oksijen miktarı azalır, böylece insan farkında olmasa da daha sık soluk alıp verir. Böylelikle beyne daha çok temiz hava gitmiş olur. Yükselti düştükçe de tam tersi olur. Mesela bir deniz kıyısında oksijen miktarı daha fazla olduğundan, insan daha seyrek soluklanır. Böyle olunca da beyne daha az oksijen gitmiş olur. Bununla birlikte, araba egzozlarından, ev, iş yeri ve fabrika bacalarından çıkan zehirli gazlar olmadığı için dağ havası çok temizdir.
*
Böyle işte, ilk gün böyle geçti. İkinci günüyse neredeyse tamamen içeride geçirdik. Çünkü bir önceki günün aksine hava kapalıydı ve aralıklarla akşama kadar yağmur yağdı. Hem bir dağ köyü olması, hem sonbaharın başlamış olması, hem de yağmur yağıyor olması havayı da mevsime göre epey soğutmuştu. Ben de zaten ceketimi giyip de gitmiştim köye. Artık yavaş yavaş kışlıklar çıkmaya başlıyor zaten.Hava kararmak üzereyken yağmur yine şiddetlendi, üstüne bir de müthiş bir fırtına çıktı. Karşı köy tamamen gözden kayboldu. Birkaç yıl önce de böyle bir fırtına kopmuş ve onlarca ağacı kökünden sökmüştü. O kalın ağaçları görünce rüzgârın sandığımdan kat be kat daha güçlü olduğunu bir kez daha görmüştüm. Neyse ki fırtına bu kez uzun sürmedi, yoksa yine ağaçları devirmesi işten bile olmayacaktı.
*
Sağlam olmayan ağaçlar fırtınada kırılır, sağlam olanlarsa kırılmaya karşı dirençli olsalar da köklerinden sökülürler. Ama en sağlamlarına hiçbir şey olmaz. İnsan da öyle değil midir?
*
Fırtınadan ötürü elektrik de kesikti. Biz de lamba ışıklarında oturup sohbet ettik. Sonra da, hem elektrik olmadığından, hem de sabahın köründe kalkacağımızdan erkenden yataklarımıza girdik. Gelgelelim benim uykum yoktu. Ben de yağmurun sesini dinledim boyuna. Bilen bilir, Doğu Anadolu karlı memleket olduğu için evlerin çatısında kiremit kullanılmaz. Onun yerine çelik sac kullanılır. Yağmur yağıp da çatıları dövünce çok huzurlu bir ses çıkar ortaya. Hele de geceyse. İşte ben de dün gece geç saatlere değin bu huzuru yarım yamalak yaşadım. Yarım yamalak diyorum, çünkü bir yandan yağmurun ve rüzgârın sesine vermiştim kendimi, bir yandan da düşüncelere ve hayallere kapılmıştım. Bir ara öyle güzel bir hayal kurdum ki, tuvalete gitmem icap edip de hayalden gerçeğe dönünce pek bir üzüldüm. Hayalimde eski zamanlarda küçük bir köyde yaşıyordum. İki katlı bir ev yapıyordum kendime. Kışın karlar yağınca çok mutlu oluyordum. Sabah erkenden kalkıp gece boyunca düşmüş karı atıyor, böylece günümün yarısını evin önünü, etrafını temizlemekle geçiriyordum. Biraz da atımın bakımıyla ilgileniyordum doğal olarak. Ama nasıl bir at, görmeliydiniz, kapılardan geçmez, safkan... Kışın günler zaten kısa olduğu için havanın kararmasına az bir zaman kala küçük evimin üst kattaki küçük odasına çıkıyor, küçük pencerenin yanına iyice bir kuruluyor, cayır cayır yanan sobanın sıcaklığında karşıki dağları izliyordum. Dağdan köye doğru gelen kurtlar çarpıyordu gözüme. Akşam olunca da kurtların eve iyice yaklaşan seslerini dinliyordum. Hasbelkader gökyüzü açıksa kurt ulumaları eşliğinde yıldızları izliyordum.Ne güzel, değil mi? Adı üstünde, hayal işte. Güzel olan her şey aslında hayal. Platon haklıydı galiba, güzelin de hakikisi öbür her şey gibi bizim kafamızda bir idea olarak durur, gördüklerimiz, dokunduklarımız ise onların birer gölgesi yalnızca. Sözün kısası, hayaller gerçeklerden daha güzel. Zira hayalde dilediğimiz her şey olur, gerçekte olanlarsa dilediğimizin çok az bir bölümüdür.
Cok guzel.
YanıtlaSilOralari oyle ozluyorum ki.
O zaman en mantıklı yol seninle memleketleri değiştirmek. Zira ben de, burada bu kadar yaşadığım yeter diye düşünüyorum. :)
SilAl al al, hemen al Ankara'yi :))
SilValla alırım vermem, o kadar yani. :)
SilŞöyle bir hikaye vardır kim söylemiş bilmiyorum; bir armatör bir gün bir balıkçı köyüne gitmiş amacı oraya yerleşmek, artık basit bir yaşam sürmekmiş. Küçük bir ev, az gelir, az gider gibi. Kıyıda bir Balıkçı görmüş. Küçük kayığında tuttuğu balıkları ağından ayıklıyormuş. Armatör demiş; ne yapıyorsun, nasılsın, bunlar sana yetiyor mu? Yetiyor demiş balıkçı. Şu tepede küçük bir evim var. Bir ailem. Bunları sabahtan satar, geçinir gideriz. Gün içinde de buralarda gezinirim. Armatör; buralar da balık çok verimli görünüyor, kayığını büyütsen, daha fazla balık tutsan, sonra daha büyük bir tekne alsan daha çok kazansan. Ama ozaman daha çok çalışmam, bütün gün denizde olmam gerekir demiş balıkçı. Evet ama çok para kazanırsın, daha büyük bir ev yaparsın, başka yerleri gezersin. Sonra demiş Balıkçı; sonra böyle küçük bir kayık alırsın, küçük bir kasabaya yerleşirsin, basit, mutlu yaşar gidersin... Ben zaten şimdide öyle basit, mutlu yaşıyorum demiş balıkçı...
YanıtlaSilBen, beş altı yıl önce ya da emin değilim, eskiden, bu hikayeyi tam doğru bulurdum. Ama artık düşünüyorum ki; bulunduğun yere dışarıdan bakabilmek için gidip gelmek gerekiyor. Şart olmasa bile önemli. Çok önemli. Ancak o zaman daha güzel, daha anlamlı bakabiliyorsun geldiğin yere galiba. Bir zaman sonra çünkü, bulunduğun yerde sırf kendi gözlerinle görebilmek zorlaşır, kollektif bakışa, anlayışa ister istemez yenik düşer insan. Yavaş yavaş ölür, farketmez bile... Oysa sahici bir sarsıntı sahte bir dengeden iyidir... Artık böyle düşünüyorum. Ve keşke, nihai amacı- basit yaşamın güzelliğini- hep başkalarının değil, kendimizin de ölebileceğini, mutluluğun gelecekte planlanan bir şey olmadığını unutmayabilsek keşke... Insanı hem bu "çağa" getirmiş hem de dünyayı "bu hale" getirmiş hırsımıza yenilmesek keşke...
Güzel yazı.
Ben hiç üvez görmedim galiba. Bir de kırmızı dağ eriği..
Hayatta kal...
Merhaba Aze, o hikâyenin bir versiyonunu ben de paylaşmıştım. Tabii ben, başlıktan da anlayacağın gibi, başka bir bağlamda değerlendirmiştim.
Sil*
Söylediklerine katılıyorum, sahiden de sahte bir dengedense sahici bir sarsıntı yeğdir. Hayat bizi oraya buraya savuruyor da neyin ne olduğunu anlamıyoruz çoğu kez. Aslında anlamak çok da zor değil ama bunu düşünmek de istemiyoruz. Kolay yaşamak işimize geliyor. Ne var ki kolay yaşam da öyle çekici bir yaşam değil. Kaliteli yaşam biraz zor olmalı değil mi? Sürüden ayrılınca güzellikleri görmeye başlar insan. Ne diyelim, sahici bir yaşama ermek dileğiyle.
*
Bir gün belki üvez ve dağ eriği yersin, belli mi olur.
Sevgiler...