20 Eylül 2010

Saat Kulesi

Nereden gelmiş bu denizsiz kente
Bu yaşlı martı
Konmuş saat kulesinin üstüne
Öyle bir zamansızlıktan izliyor beni
Çağırsam hemen çıkıp gelecek, biliyorum
Çok eski bir oyundan kılıksız bir haberci gibi.

Her şey yitip gidiyor
Üstelik bu akşamüstü saatlerinde
Şu akarsu ne kadar eski, şu tepe ne kadar eski
Oysa yepyeni görünüyor ikisi de.

Şakalaşmakta zamanla saat kulesi.

Edip Cansever

13 Eylül 2010

Dağla Kuş

Bir dağ ışıklarla oynardı
Yücesinde göğün
Özlemle bakardı dağa bir kuş.
Bir dağ ışıklarla oynardı
Tam ağarırken
Devler gibiydi allarda.
Bir dağ ışıklarla oynardı
Büyürdü doruğunda mor,
Uykusu gün batısının.
Bir dağ ışıklarla oynardı
Öyle çok yıldız vardı ki uzaklarda
Kocaman bir masaldı geceleyin.
Bir dağ ışıklarla oynardı
Böylesine yükselir de neden uçmaz
Ermedi kuşun usu dağa.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

6 Eylül 2010

Gülüşün Eklenir Kimliğime

Gün biter gülüşün kalır bende
anılar gibi sürüklenir bulutlar
Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır
yarım kalan bir şiir belki de

Aykırı anlamlar arayıp durma
güz bitip sular köpürür de
kapanmaz gülüşünün açtığı yara
uçurum olur zaman her gece

Her gece yeni bir savaş başlar
acı ses olur, ses deli yağmur

Sığındığım her yer adınla anılır
ben girerim sokağı devriyeler basar
Bir de gülüşün eklenir kimliğime.

Ahmet Telli

1 Eylül 2010

Kıssadan hisse

Ağustos 29, 2010
00:20

İki üç saat kadar önce Bodrum çarşısındaydım. Yalıkavak'tan gelmiş Bitez'e gidecektim. Hava güzeldi, hafiften esiyordu. Biraz gezmek çekti canım. Kendimi sahile doğru bıraktım.

Eylül geldi gibi... Ramazanın ne kadar etkisi var bilmiyorum, turist sayısında gözle görülür düşüş var. Hoş, göze yabancıdan çok yerli turist çarpıyor ya...

Biraz sonra Barlar Sokağına doğru saptım. Saat henüz erken ancak sokak yine de seyrek. Sırtımda çantam biraz kabarık duruyor. Barlar sokağının girişindeki camide teravih namazı öncesi imam vaaz veriyor. Ses dışarıya da verilmiş. Barlarla cami bir arada. Başka yerde olsa buna tezat mı dersiniz, paradoks mu?... Ama burası Bodrum, burada tezat yoktur.

Dikkatimi camiden, sokağın girişinde solda duran bara çeviriyorum. Kimse yok. Bir adam tek başına oturmuş, önünde bir şey var mı yok mu, içiyor mu içmiyor mu fark edemiyorum. Bir yerlere dalıp gitmiş, o da bir şeyin farkında değil. "The oldest pub of the town" yazılı tabela kaldırılmış mı yoksa ben mi fark edemedim? Geçip gittim...

İki yüz metre gibi yürüdüm sokakta. 'Bomboş'. "Geri dönüp sahilde biraz vakit öldüreyim bari..." Döndüm geliyorum, balıkçıların ora azıcık kalabalık, sokak zaten daracık. Öbür yöne yürüyenlerden bir kadına sırt çantam az sert çarptı. Koluna galiba. Bu dar sokakta gayet olağandır bu, yoksa bana mı öyle geliyor? Arkamdan bir ses duydum: "Yavaş!" Döndüm baktım, banaymış. Çarptığım (belki de bana çarpan) kadının oğlu. 16, 17 var yok. Babası, annesi, kendisi, üç kişiler. Ebeveyn yaşlıca ama, 60 falan... İhtimal, İstanbul'dan gelmişler.

"Yavaş!" diye seslendiği kişinin ben olduğumu anlayınca, bakışlarımı onun gözlerinde sabitleyip birkaç saniye betonlaştırdım suratımı. Korktu çocukcağız ama belli etmedi. Ona doğru gideceğimi sandı. Gideceğim taktirde ne yapacağını bilemiyordu, gözlerinden belliydi.

Anası kadıncağızsa, ben durup döner dönmez bir an önce uzaklaşıp gitmek için çocuğun kolunu tutmuştu bile. Gittiler. Ben de yoluma devam ettim. Nedense kadının davranışını düşündüm. İçimden "Helal olsun teyze!" dedim. "Beladan böyle kaçılır." Bu sefer kendime güldüm, "bela ben mi oluyorum bu durumda!"

Birçok kıssadan hisse geliyor insanın aklına. Hepsini söylemek dağıtır biraz, bir tanesini yazıp bitirelim. İnsan bazen başkalarına hiç olmadığı gibi görünür. 
Sayfa başına git