30 Eylül 2015

Kırmızı Güvercin

Aşağıdasınız. Etraftaki tekmil insanların kadim bir sur kapısından geçtiğini görüyorsunuz. Ardına düşüyorsunuz onların. Birazdan kapının önünde bitiyorsunuz. İçinden geçince küçük bir meydanda buluyorsunuz kendinizi. Kalabalığın arasına karışıyorsunuz. Yarım saattir çiseleyen yağmur sağanağa dönüşüyor. Etrafınızdakiler gibi korunacak bir yer arıyorsunuz. İnsanların kimi şemsiyesini açıyor, kimi yağmurluğunu giyiyor. Sen şaşırıyorsun, demek bunca insan hava durumuna bakıp da geliyor buralara! Başka pek çok şeyi de takip ediyorlardır. 

Yabancısınız bu diyarlara. Düşünüyorsun. Dalıp gidiyorsun. Sinip kaldığınız saçağın altında ne kadar zaman geçiyor bilmiyorsun. Yağmur dinmeye yüz tutunca ortalığın da durulduğunu ayırt ediyorsunuz. Nereye gitti bu insanlar bu havada? Nereye olacak, yukarıya elbette. Buraya boşuna gelmediler ya. Peki siz niçin buradasınız? Sen niçin buradasın? İlk yukarıya çıkışın olmayacak bu. Bugüne değin kaç kez çıktın yukarıya, kaç kez indin aşağıya, kendin bile farkında değilsin artık. Son hesaplaşmada ya yukarıdasındır ya aşağıda, "başka bir şey umma." Takma kafanı, gelip geçici şeyler bunlar hep. Peki ya kalıcı olan nedir?

Siz de vuruyorsunuz kendinizi bu kadim kentin daracık sokaklarına. Az sonra kalabalıktan arta kalanı görüyorsunuz. Gidiyorsunuz artları sıra. Birkaç merdiven, her birinden birkaç basamak derken sen yaşlarda biriyle karşılaşıyorsunuz. Sandalyesiz küçük bir masanın başında dikilmiş duruyor. Ne ki, farkına bile varmıyorsunuz, ta ki önünden geçerken size seslendiğini anlayıncaya dek. Dönüp bakıyorsunuz. Tek bir kelime söylüyor kendi dilinde. Anlamıyorsunuz. O anlıyor bunu ve anlayacağınız dilde tekrarlıyor kelimesini: tiket diyor, t'ler öyle bir belirgin. Hayatın kenarında bir yerlerde durmayı seçmiş birine benziyor. Belki de buna mecbur olmuştur, kim bilir.

Tırmanmaya başlıyorsunuz. Kalabalığın şimdi tek bir sıra halinde usul usul yukarıya doğru aktığını görüyorsunuz. Böyledir hayat, bazen de yukarıya akılır. Ama çokları ayırt edemez bunu. Siz de o kalabalığa aitsiniz artık. Onu oluşturan bir parçasınız. Aktıkça kadim kentin eteklerine tutunarak var olmaya çalışmış bir yeni zaman kenti beliriyor. Bir zaman sonra durup soluklanıyorsunuz. Eski kent yeni kentten ne de iyi ayırt ediliyor soluklanınca. Devam ediyorsunuz. Yolun yarısına varınca kimileri bir hayli yorulduğunu açığa vuruyor. Arkadaşın da onlara dahil. Bundan fazla çıkamayacağını söylüyor. Sense cayacak gibi değilsin. İlle de zirveye varacaksın.

Seni beklemek üzere aşağıya dönüyor arkadaşın. Sen sürdürüyorsun yukarıya doğru akmayı. Bir başına kalınca hızlandırıyorsun adımlarını. İnsanları geçiyorsun birer birer. Çok sürmüyor, kendini zirvede buluyorsun. İşte asıl o zaman derinden bir soluk aldığını duyuyorsun. Dönüp geldiğin yola, basamaklara bakıyorsun. Kadim kente ve yeni kente bakıyorsun. Kim yaşadı burada, kim yaşıyor, kim yaşayacak, düşünüp duruyorsun. Dalıyorsun. Dalıp gitmeye nicedir meyillisin. Gelenler pek durmuyorlar zirvede. Şöyle bir bakınıp gerisin geri aşağıya doğru akmaya başlıyorlar. Hep de yabancılar sencileyin. Anlıyorsun kolayca. Sen bu yabancı diyarın kadim ruhuyla biraz baş başa kalmayı yeğliyorsun.

Yağmur da durmuş, bunu fark ediyorsun. Fakat hava hâlâ kapalı. Birazdan gene yağabilir. Ne önemi var. Kendinleyken yağmuru seviyorsun. İnsan kalabalığı olsa da etraf esasında sessiz, bunu da fark ediyorsun. Pek öyle konuşkan bir memlekete benzemiyor zaten bura. Yaşamın ağır adımlarla ilerlediği bir memleket.

En tepedeki surlara dayanıyorsun hafifçe. Gözlerin aşağıda. Yarı dalgın bir haldesin. Ne oluyorsa, etrafta güvercinler görüyorsun. Yağmur yemiş, pusup kalmışlar kadim surların üzerinde. Neden sonra ötekilerden ayrı renkte, kırmızı bir güvercinin farkına varıyorsun. Yanı başında. Elini uzatsan dokunacaksın. Senden yana bir korkusu yok, hayret ediyorsun. Hiç bu renkte bir güvercin görmüşlüğün yok, her yanı kiremit kırmızısı, buna daha bir hayret ediyorsun. Bu kapalı havada ne ediyor burada, en tepede? Gizemli mi gizemli bir masal perisine benzetiyorsun onu. Ancak bir masalda bir peri böylesine koyu bulutların altında, kadim bir kalenin en tepedeki surlarına tüneyip insanlara karşı böylesine kayıtsız davranabilir. Fakat değil, bu bir masal değil; her ne kadar dalgınlığa bulanmışsa da zihnin, bu an, bu kadim taşlardan örülü surlar, bu güvercin olabildiğince gerçek. Apaçık bir şey var ki, bu güvercin olan bitenin farkında, seninse hiçbir şey bildiğin yok.


Aze'ye.

29 Eylül 2015

Islak

Kırmızı bir güvercinin gözleri ıslak, bakışları mavidir.

26 Eylül 2015

İskender

Üç arkadaş lokantaya gitmişler. Garson siparişleri almaya gelmiş. Biri demiş "Bana bir Büyük İskender," öbürü demiş "Bana bir küçük İskender," sonuncusu da demiş "Eh, madem öyle, bana da bir orta boy İskender." Garson sonuncusuna manalı manalı bakmış.

12 Eylül 2015

Bir mandarin ördeğinin düşündürdükleri

Geçen gün arkadaşım bana WhatsApp'tan bir fotoğraf göndermiş, tanımadığım bir kuş, altına da, "Bak bu yavru angus," yazmış. Ben de yanıtladım ve angusun bir sığır ırkı olduğunu, bununsa angut olduğunu söyledim. Meğer o da angut demek isterken yanlışlıkla angus yazmış. Benim angut dememin nedeni de onun angus demiş olmasıydı, arkadaşımı düzeltmiş oldum sözde. Gelgelelim bu kuş anguta pek benzemiyordu. Zira angut kırmızı renkli bir ördektir, buysa kırmızı filan değildi. Demek ki angutun yavrusu böyle oluyor dedim. Hoş, pek küçük de sayılmazdı ya. Bugün aradı arkadaşım. Heyecanlı bir sesle, bu kuş angut değil, mandarin ördeğiymiş, dedi. Pekin ördeğini duymuştum da mandarin ördeğini duyup duymadığıma emin olamadım. Bilimsel adı Aix galericulata'ymış. 

Arkadaşım da bir tanıdığından öğrenmiş bunun mandarin ördeği olduğunu. Meraklanmış haliyle, mandarin ördeğinin buralarda ne işi olur diye. Bu arada kendisi Karslı, dolayısıyla ördek de şu an Kars'ta. İnternetten araştırmış ve gerçekten de öyle olduğunu görmüş. Bir de bir çiftliğin mi neyin sitesine rastlamış ve adamları aramış. Doğrudur, demiş adamlar, biz Çin'den ithal ediyoruz mandarin ördeğini ve Kars taraflarına verdiğimiz de oluyor. Muhtemelen kaçmış ya da kaybolmuş. Uçmuyor mu bunlar, diye sormuş arkadaşım, uçmasına uçuyor da, biz kanatlarını kesiyoruz yollu bir şeyler söylemiş karşıdaki. Bunu duyunca biraz beddua okudum tabii. İnsanoğlu bu işte.

Uzatmayayım, sonuç olarak şu an Kars'ta, arkadaşımın evinde, palazlanmaya başlamış bir mandarin ördeği yavrusu var. Eğer eski devirlerde yaşıyor olsaydık, mesela şöyle yüz yıl kadar önce, arkadaşım büyük olasılıkla hiçbir zaman bu kuşun bir mandarin ördeği olduğunu öğrenemeyecekti. Gerçi o zaman ben de öğrenemeyecektim, zira ne telefon vardı ne internet ne de WhatsApp. Resmi bana gönderemeyecekti arkadaşım. Fakat ben görmesem bile Kars'ta şimdikinden çok daha fazla insan görecekti mandarin ördeğini. Şimdi herhalde sadece arkadaşımın ailesi ile kapı komşuları haberdardır ondan. Neden diye sorarsanız, meraksızlık zamanında yaşıyoruz da ondan. Dikkat ediyorum da, artık kimse bir şeyleri merak etmiyor. Çünkü artık herkes her şeyi biliyor. İnternet elimizin altında. Hz. Google gelmiş geçmiş tüm peygamberlerden daha iyi görüyor vazifesini. Mandarin ördeği diyordum, bugün değil de eski devirlerin birinde bulunmuş olsaydı herhalde ünü bütün bir Kars'a yayılır ve uzak mahallelerden bile görmeye gelirlerdi. Şenlik yerine dönerdi ortalık.

Gene de insanların merak yetilerini büsbütün yitirdiği anlamına gelmez bu söylediklerim. Merak edilen şeyler henüz bitmedi kuşkusuz. Mesela, arkadaşım bir yavru mandarin ördeği değil de bir yavru Hindistan fili bulmuş olsaydı muhtemelen önce komşuların ve akrabaların, sonra mahalle sekenesinin, sonra da belki bütün bir şehrin haberi olurdu bundan. Hatta belki yerel gazeteye bile çıkardı. Hatta hatta, belki ulusal basına bile çıkardı. Tabii ya, yavru bir Hindistan filinin ne işi olur Kars'ta? Üstelik de bir sonbahar arefesinde?
*
Yukarıda angus dedim de aklıma geldi, ben birkaç yıl önce bir angus görmüştüm. Hatırlayacaksınız, beş yıl kadar önce bir et krizi çıkmış, hükümet de çareyi dışarıdan sığır mığır almakta bulmuştu ve böylece angus, limuzen, şarole gibi sığır ırklarını hayatımızda ilk defa olarak duymuştuk. Bunlardan angus Uruguay'dan gelmişti. O Uruguay ki, taa Güney Amerika'da, İstanbul'dan uçakla 16 saat sürüyor. Neyse, söyleyeceğim şey bu değil. O zamanlar ben bir gün köye gitmiş, köyden de sabah kalkıp amcamın atına atlayıp yaylaya çıkmıştım. İşte o gün kuzenim bana sığırların arasından çelimsiz birini göstermiş ve, "İşte bak, şu gördüğün angus," demişti. Epey bir şaşırmıştım. Zira medya öyle bir göstermişti ki, angusları handiyse at kadar büyük sanmıştık. Değilmiş. Medya hemen her zaman böyledir.
*
Ahmaklık edenlere neden angut dendiğine gelince... Vallahi ben de bilmiyorum. Argo sözlüğüm yanımda olsaydı açar bakardım.

10 Eylül 2015

Tımarhane

Hayır yani, kendi halinde bir vatandaş olsa gene neyse, adam koskoca Gérard Depardieu yahu. Ünlü Fransız oyuncu. İlki 1967'de olmak üzere bugüne değin 213 filmde oynamış. Yapımcılık, yönetmenlik, şu bu yaptığı filmler de cabası. Sinema alanında sürüyle de ödülü var.
-
Rastlamışsınızdır muhtemelen, üç-dört gün önce sosyal medyada epey bir konuşuldu, Sabah gazetesinin Facebook'taki sayfasına koyduğu bir haberin bağlantısında yer alan bu görselde Depardieu'nün ülkesi Fransa'dan çekip gitmek istediği yönündeki sözleri var. Bunu gören, hiç tıklayıp haberi okumaya vakit harcamadan altına yapıştırmış yorumu. Yorumlar gayet çeşitli olmakla birlikte anafikirleri aynı: "Seni tutan mı var, cehennemin dibine kadar yolun var." Yeminle söylüyorum, malzemesi bu kadar bol bir başka ülke bulamazsınız. Düşünün, adamın adına, kim olduğuna bakmaya bile gerek duymadan derhal yargılamaya geçen bir güruhtan söz ediyoruz. Bu ülkenin kültür düzeyi hiç bu kadar aşağılara düşmemişti.


8 Eylül 2015

Barış özlemiyle tarlalara bakarım uzaktan

Sabahtan bütün yurttaşlar toplantıya çağrıldı, oysa toplantı yerinde kimseler yok. Yurttaşlar agora'da gevezelik ediyorlar. Senato başkanları bile yok ortada. Geç kalacaklar hepsi, geç kalınca da, iyi yerleri kapışmak için birbirine girip sel dalgalarına dönecekler sıkışmaktan. Sen gel de bunlarla barışı sağlamanın yollarını ara; umurlarında bile değil barış. Ah! Yurdum! Atina! Atina! Toplantıya ilk gelen benim her zaman, gelir otururum böyle tek başıma, ahlar uflarım, esnerim, gerinirim, yellenirim, ne yapacağımı bilemem; sıkılır bir şeyler çizerim, sakalımı yolar, bine kadar sayarım. Barış özlemiyle tarlalara bakarım uzaktan, kente lanet okur, köyüme can atarım... Onun için kesin kararlarla geldim bugün: bağırıp çağıracağım, kıyameti koparacağım, barıştan gayrı söz edene verip veriştireceğim.
AristophanesKömürcüler.

5 Eylül 2015

Hayal gücünü nasıl geliştirebilirsin?

© Grant Snider for Fred Rogers Center. From here.

  1. [Fidanının] boy verebileceği bir yer bul.
  2. Uygun büyüklükte bir çukur kaz.
  3. Onu dik ve sula.
  4. Hayretle büyüyüşünü izle.
  5. Epeyce ayışığı almasını sağla.
  6. Her gün onunla oyna.
  7. Taze fikirlere açık ol.
  8. Onu insanlarla paylaş.
  9. Bir orman yetiştir.
  10. Yeni ufuklara yelken aç.
  11. Ondan pir parçayı da yanında götür.
  12. Ve o yeni parçanın da boy verebileceği yeni bir yer bul.

3 Eylül 2015

Edebiyatın boka dönüşmesi

Gazetede, Londra Sotheby'de düzenlenen bir müzayedede küçük bir kap bokun 17,250 pounda satıldığını okudum. (...) İtalyan sanatçı Piero Manzoni, yaşadığı dönemde bokla dolu doksan kap üretmiş. Boklar numaralanarak imzalanmış ve altının cari değeri esas alınarak satılmış. Galerici bir tanıdığım istenilen rakamın gülünç denecek kadar düşük olduğu konusunda beni temin etti. "Bir Manzoni kabım olsaydı hiç çaba sarf etmeden 150,000 dolar kazanabilirdim," dedi kendinden emin bir tavırla. 
Günümüzde Manzoni kaplarına oldukça nadir rastlanıyor. Belki de şüpheci müşteriler içlerinde gerçekten bok olup olmadığına bakmak için onları açmıştır. 
"Altın fiyatı az çok sabit kalırken, bokun fiyatı son otuz yılda astronomik ölçüde artmıştır ve hâlâ da artmaktadır," iddiasında bulundu arkadaşım. 
Öte yandan, bokun altına dönüşmesi basit bir iş değildir; öyle olsaydı hepimiz zengin olurduk. Kurumlara, galerilere, medyaya, bir pazara, tanıtıma, çevirmenlere (sanatsal tavrın anlamını açıklayacak olanlara), reklamcılara, galeri sahiplerine, eleştirmenlere ve elbette tüketicilere ihtiyacınız var. Bok iyi paketlendiğinde dahi dönüşümün başarılı olacağının hiçbir garantisi yok üstelik.

Dubravka Ugrešić, Okumadığınız İçin Teşekkürler.

1 Eylül 2015

Yani

Bu ilham perisi adlı arkadaş blog yazıları için de geliyor muydu ki? Neden diye soracak olursanız, şu sıralar hiç yazasım yok da ondan. Bu yazamama durumu da iyiden iyiye bir sendrom oldu çıktı, farkında mısınız? Yarın soruşturacağım, eğer henüz biri üzerine atlamamışsa bendeniz bu sendromun beratını alıp kendi adımı koyacağım ona. Böylece Sokrates'in Yeğeni Sendromu dendi mi herkes ne olduğunu anlar hemen. Gerçi, sendromu değil de, etkisi dense daha şık durur sanki. Evet evet, Sokrates'in Yeğeni Etkisi. İngilizcesi bile nasıl cool olur, bir düşünsenize, Socrates' Nephew Effect. Doğal olarak Wikipedia sayfası falan da olur. Hem de bir sürü farklı dilde. Şöyle bir şey yazar herhalde: "Sokrates'in Yeğeni Etkisi, blog yazarlarının zaman zaman bloglarına yazamamaları durumunu ifade eder. Sokrates'in Yeğeni Sendromu olarak da bilinir." Vallahi hiç de fena fikir değil yani. 

Halk dilinde buna tıkanma deniyor herhalde. Bilimsel makale gibi ciddi yazılar yazıyor olsun, blog yazısı gibi basit yazılar yazıyor olsun, ve hatta gazetelerdeki köşe yazısı gibi pespaye yazılar yazıyor olsun, yazmayı öyle ya da böyle kendine iş edinmiş herkesin zaman zaman başına gelen bir durumdur galiba bu tıkanma durumu. Karikatürist Latif Demirci'yi bir zamanlar takip ederdim, bilen bilir, onun Press Bey diye bir köşesi vardır, orada da sıklıkla bu tıkanma sorunu dile getirilirdi. Hâlen de getiriliyordur muhtemelen. Ben bazı köşe yazarlarının, galiba büyük çoğunluğunun, tıkanma durumlarında kullanılmak üzere önceden yazı yazıp yedekte beklettiklerini de Press Bey'den öğrenmiştim. 

Köşe yazısı dedim de, gazete takip etmeyi tamamen bıraktım sayılır. Son olarak ne zaman bir gazete aldığımı da hatırlamıyorum. Allah internetten razı olsun.
*
İlham bir erkek ismidir. Halbuki kadın ismi olarak daha çok iş yapardı. İlham perisinden çağrışımla yani. Aklıma olur olmaz şeyler de gelmiyor değil hani. Durduk yerde bir şeyleri merak etmeye başlıyorum. Acaba, diye soruyorum kendime örneğin, Tanrı kutsal kitapları yazarken hepsini bir kalemde mi yazdı, yoksa o da oturup ilham perisinin gelmesini mi bekledi? Bizzat kendisi mi yazdı, yoksa meleklerinden birini kendine sekreter yapıp da ona mı yazdırdı? Merak edip duruyorum işte. Bazı insanlar hiç merak etmiyor. Ne güzel iş yahu. Dedemlerin bir tavuğu vardı, o da hiç merak etmiyordu. Öyle dolanıp duruyordu.
*
Gündelik yaşamımızın olmazsa olmazlarından Google Usta bugün itibariyle logosunu değiştirmiş bulunuyor. İşte bu gördüğünüz yeni logo. Hayır, bu söylediklerimle bir ilgisi yok, aklıma geldi söyleyiverdim öyle. Google büyük bir şey tabii. Google'lamak diye bir fiil de çıkmış zaten. Google isim kök, -la isimden fiil yapım eki, -mak zaten mastar eki; google'lamak: Bir şeyi Google'a sormak. Yok yok, iyiyim ben, endişelenecek bir şey yok henüz.
*
Ne diyorduk... İlham perisinin sırrı nedir acaba? Her bir şeyi araştıran Batı üniversiteleri neden bu konuyu araştırmaya henüz yeltenmemiş olabilirler? Yoksa gizliden mi araştırıyorlar? Ben yarın Harvard, Oxford, Chicago, Stanford gibi dünyanın belli başlı üniversitelerinin ilgili departmanlarına birer e-posta göndererek bu meseleyi soracak, akabinde de takipçisi olacağım. Nedir yani, ilham perisi bu ilhamı nereden getiriyor? Bu değirmenin suyu nereden geliyor?
*
Bu arada, ağustos bitmiş, eylül gelmiş, haberimiz yok. Tabii, eylül dedin mi millet sonbahar geldi deyip ortalığı velveleye veriyor hemen. Sakin olmak gerekiyor tabii, yazın bitmesine daha yirmi iki gün var. Az buz değil. Bütün bunlar algı yönetimi işte. Henüz daha ilkokulda kafalara sokuluyor. Yok efendim, haziran - temmuz - ağustos yaz aylarıdır, yok eylül - ekim - kasım güz aylarıdır filan. Haziranın neresi yaz ayıdır arkadaş? Üçte ikisi bahar, üçte biri yazdır, şu halde haziran bal gibi de bahar ayıdır. Ben başbakan olursam bizzat böyle şeylerle mücadele edeceğim. Coğrafyayı bile anasından doğduğuna pişman etmiş bu sistem.
*
İyi değilim çocuklar. Hiç içmeden sarhoşum şu an. Vallaha. Bildiğin sarhoş yani. Size de oluyor mu? Şayet oluyorsa çok sevineceğim, yalnızca bana olmuyormuş diyeceğim, normal bir şeymiş demek ki diyeceğim. Elle gelen düğün bayram diyeceğim. Bugün gene neyse de, siz beni dün görecektiniz. Önceki gece otobüste geçti. Sabah sekiz buçuk civarında eve geldim, öğle üzeri yatağa girdim, sanırım hemen uyudum, ikindi vakti de uyandım. Böyle durumlarda hep allak bullak olurum, nitekim dün de oldum. Fakat bugün niye böyle sarhoş gibiyim anlamadım. O değil de, tam bir saattir bu yazıyı yazıyorum yahu, el insaf yani.
*
Bugün kendime on beş liraya bir saat aldım. Kadranında ne sayı var ne işaret ne bir şey. Saatin kaç olduğunu öğrenmek için telefonu çıkarıp bakıyorum. Zaten kolumda saat yokken de hep öyle yapardım. Madem öyle, saati ne demelere aldın be adam, diye soracak olursanız, sanırım şeklini şemalini çok sevdim. Eğer siz de isterseniz dükkânın yerini tarif edebilirim.

Her şey bir yana, şu an bir V-V olsaydı hiç fena olmayacaktı yani.
Sayfa başına git