Mart ayına da hastanede giriyorum. Oldukça sıkıntı verici. Yapacak bir şey yok. Okunacak kitap da yok. Hastanenin odalarında TV var ama bizimkinde yok. Pek de küçük bir yer. Asker Hastanesi tamiratta olduğu için Devlet Hastanesinin küçük bir binasını oraya tahsis etmişler, yatan hastalar için. Tek faaliyetim pencereden dışarıyı seyretmek. Hapislikten bir farkı yok. Bir an önce yüzümün iyileşmesini bekliyorum. Günlük münlük de yazıyorum ama hep değil. Porsuk Çayı ağır aheste akıp gidiyor.
Martın başlarında taburcu oluyorum. Doktor artık yüzümün kendiliğinden iyileşeceğini söylüyor. İlaç falan yok yani. Zaten yüz felcinde pek ilaçlı tedavi de yok. Kortizonlu ilaçlar veriyorlar ilk günlerde o kadar. Onlar da sağlığa olabildiğince zararlı.
Yine bölüğüme, işimin başına dönüyorum. Yüzümde ilk günlere nazaran bir iyileşme var ama daha istenen şeklini almasına çok var. Askerliğin bitmesine de altmış-yetmiş gün var.
Rutin geçen mart ayının sonunda tekrar gidiyorum hastaneye. Kontrol adı altında gidiyorum ama pek umudum yok. Zira doktor diyeceğini dediydi önceden. Birbirimize bakıp duruyoruz. Hayatımda ilginç insan görmüştüm de böyle ilginç doktor görmemiştim. Git diyecek ama diyemiyor. Bakıyor ben ısrarcıyım, tekrar yatırmaya karar veriyor. Kısacası nisan ayına da hastanede yatarak giriyorum.
Allah'tan günler çabuk geçiyor. Hepsi birbirinin aynı ama. Mekan aynı olunca günler birbirine karışıyor, onları ayırt etmek zorlaşıyor.
Bu ikinci yatışımda ha bire odam değişiyor. Hoşuma da gidiyor hani, hep aynı odada kalmak sıkıntıyı katlamaktan başka neye yarar ki bir hastanede? Bazen alt kata düşüyorum ki sormayın, odalar basık, kasvetli. Üst kattakiler daha ferah; en azından pencereden daha fazla ışık giriyor ve de dışarıyı seyredebiliyorsun.
Gazete ne büyük nimet! Dedim ya, hapislikten farkı yok buranın, dışarı çıkmak yasak, böyle bir durumda günlük gazete bulmuşsun az mı? Önceki yatışımda bazen yattığımız binadan hastaneye kontrol için gidenler oluyordu, aldırtıyorduk. Allah'tan bu gelişimde kantin açılmış buraya, geçen sefer her akşam bir iki asker odaları dolaşır, bir şey isteyip istemediğinizi sorar, bir saat kadar sonra da getirirdi. Kantinin burada, elimizin altında olması da ayrı bir nimet. Üstelik de dünyalar tatlısı, hanım hanımcık bir abla bakıyor buraya. Gazete istediğimizde de getiriveriyor hemen. Ben de ikide birde inip çay-kahve alıyorum. Sohbet de ediyoruz o hanımefendiyle. Bir gün bana bir mendil veriyor, ölen bir yakının (teyzesiydi galiba) sandığından çıkmış eşyaları böyle dağıtıyorlarmış. Allah rahmet eylesin!
Hanım hanımcık demişken bizim Nevin Hemşireden de bahsetmem gerek. Nöroloji bölümünün iki hemşiresi var, biri o, biri de genç Gülay Hemşire. Geçen sefer dönüşümlü olarak her gün biri burada, yattığımız binada, biri de hastane binasında olurdu, bu kez neredeyse hep Nevin Hemşire burada duruyor. O kadar içli dışlı olduk ki Nevin Abla diye hitap ediyoruz. Bir gün odamın tekrar değişeceğini bildirmek için geliyor yine. Nöroloji servisine saralı bir hasta gelmiş. Diyarbakır Hazrolu. Çocukcağız tek kelime Türkçe bilmiyor. Nevin Abla da beni onun yattığı odaya alıyor. İletişim benim üzerimden sağlanacak böylece. Bu öyle biriydi ki, şimdiye kadar böyle sabırsız bir insan görmediğim gibi, bundan sonraki hayatımda da göreceğimi kesinlikle sanmıyorum. Abartmıyorum, taburcu olup gidene kadar günde 100 kereden fazla "Hoca, sabredemiyorum!" dedi durdu. Bir de Kürtçe bir türkünün sözlerini değiştirmiş, daha doğrusu tek bir cümleye indirgemiş, sabredemiyorum anlamında, Sebra mi nayê, sebra mi nayêêê, diye neredeyse 24 saat mırıldanıp duruyordu.
Bu yeni odam normalde de nörolojiye ait. Bu binanın da en iyi odası, zira köşede yer alıyor ve iki penceresi var, bir de geniş. Oda nöroloji servisinin olduğu için her yatağın karşısında bir kamera var. Sara gibi bazı hastalıkları olanların bayılma vb. durumlarda kayıt altına alınmaları için. İnsan 24 saat gözetlendiğini bildiğinde epey rahatsız olur değil mi? Ne var ki biz odada yatanların umurunda bile değil bu durum. Nedenini bilmiyorum. Galiba bunun açıktan açığa yapılıyor olmasından. Yani işin içinde Orwell'lık bir büyük birader dümeni yok da ondan. Zaten daha sonra bu kameraların henüz bilgisayarlara bağlı olmadığı da ortaya çıktıydı.
Nisanın da sonlarına yaklaşıyoruz. Askerlik bitti sayılır. Bir aydan daha az kaldı. Hastane odasında askerliği bitirmek ne büyük talihsizlik. Daha önce de demiştim, böyle hastanelerde yatacağımı bilsem, 40 yaşına kadar da beklemem gerekse şimdi gelmezdim askere.
Nihayet askerliği bitirmeme yirmi gün kadar kala taburcu oluyorum. Bölüğümü, arkadaşlarımı çok özlemişim. Beni her gören yüzümün geçen seferkine nazaran daha iyi olduğunu söylüyor. E, o kadar da olsun, hastanede öldük bittik sıkıntıdan!
Bölük komutanı kalan son günlerimi kütüphanede geçirmemi söylüyor. Meğer bizim kütüphanede görevli arkadaşımız Şevki kütüphanedeki ceberut sivil memura daha fazla dayanamamış, komutan da onu başka yere almış. Anlayacağınız son günlerimi kütüphaneci olarak geçireceğim. Her işte bir hayır vardır derler de ne güzel derler. Buraya yeni geldiğimizde kütüphaneci olmaya can atıyordum. İyi ki olmamışım. Hayatında değil tek bir kitap, tek bir sayfa bile okumadan kütüphane memuru olmuş bir kişiyle aynı yerde çalışmaktansa en sevmediğim işi yapmaya razıyım. E, artık yirmi gün idare edeceğiz ne yapalım.
Nisan 2011'i de böylece bitirmiş oluyorum.
Diğer 2011'in Dökümü yazıları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.
Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.