Satırlarıma başlamadan önce selam eder, hep yaptığım gibi her iki karakaş gözlerinden hasretle öperim. Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı da her zamanki gibi canı gönülden dilerim. Her şeyin yolunda olduğunu umarım.
(Sözü açılıp aklıma gelmişken şunu söylemeden geçmek istemem, her şeyin yolunda olması sanıldığı kadar da günlük güneşlik bir durumu ifade etmez sanki, ne dersin? Zira her şeyin yolunda oluşu hayatın rutin bir renge büründüğünün kanıtıdır. Rutin de sıkıcılığın diğer adıdır. Bana öyle geliyor. Aslında bu bağlamda kafama takılan mesele tam olarak şu ki, insanlar yalnızca her şeyin yolunda olup olmadığıyla ilgileniyorlar. Ne yazık. Mesela yol nasıl bir yoldur, dahası, nereye gitmektedir, kimse bunları soracağa, sorup bir cevabın peşine düşeceğe benzemiyor. Her şey dönüp dolanıp zamanın kıskacına kapılıyor anlayacağın, yol sürüyor, sürüp gidiyor, giden de elbette bir yerde sona eriyor. Hiçbir şey değil, yalnızca bu!)
Kardeşim, sana bu mektubu oldukça serin geçen bir yaz gününden yazıyorum. Hiçbir anlamıyla baş olmayan; yani ne coğrafi, ne kültürel, ne sosyal, ne siyasal, ne bilmem ne'sel anlamda baş olabilen, ama bunlara rağmen baş olan kentten yazıyorum sana; başkentten. Fakat bugün ayrılıyorum buradan. Biraz da bundan ötürü yazıyorum ya bu mektubu. Çünkü sana son mektubumu yazdıktan kısa bir süre sonra buraya geldiydim ve aklıma geldi ki burada olduğum sürece sana hiç yazmamışım. İnsan kardeşine yazmaz mı?
Kıymetli kardeşim, mektubun buraya kadarını tam on beş gün önce yazdım. Elbette bitirip zarfa koyup hemen göndermekti niyetim fakat olmadı ve işte gördüğün gibi anca şimdi yazabiliyorum devamını.
Mektubun ilk bölümünde de dediğim gibi, o gün ayrıldım Ankara'dan. O günden beri de burada, memleketteyim. Kürkçü dükkânımda. Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır demişler, biliyorsun. Bu noktada ben tilkinin durumunu biraz iyi görüyorum. Kimsenin aklına gelmeyen, dolayısıyla kimsenin de konuşmadığı mesele kürkçünün kendisidir. Kürkçü dükkânının sahibi hayatının neredeyse bütününü yaşadığı yerde, dükkânının bulunduğu memlekette geçirir. Geçirmek zorundadır. Bu bir anlamda onun kaderidir. Gelgelelim kimin umurundadır bu? Kimsenin. Zaten konuşulmamasının nedeni de budur. Hemen herkesin kendini düşündüğü, bireyselleşmenin handiyse bir din rengine bürünmeye başladığı böylesi bir zamanda, işin aslına bakarsan, ne kürkçü artık tilkinin umurundadır ne de tilki kürkçünün. Her biri kendinin umurundadır. Böylelikle tilkinin kürkçü dükkânına "dönüşü" de artık yalnızca kendisinin bir kararı olarak değerlendirilebilir; kendisini ilgilendirir. Yani, sözü geçen atasözünün ruhu da yitip gitmiştir. Tilkinin dönüşünü belirleyen artık bir zorunluluk değil, bir karardır. Gene de içinde bulunduğu durumu kolaycacık yabana atmamak gerekir. Kürkçü dükkânına tamamen özgür iradesiyle gelmiş olsa bile ola ki bu "içsel bir özgürlük"tür.
Geçelim, yaz günü kafanı bunlarla bulandırmayayım.
***
Sevgili kardeşim, bizleri soracak olursan iyiyiz. Ben bildiğin gibiyim, şimdilik bir değişiklik yok yani. Hayatımı gözlerden uzakta, bir dağ başında akıp giden küçük bir dereye benzetiyorum. Akmasına akıyor ama kendileyin. Kendinin de umurunda olmadan. Böyle oldu muydu da ister istemez aklına gelen o soruya takılıp kalıyor insan, ben neden akıyorum peki? Bu da o ezeli sorulardan biri, farkındayım, kolaycacık bir yanıt bulamayacağımı da elbette biliyorum, ama neylersin, soramadan da edemiyorum ki.
***
Geçenlerde resim öğretmenleriyle karşılaştım, oturduk çay may içtik, konuştuk. Resim yeteneğimin hiç olmadığını onlara da söyledim. Bir ara, yetenekli bir ressam olsaydım Galina teyzemle Aleksey amcamın portresini çizerdim dedim kendi kendime. Ne güzel olurdu, değil mi? Tanrı eğer onları bir resim çerçevesine beraber girsinler diye yaratmamışsa niçin yaratmış olabilir diye düşünüyor insan.Hayat ne garip! Galina Teyze'nin ekmeğimizin üzerine sürdüğü taze tereyağlı günlerimizi ne çok özlüyorum bilemezsin. Sen de özlüyorsundur o günleri muhakkak, fakat emin ol ben senden daha çok özlüyorum. Neden, bilmiyorum.
Bu vesileyle Galina Teyze'yle Aleksey Amca'ya çok içten selamlarımı iletmeni istemeye bilmiyorum gerek var mı? Bu arada, aklıma gelmişken, Aleksey Amca'nın iki ay önce gönderdiği "ilaç"tan haberin var mı? Sizin oralarda yapılan şu koca karı ilacından söz ediyorum, votkayla yapılan. Aleksey Amca dediğine göre bu ilacı yapmayı büyükannesinden öğrenmiş. Ne güzel, sen de öğrensene, belki bir gün bana da öğretirsin, fena mı olur?
***
Buralarda havalar biraz ısındı bu aralar. Akşamları kapı pencere hep açık. Sizin oralar serindir. Bol bol balığa çıkıyorsunuzdur yeğenlerimle. Benim de balığa çıkmaya epey ihtiyacım var, en son ne zaman çıktığımı bile hatırlamıyorum. Diyorum ki, olur da yolum o taraflara düşerse, oraya ayak bastığım gün balığa çıkalım. Harika olur vallahi. Sende ve tabii Aleksey Amca'da her daim olta takımları falan da bulunur zaten.İyisi mi uzatmayayım kardeşim. Uzattıkça gözümde pek çok şey tütmeye başlıyor çünkü. Arayı fazla açmadan sana sık sık yazmak ümidiyle. Kendine çok iyi bak.
Satırlarıma son vermeden evvel tekrar selam eder, seni hasretle kucaklarım kardeşim.
Görüşmek dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.
Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.