Vincenzo Segafredo günün birinde öldü. Kara hastalıktan öldüğünü söyleyenler olduğu gibi, kızıl hastalıktan öldüğünü söyleyenler de çıktı. Doğrusu, kasabalı her ikisi hakkında da bir şey bilmiyordu, kimsenin merak ettiği de yoktu. Herkesin tek düşündüğü, Vincenzo'nun geride bıraktığı biricik oğlu Massimo'ya kimin bakacağıydı. Tıpkı Massimo'nun kendisi gibi, babası Vincenzo da babasının tek çocuğuydu. Anlayacağınız, ne bir amcası vardı Massimo'nun ne bir halası. Başka bir memleketten olan annesiyse onu doğururken ölmüştü. Yalnızca yaşlı büyükbabası Pietro vardı, onun da yakında öleceği söyleniyordu ve kendine bile bakacak hali yoktu. Zaten hastaydı Pietro, üstüne bir de oğlu Vincenzo'nun ölümü gelince, acısı dayanılacak gibi değildi. Gelgelelim metin olmalıydı, zira o da giderse Massimo bu dünyada büsbütün yalnız kalacaktı.
Konu komşuyu hayrete düşürerek kendi gücü kuvvetince toparlandı Pietro ve ölmeden önce torununa bir ekmek kapısı kotarmaya çabaladı. Massimo Segafredo o zamanlar on dört yaşındaydı. Akıllı bir çocuktu ve sağlam karakteri şimdiden göze çarpıyordu. O da tıpkı büyükbabası gibi çabuk toparlandı ve onun tembihlerini birebir yerine getirmeye koyuldu. Pietro gençliğinde kendisinin, sonralarıysa oğlu Vincenzo'nun yıllarca çalıştırdığı değirmeni yirmi süt keçisi karşılığında on yıllığına Domenico'ya kiralattı. Böylece Massimo keçi çobanı oldu. Kendi keçilerinin çobanı. Bir yıl sonra büyükbabası Pietro öldü. O ise on yedi yaşına kadar üç yıl boyunca keçi güttü. Sütünü sattı keçilerin, kılını sattı, yavrularını büyütüp sattı, nihayetinde yaşından beklenmeyecek bir çalışkanlık ve sebatla epeyce para biriktirdi ve bir kahvehane açmaya karar verdi. Beş-altısını bırakıp keçilerin gerisini elden çıkardı, kasaba meydanında bir dükkân alıp kahvehanesini çalıştırmaya başladı. Kahvesi çok beğenildi. Tekmil kasabalı her gün gelip içiyordu. Daha o zamanlarda bile kasabanın dışına yayıldı ünü. Çünkü Massimo Segafredo keçilerin sağmal olduğu mevsimlerde kahveye keçi sütü de katıyordu.Gel zaman git zaman, ünü çevre kasabalardan bölgeye, oradan tüm ülkeye yayıldı. Bugün hâlâ Segafredo'nun kahvesi içilir o diyarlarda.
Keçiler süt verdiği sürece bu dünyada öykülerin devamı da gelecektir, fakat ne zaman, kim bilir.
Selam güzel bir hikaye. Amcamın hayatı aklıma geldi. Annesi doğumdan 25 gün sonra ölünce baba ve dört çocuk birde bebek olunca evlatlık veriliyor. Babam sürekli takip ediyor buluyor. Aile sürekli kaçırıyor. Yıllar sonra görüşmüştük.. Çok akllı sizin hikayedeki gibi. Ayrı yetişmelerine rağmen babam gibi espritüel. Sevgiler.
YanıtlaSilSelam Parıldayan Çiçek. Amcanızınkine benzer birkaç gerçek hayat hikâyesi duydum, hepsini de ilgiyle dinledim. Tam da yazmak istediğim konular. Gerçek olan şu ki hayatın kendisi öykülerden daha ilginçtir.
SilSevgiler...
Ne hoş öykü. İki kez okudum, teşekkürler.
YanıtlaSilBen teşekkür ederim hocam.
SilSelamlar, saygılar...
Merhabalar.
YanıtlaSilGerçekten çok anlamlı ve ilginç bir hayat hikayesi kesitiydi. Bu güzel ve anlamlı hayat hikayesini bizlerle paylaştığınız için kaleminize, emeğiniz ve yüreğinize sağlıklar dilerim.
Avrupalılar kahveyi genellikle sütlü içiyorlar. Demek keçi sütü kahveye değişik bir aroma ve lezzet katıyor ki, kasabalılar Massimo'nun kahvesinin tiryakisi olmuşlar.
Bölgesel bir film olan "Dondurmam Gaymak" filminde, çoban ile dondurma ustası Ali arasında dondurmanın keçi sütüyle mi, inek sütüyle mi yapılır tartışması vardı. Çoban, dondurma satan Ali ustaya: "Hem hakiki dondurma diyon hem de inek sütüyle yaptım diyon, hakiki dondurma keçi sütüyle yapılır." diyordu.
Demek ki, tüm marifet keçi sütündeymiş!..
Selam ve saygılarımla.
Merhaba Recep Hocam,
SilÇok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Naçizane, bu blogda yıllardır yazdığım öykümsüler aslında birer taslak. Günün birinde oturur, birer birer ele alır, evirir çevirir, belki dişe dokunur öyküler kılığına sokarım düşüncesiyle yola çıkmıştım. Hâlâ da o yoldayım, bakalım sonu bir yere varacak mı?
Keçi, diğer birkaçıyla birlikte çocukluğumun hayvanlarından biridir. İyi tanıdığım hayvanları yazdığım da çok olur. :)
Dondurmam Gaymak'ı hatırlattığınız ne güzel oldu. Üniversite okumaya Muğla'ya gitmiş, okul bittikten sonra da oradan hemen ayrılmamıştım. Sekiz yıl oralarda yaşadığım için Muğla'ya ikinci memleketim demişliğim çoktur. Film çekildiği sırada da oradaydım. Güzel, samimi bir film.
Selam ve saygılar sunarım, sağlıkla kalınız...