Dönerayak
PARİS - Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde, okuryazar bir Türk’e sorulan ilk soru bu: “Ne dersiniz, sizce Türkiye, bir gün Avrupa Birliği’ne girecek mi?” Bu soruya benim karşılığım net: “Bu hükümetle, bu muhalefetle, bu biribirileriyle çatışmaktan geri durmayan ‘kuvvet’leriyle, bir çoğu mürekkep yerine kezzap kullanan siyasal yorumcular ve yönlendiriciler ile zor, çok zor olacak.” Sonra ekliyorum: “Bir de, bu bilinçaltına yerleşmiş korkularına bakarsak, Avrupa’nın kimi yöneticileri nedeniyle de zor olacak.”
Bir adım daha atıyorum arkadan: “Türkiye, nicedir Avrupa’nın bir parçası zaten: Cannes festivalinde en iyi yönetmen ödülü alan Nuri Bilge Ceylan’ıyla; şu anda Paris sinemalarında gösterimde olan Reha Erdem’in, Semih Kaplanoğlu’nun filmleriyle; kitapçı raflarında yanyana dizilmiş Sait Faik, Tanpınar, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Tahsin Yücel, Nedim Gürsel, Dağlarca, İhsan Oktay Anar, Ahmet Altan, Aslı Erdoğan kitaplarıyla; Beaubourg koleksiyonundaki Sarkis’le, Alev Ebüzziya’yla, CD’leri tezgahtan inmeyen İdil Biret’le, Fazıl Say’la; College de France’daki açılış dersi kitaplaşan Celal Şengör’le, Fransa’nın en saygın okullarında hocalık yapan Ahmet İnsel’le, Nilüfer Göle’yle, Ragıp Ege’yle, başkalarıyla... Bu isimleri Paris’ten bakarak sayıyorum, bununla bitmiyor şüphesiz : Almanya’da, İngiltere’de, İtalya’da, İsveç’te, pek çok ülkede varlık gösteren, farklı alanlarda çalışan onca insanıyla Türkiye, Avrupa’nın iliğine işliyor gerçekten de.
Terazinin iki kefesindeki ağırlıkların dağılımı ne yazık ki bir denge oluşturmaya yetmiyor henüz. Türkiye’de herkes (iktidar, muhalefet, sivil ve askeri kuruluşlar, kanaat önderleri, akademisyenler, geniş halk kitleleri) “kendine özgü koşulları olan bir ülke” tarifi yapıyorsa ve bu tarif Avrupa’nın Demokrasisiyle çelişiyorsa, belki de çok uzatmadan, Avrupa’nın bir parçası olma hedefini bir yana bırakmalıyız.
Bir yurttaş olarak, sözgelimi, gene herkesin üzerinde uzlaştığı temel bir yanlıştan neden kurtulamadığımızı kavrayamıyorum: Bu siyasal partiler ve seçim yasalarıyla hangi tür bir demokrasiden sözedebiliriz?
Yaklaşık altı ay oldu yurtdışına çıkalı, yurttan sesler korosundan tek bir cümle duyuluyor: “Burada işler daha da kötüye gidiyor.” İşin ilginç yanı, Fransa’da da işlerin kötüye gitmesi. Büyük beklentilerle seçilen Sarkozy’nin birinci yılı tamamlandı ve bilanço iflasla eşdeğer gösteriliyor. Ana hedeflerin hiçbiri tutturulamadı, işsizlik ve hayat pahalılığı sorunları azalacağına çoğaldı, grevsiz yürüyüşsüz tek bir gün geçmiyor ülkede, muhalefet kendi sorunlarını aşmanın çok uzağında, zaten ulusal sporlarıdır Fransızların: Hepsi, her an homurdanıyor. Üstelik, haklılar da.
Bu filmin Türk seyircisi olarak ezilip büzülüyorum gene de, manzara karşısında. Tek bir nedeni var halimin: Bizim “düşünce ve ifade özgürlüğü” çıtamız.
Fransa’da, yazılı ve görsel basında, yalnızca siyasal içerikli yazılardan ve programlardan sözetmiyorum, eğlence programlarında da, Devlet Başkanıyla ilgili dile getirilenleri duyan bir Türk vatandaşı, eminim, bu kadarını kabul edilemez bulurdu. Çünkü, bütün merciler ve başrol oyuncuları için dokunulmazlık katsayısı yüksek ölçülere alışmışız. Tabii onlar da alışmışlar buna, yalnızca kendilerine yontuyorlar o özgürlüğü.
Sarkozy’nin cüceliğini, boynuzluluğunu, iktidarsızlığını, budala Amerika hayranlığını en ağır sıfatlarla, en küçültücü taklitlerle işliyor Fransızlar. Hem de saat başı. Ama onları tatmin etmiyor bu: Muhalefet önderlerinden süperstarlara, herkes payını alıyor burada. Hiçbir tabu bırakmamışlar: Din, Evlilik, Cinsellik, Ahlak, Ulusallık, kılıç kuşananın. İktidarların kurtarılmış bölgeleriyle karşılaşılmıyor: TRT’de, Fransız devlet televizyonunda söylenenlerin binde biri dile getirilse kan gövdeyi götürür, şüpheniz olmasın.
“Büyük”lerimizin bırakın “ufaklık”, “sekizinci cüce” sözlerine devamlı muhatap olmayı, düzayak eleştirilmeyi bile içlerine sindiremedikleri, dakika başı “kutsal”larından sözaçtıkları bir rejime yarıdemokrasi mi diyeceğiz?
Altı ay önce, bir nefes payı için buraya gelmiştim. Bu süre boyunca bazı izlenimlerimi aktarmaya çalıştım. Dönüş günü yaklaştı, Paris yazılarımın sonuna geldik. Gelirken, bazı “basın” organlarında yurtdışına geridönüşsüz yerleştiğim “haber”i yeralmıştı, belki şimdi yurtiçine yerleştiğimi yazacaklardır. Fırsat ve olanak olursa, demiştim, biraz da Fizan’da yaşamak isterim. Montevideo’da, Berlin’de, Delhi’de, gene Paris’te. Dilerim olur.
Dışarıdan Türkiye daha net görünüyor.
İnsanın kendisini Nasreddin Hoca sanmasını sağlayacak kadar.
Enis Batur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.
Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.