3 Aralık 2017

Bilinmez

Rüyamda adamın biri gelip kendini Müdür diye tanıttıktan sonra ne rüyası görmek istediğimi soruyor. Gülüyorum. Neye güldüğümü soruyor. “Bu ismi nereden buldun,” diyorum. “Nereden bulduysam buldum,” diye cevaplıyor. “Ben,” diyorum, “gerçek hayatta pek çok arkadaşıma Müdür diye hitap ediyorum da...” Şaşırarak soruyor: “Gerçek hayat?” 

Sustuğumu görünce kendi cevabını kendi verircesine sürdürüyor: “Bunun bir rüya oluşu gerçek olmadığı anlamına gelmez dostum. Hem sonra, bunun hayat olduğunu da nereden çıkardın? Bir rüyayla bir hayat büsbütün farklı şeylerdir.”

Hoşuma gidiyor bilgece sözleri. Sanki uzun uzadıya konuşacakmış da ben de keyifle dinleyecekmişim gibi arkama yaslanıyorum. Fakat bunu görünce silkinip sorusunu yineliyor: “Ne rüyası görmek istiyorsun?”

“Kafam karıştı,” diye yanıtlıyorum, “bu zaten bir rüya değil mi? Demin bunun bir rüya olduğunu kendin dedin. Şimdi rüya içinde rüya göreceğim, öyle mi? Üstelik de dilediğim rüyayı?”

Kollarını bağlayıp hafifçe gülümsedikten sonra, “Evet,” diyor, “senin gibi bahtsızlar ancak rüyalarında diledikleri rüyayı görebilirler.” Bunu duyunca çok üzülüyorum. Üzüntüm beni huzursuz etmiş olacak ki uykum bölünüyor, uyanıyorum. Telefona uzanıp saate bakıyorum, üçü yirmi yedi geçiyor. Karanlıkta bahtsızlığıma üzülüyorum bir süre daha, rüyada değil, gerçekte. “Rüyada bile dilediğin rüyayı görmen için önüne seçenek konuyor fakat dileyemeden uyanıyorsun be bahtsız adam,” diye geçiriyorum içimden.
***
Rüyalardan gerçeklere geçelim. Bir arkadaşımızın annesi öldü. Haberi alır almaz üç-dört arkadaş evlerine gittik. Cenaze şehir dışında, bir aydır yatmakta olduğu hastanedeydi, oradan yola çıkmış geliyordu. Bizler de mezar işiyle uğraşalım diyerek gerisin geri çıktık evden. Benle Yunus Çay bizim eve gidip kazma kürek alıp diğer arkadaşların yanına döndük. Onlar da kürek mürek ayarlamıştı, binip mezarlığa gittik. Annesini kaybeden arkadaşımız da bizimleydi. Bizim mahallenin mezarlığı olabildiğince dolu. Neredeyse hiç yer kalmamış. Kalan da 2011 depreminde dolmuş dediklerine göre. Her yer mezarla dolu olunca haliyle kepçe filan giremiyor, mecburen elle kazılıyor mezarlar. İlk olarak sekiz-on dakika arayıp bir yer bulduk. O sırada muhtar geldi. Mezar kazıcılığı yapan birileri varmış. İki mi üç mü kardeşmiş bunlar, filankesin oğulları derlermiş, bir saate varmadan mezarı kazıp bitirirlermiş. Muhtar numaralarını bulup aradı fakat adamlar Mersin’e mi nereye portakal yükleyip getirmeye gitmişlermiş. Akşamın karanlığında cep telefonu fenerleriyle başladık kazmaya. Toprak sert. Hava da tıpkı bugün olduğu gibi epeyce soğuk. Hiçbirimiz kazma küreğe alışkın tipler değiliz. Her birimiz en son bilmem kaç yıl önce eline kürek aldığını söylüyor. Ben mesela, en son üniversitenin birinci sınıfını bitirdiğim yaz tatilinde inşaatta çalışmışım. İşin kötüsü, hepimiz hastayız. Kimimiz nezle olmuş, kimimizin boğazı dolmuş, kimimiz öksürüp duruyor. Üstüne bir de işe bak ki hepimiz kahvaltıyla duruyoruz, kimse öğle yemeği yememiş. Fakat bunların hiçbiri umurumuzda değil doğrusu. Duraklamadan çalıştık. Kazdıkça derinleşti, bir de baktık bitirmişiz. İki saatimizi aldı. Hepimiz şaşırdık bu işi nasıl çıkardığımıza. Kadınların mezarı erkeklerinkinden daha derin oluyormuş, onu da yenice öğrendim. Mezarı bitirip cenaze evine döndük. Kadınlar filan toplaşmışlardı, kimisi ağlıyordu. Erkeklerse odada sessizce oturuyorlardı. Arkadaşımızın babasını gördük. Beş dakika kadar oturduk. Çay ikram ettiler, içip kalktık. Çarşıya gittik. Bir başka arkadaşımızın çorbacı dükkânı geç vakte kadar açık. Sobası cayır cayır yanıyor. Her birimiz ikişer kâse sımsıcak çorba içip kendimize geldik. Sonra tekrar cenaze evine. Oradan da cenazeyi karşılamaya. Şehrin kırk-elli km. dışına çıkmıştık ki cenaze arabasıyla karşılaştık. Vakit tam gece yarısıydı. Getirip hastanenin morguna kaldırdık, oradan da evlere dağıldık. Sabah da erkenden gidip defnettik.

Arkadaşımızın annesi 78 yaşındaydı, uzunca süredir KOAH hastasıydı. Bütün cenazelerde hep duyduğumuz o bilindik sözleri gene duydum birkaç kez: “Dünya fani.” “Her şey boş.” “Tek gerçek ölüm.” Bense yıllar önce bir yerlerde okuduğum, çok hoşuma giden o sözü bir kez daha tekrarladım arkadaşlarıma: “Günün birinde hepimiz ölmüş olacağız.” Bu gördüğümüz yüzlerce, binlerce insandan hiç kimse yüz yıl sonra burada olmayacak. 
***
Yunus Çay’ın ilkokuldaki kızı hafta sonları kursa gidiyormuş. Bitiş saatine yakın kızı alıp eve bırakmaya gittik. Okul taziye evine yakın. Okulun bahçesinde liseden ikimizin de sınıf arkadaşı M.yi gördük. Bu okulda öğretmen. Epey olmuştu görmeyeli. M. ile çok iyi arkadaştık lisede. Aradan yıllar geçmiş su gibi. Yatılıydı okulumuz. Evi yakın olan bizler hafta sonu tatiline çıkardık. Cuma gününe önemsiz dersler konmuştu. Bundan ötürü son derse kadar boşuna beklemeyip erkenden kaytarmak en iyisiydi. İşte o yıl M.yle gayet iyi işleyen bir düzen oturtmuştuk. Cuma gününün ikinci, bilemedin üçüncü teneffüsünde kendimizi hastalığa vurur, müdür yardımcısının kapısını çalar, bize sevk kâğıdı vermesi için bir şeyler uydururduk. Hoca haliyle inanmazdı bize ama ne yapar eder, bazan sakız gibi yapışır, sevki almayı başarırdık. Kapıdan çıkar çıkmaz da sabahtan hazırladığımız çantamızı kapıp kaçardık. Ne güzel günlerdi.

Yukarıda rüyamı anlatırken bahtsız olduğumu söyledim ya, evet, tek bahtsız ben değilim elbette, bunun gayet iyi farkındayım. M. küçücük yaşta anasını kaybedip öksüz büyümüştü. Kadere bak ki kendi çocukları da babalarının kaderine ortak oldular. On yıl kadar önce okulu bitirip öğretmen olduktan sonra evlendi M. İki-üç yıl aradan sonra eşinin ikinci doğumunu yaparken öldüğünü duydum bir gün. Bir süre sonra çarşıda karşılaştık, çok üzgündü, “İki yavrucağı geride bırakıp gitti,” dedi.

Hayat böyle bir şey işte. Koca bir muamma. Bir anlaşılmazlıklar, bilinmezlikler sistemi. 
***
Arkadaşımız M.’den ayrılınca eski günleri yâd ettik biraz. M.nin hiç değişmediğini söyledim. Yunus güldü. İçi elbette değişir insanın fakat dışında hakikaten de neredeyse hiç değişiklik yoktu arkadaşımızda. On beş yıl önce nasılsa bugün hâlâ öyle. Bir an M.’nin yerinde olmak istedik. O okulu bitirir bitirmez atanmıştı, bizse bir türlü atanamadık, ikimizin de içinde kaldı öğretmenlik illeti. Sonra biraz daha düşününce insan gerçekten başkasının yerinde olmak ister mi ki, diye geçirdim içimden? Bir insanın hayatının ne kadarının, neresinin yerinde olmak isteriz mesela? Sevgili arkadaşımız M.nin bahtsız hayatının neresinde olmak isterdik ki? Belki de herkes olması gerektiği yerdedir, kim bilir. Son tahlilde, günün birinde hepimiz ölmüş olacağız.

2 yorum:

  1. Başınız sağolsun ...
    İnsan hayatları; dışı seni içi beni yakar ...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Derin.
      Evet öyle, insan var oldukça hikâyesi de sürecek, kimileyin komik, kimileyin acıklı...
      Selamlar...

      Sil

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git