Peygamberin ümmeti dokuzuncu yüzyıldan sonra kendi kaderinin iplerini elinden kaçırmıştı. Yöneticilerinin hemen hepsi yabancıydı. İki yüzyıllık Frenk işgali boyunca gözlerimizin önünde resmi geçit yapan onca kişilikten hangileri Araptı? Vakanüvisler, kadılar, birkaç yerel emir (...) ve iktidarsız halifeler. Ama iktidarı asıl elinde tutanlar ve hatta Frenklere karşı mücadelenin belli başlı kahramanları -Zengi, Nureddin, Kutuz, Baybars, Kalavun- Türk’tü; el-Efdal Ermeni’ydi; Şirkuh, Selahaddin, el-Adil, el-Kâmil Kürt’tü. Bu devlet adamlarının çoğu kültürel ve duygusal açıdan Araplaşmıştı haliyle; ama Sultan Mesud’un 1134’te Halife el-Müsterşid’le tercüman aracılığıyla konuştuğunu unutmayalım; çünkü Bağdat’ın kendi boyu tarafından fethedilmesinden seksen yıl sonra bile bu Selçuklu sultanı tek kelime Arapça bilmiyordu. Daha da kötüsü: Arap veya Akdeniz uygarlıklarıyla hiç ilgisi olmayan çok sayıda bozkır savaşçısı durmadan gelip yönetici askeri kasta katılıyorlardı. Baskı altına alınan, ezilen, horlanan, kendi topraklarında yabancı konumuna düşürülen Arapların yedinci yüzyılda başlamış kültürel gelişmeyi sürdürmeleri olanaksızdı. Frenkler geldiğinde bulundukları yerden bir adım ileri gidemeyip geçmişin mirasını yemekle yetinmeye başlamışlardı bile. Ve bu yeni istilacılardan birçok alanda üstün olsalar da, gerileme dönemine girmişlerdi aslında.
Arapların [bir diğer] “hastalığı”, istikrarlı kurumlar inşa edememeleridir. Frenkler ise Doğu’ya gelir gelmez gerçek anlamda devletler kurmayı başarmışlardır. Kudüs’te saltanat verasetinde genellikle bir çatışma çıkmıyordu; krallık meclisi hükümdarın siyaseti üzerinde etkili bir denetim kuruyor ve ruhban sınıfının iktidar oyunundaki rolü de kabul ediliyordu. Müslüman devletlerde ise durum hiç böyle değildi. Her monarşi, hükümdarın ölümüyle bildikte sallanıyor, iktidar ne zaman el değiştirse iç savaş tehlikesi yaşanıyordu. Bu hadisenin tüm sorumluluğu, devletlerin varlığını bile sürekli tehdit eden, o ardı arkası kesilmeyen istilalara yüklenebilir mi? Suçu, ister doğrudan Araplar isterse Türkler veya Moğollar söz konusu olsun, bölgeyi egemenliği altına alan halkların göçebe kökenli oluşunda mı aramak gerekir? (...) Aynı sorun, çok az değişmiş bir ilişkiler toplamı içinde, yirminci yüzyıl sonu Arap dünyasında da hâlâ gündemde[dir].
İstikrarlı ve kabul gören kurumların bulunmamasının, özgürlükler üzerinde de belli sonuçlara yol açması kaçınılmazdı. Batılılarda, Haçlı Seferleri döneminde, hükümdarın iktidarına ihlal edilmesi epey güç ilkeler yön verir. Üsâme, Kudüs Krallığı’na yaptığı bir ziyarette, “şövalyeler bir karar verdiklerinde, kralın bunu değiştiremediğini veya bozamadığını” saptar. İbn Cübeyr’in Doğu seyahatinin son günlerine ait şu tanıklığı daha da anlamlıdır:
Tibnin’den ayrıldıktan sonra, ardı arkası kesilmeyen bir dizi çiftlik ve köyden geçtik; topraklar gayet güzel sürülmüştü. Buraların tüm sakinleri Müslüman, ama Frenklerle iyi geçiniyorlar. (...) Evleri kendilerine ait ve mallarına, mülklerine de hiç dokunulmamış. Suriye’de Frenklerin denetimi altındaki bölgelerin hepsinde bu düzen geçerli: Araziler, köyler ve çiftlikler Müslümanların elinde kalmış. Kendi durumlarını Müslüman bölgelerinde yaşayan din kardeşleriyle kıyasladıklarında, bu adamların çoğunun gönlüne kuşku düşüyor, çünkü Frenkler onlara hakkaniyetle davranırken, öteki taraftakiler kendi dindaşlarının adaletsizliğine maruz kalıyor.
Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleriİbn Cübeyr endişelenmekte haklıdır, çünkü bugün Güney Lübnan olan bölgenin yollarında çok ağır sonuçlara gebe bir gerçekliği keşfetmiştir: Frenklerdeki adalet anlayışı, Üsâme’nin de vurguladığı gibi, “barbar" diye nitelenebilecek bazı yönler içerse de, onların toplumu “hak dağıtıcı olma” avantajına sahiptir. Yurttaş kavramından henüz eser yoktur kuşkusuz, ama feodallerin, şövalyelerin, ruhban sınıfının, üniversitenin, burjuvaların, hatta “kâfir" köylülerin, herkesin çerçeveleri gayet iyi belirlenmiş hakları vardır. Arap Doğusu'nda mahkemelerin yargılama usulleri daha akılcıdır; yine de baştaki emirin keyfi iktidarının hiçbir sınırı yoktur. Bu yüzden hem ticaret kentlerinin gelişimi hem de fikirlerin evrimi gecikmiştir.
Hatta, İbn Cübeyr'in tepkisi daha yakından düşünmeyi de hak etmektedir. Hem “melun düşman"ın vasıflarını kabul etme dürüstlüğünü göstermekte hem de Frenklerin hakkaniyetinin ve iyi idarelerinin Müslümanlar açısından ölümcül bir tehlike olduğu kanısından hareketle beddualar yağdırmaktır. Müslümanlar, refahı ve rahatlığı Frenk toplumunda bulurlarsa dindaşlarına -ve dinlerine- sırt dönmezler mi? Seyyahın bu tavrı, ne denli anlaşılabilir olursa olsun, kardeşlerinin de mustarip olduğu bir hastalığın da belirtisidir: Haçlı Seferleri'nin en başından en sonuna kadar, Araplar Batı'dan gelen fikirlere açılmayı reddetmişlerdir. Uğradıkları saldırıların belki de en yıkıcı etkisi bu alandadır. İşgalci açısından topraklarını fethettiği halkın dilini öğrenmek bir hünerdir; istilaya uğrayan halk açısından fatihlerin dilini öğrenmek ise bir taviz, hatta ihanettir. Gerçekten de çok sayıda Frenk Arapça öğrenirken birkaç Hıristiyan dışında memleket nüfusu Batılıların dillerine kulaklarını tıkamışlardır.