Blogda artık gelenek halini aldı bu. Önceki yıllar: 2017, 2016, 2015, 2014. |
31 Aralık 2017
26 Aralık 2017
Dünlük
Hiçbir şey yapamıyordum. Yapasım yoktu, demiyorum, vardı, yapasım vardı da yapamıyordum işte. Bir yazıya başlamıştım fakat yarım saattir ben ona bakıyordum, o bana. Bir saat kadar önce aklıma bir kelime düşmüş, uzanıp sözlüğe bir bakayım demiş, fakat unutmuştum, şimdi onu hatırlamak için beynim didinip duruyordu bir yandan. Ne yapacağını bilemez bir halde bilgisayardaki e-kitaplar klasörünü açtım, bir-ikisini birden açıp rastgele okumaya başladım. Sonra bıraktım ve bunlardan birini tablete atıp daha sonra okumaya karar verdim. Nereden baksan iki aydır kullanmadığım tableti aldım elime. En son geçen ay kardeşim oyun oynamıştı, getirdikten sonra şarj edip kaldırmıştım. Baktım, şarj durumu %38. Ee, ne demişler, işlemeyen demir pas tutar, işlemeyen bilgisayarsa demek ki kendini deşarj eder. Tableti bilgisayara bağladım. Books klasörüne iki kitap attım, aylar önce attıklarım da hâlâ duruyordu. Hafızası da dolmak üzereydi. Oyun cache'larını sildim. Çekilmiş fotoğraflarla videoları bilgisayara kopyalayıp onları da sildim. Bunlar da neyin nesi diye meraklanıp videoları açtım, elektriğin kesik olduğu bir akşam Elif şarkı söylüyor. Şarkılarının sözleri anlamsız. Birinde "A-ma ame-ni kuli, vamma rihm bali" diyor. Üç video. "Eli karanlıkta şarkı söylüyor" diye kaydedip Videolar klasörüne attım. Açmışken, sonra dinlerim diyerek kim bilir ne zaman indirdiğim bir senfoni konserine tıklayıp dinlemeye koyuldum. Sibelius diye bir şef Şikago Senfoni Orkestrası'nı yönetiyor. Doğru anladıysam Köln Filarmoni Orkestrası'yla beraber çalıyorlar. Güzel çalıyorlar vesselam. Bu orkestra şefliği de bildiğin spor yahu, adam konser boyunca hayalet görmüşçesine titreyip duruyor. Neyse, ne diyordum, şimdi insanın kafasına bir şeyin takılıp kalması hakikaten nahoş bir durum kardeşim, işte dün gece de bir şeyler takılıp kalmıştı aklıma ama neydi? Bu durumdan kurtulmak adına gidip bir elma getirip yemeyi düşündüm, sonra vazgeçtim. Bunun yerine uzun zamandır görmediğim akrabalarımı hatırlamaya karar verdim. Ne yapıyorlardır? Herkes kendi halindedir muhtemelen. Derken elektrik kesildi. Taa iki saat önce içtiğim çayın bardağı yanı başımda duruyordu, dibinde bir yudum kadar kalmıştı, alıp içtim, sopsoğuk. Bir şeker yemeyi düşündüm, ne var ki kalkıp onu da almaya üşendim. Zaten şeker yemek zararlı, diye avuttum kendimi. Komşunun bahçesinde bağlı köpek havlayınca geçen günkü hali geldi aklıma. Bunlar iki köpekti, birini galiba başkasına verdiler, gençten iki kişi gelip alıp götürünce öbürü ağladı. Yani bildiğin ağladı ha, sesini duysan insan ağlıyor sanırdın. Şimdi yalnızlıktan geberiyordur. Sinanların da bir köpeği var, çok yaşlı, adı Tomak. O da bir başına evin önünde bağlı. Film mi izlesem, dedim, gelgelelim film izleyecek atmosferde değildim, kendimi bilmez miyim, böylesi durumlarda film oynarken ben bilgisayarda başka bir şeyle uğraşırım. Açıp feysbok'a baktım, bir bok yoktu, kapattım. Şimdi sahiden bu nasıl bir iştir kardeşim be, bir şeyler yapasın vardır ama hiçbir şey de yapasın yoktur. Tek kanallı televizyon dönemini ucundan da olsa yakalamış biriyim ya, bir tek kanal varken izlenecek ne çok şey olduğu, şimdiyse milyon kadar kanal varken izleyecek bir şey olmadığı meselesine benzettim bu durumu. Ben benzetmeyi yapa durayım, çişim geldi affedersiniz, kalkıp tuvalete gittim. Dönüşte yolumun üstü mutfaktan bir mandalina alıp geldim. Onu yerken bir yandan da hiçbir şey yapamıyorum diye diye aslında ne çok şey yaptığımın ayırdına vardım. Her şey bir yana, boyuna düşünmüştüm. Kafamın içinde düşünceler okul bahçesinde koşuşup duran çocuklar gibi bir saatten fazladır koşturuyorlardı işte. Köpek gene havladı. Öyle uzun uzadıya bir havlayış da değil, iki havlayıp susuyor, birkaç dakika sonra bir daha havlıyordu. Mandalinayı yemek iyiydi hoştu da şimdi elimi yıkamak için bir daha kalkacak olmam da neyin nesiydi. Vakit de geç olmuştu. Bu gece ay var mıydı ki? Yoktu sanki. Kalkıp pencereden bakmaya üşenmedim. Açtım hatta, başımı uzattım, epey soğuktu. İyisi mi artık yatmak, diye geçirdiysem de içimden, yatasım da yoktu. Galiba yapılacak en iyi şey yatağa bilgisayarla beraber girip bir film açmak ve uykumun gelmesini beklemekti. Adı da dizüstü değil mi zaten bu makinelerin? Öyle yaptım. Işığı kapattım, bilgisayarı alıp yatağa girdim. O ana dair son hatırladığım şey, film seçmeye çalışıyor olmamdı. Aslına bakarsanız durum bunun tam tersiydi, yani sanki onca filmin arasından birini seçmemek için direniyordum. Gece bir ara uyku moduna geçmiş olan bilgisayarı kalkıp masanın üzerine bıraktığım gibi kendimi gerisin geri yatağa bıraktığımı anımsıyorum.
25 Aralık 2017
Söz
İlkin Söz vardı, der Kitap. Bunu Platon duysa, söz mü, hangi söz, diye sorar. Çünkü eski Yunan dilinde söz kavramını vermek için bir değil, üç sözcük vardır: Biri "mythos", öbürü "epos", üçüncüsü "logos". Mythos söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama mythos'a pek güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok yalanlarla süslerler. Bu yüzdendir ki Herodot gibi bir tarihçi mythos'a tarih değeri olmayan güvenilmez söylenti der, Platon gibi bir filozof da mythos'u gerçeklerle ilişkisiz, uydurma, boş ve gülünç bir masal diye tanımlar. Epos daha değişik bir anlam taşır: Belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür, epos insana tanrı armağanıdır, güzelim süslü sözleri bir araya getirerek büyüler dinleyicilerini bir ozan. Ozanın sözünü tanımlayan epos böylece şiir, destan, ezgi anlamına gelmiş ve o gün bugün epik ve epope diye Batılı dillerin hepsinde yerini almıştır. Mythos'la epos arasında ilkinden bir yakınlık vardır, mythos söylenen sözün, anlatılan öykünün içeriği ise, epos da onun doğal olarak aldığı ölçülü, süslü ve dengeli biçimidir. Epos ne kadar güzelse, mythos o kadar etkili olur, epos'la mythos'un bu başarılı evlenmesidir ki, ilkçağdan kalma efsanelerin ürün vere vere günümüze dek yaşamasını ve mythos kavramının çağlar ve uluslararası bir nitelik kazanarak ölmezliğe kavuşmasını sağlamıştır.
Ama bir de logos vardı. Onun sözcüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya düşünürleri eski deyimiyle "physiologoi", yani doğa bilginleri yapmıştır. Onlara göre logos gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir yasal düzeni yansıtır, insanın bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, evrenin ve doğanın da logos'u vardır. Logos insanda düşünce, doğada kanundur, her yerde ve her şeyde vardır, ortaklaşa ve tanrısaldır. Logos'u bulmak, sırlarını göz önüne sermek, insan sözüyle dile getirmek düşünürün asıl ödevidir. Logos kavramıyla açılan bu çığır dosdoğru bilime varmış, öyle ki logos-logia bugün herhangi bir araştırma dalında bilgini ve bilimi dile getirmek için kullanılan birer ek olmuştur.Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü.
Genç Kızın Yakınışı
Ağaçlar hışıldıyor, bulutlar uçuşuyor,
Bir kız oturmuş yeşilliklerinde kıyının,
Dalgalar çarpıyor devler gibi,
Oysa içini çekiyor kapkaranlık gecede,
Ağlamaktan buğulanmış gözleri.
“Kalbim öldü, bomboş bu dünya.
Hiçbir şey vermiyor artık arzulara.
Yanına al çocuğunu ne olur kutsal varlık,
Tattım yeterince yeryüzü mutluluğunu ben,
Yaşadım, sevdim!”
Boş yere akıp gidiyor gözyaşları,
Diriltmez ölenleri bu acı yakınışlar;
Ama söyle, ne teselli eder, ne iyileştirir gönlü
Tatlı bir sevginin kaybolmuş sevinci ardından.
Ben, göksel varlık, yoksun komayacağım seni ondan.
Bırak boş yere aksın bu gözyaşları;
Diriltmesin ölenleri bu acı yakınışlar!
En tatlı mutluluk yas çeken gönül için,
Sevginin acısıyla yakmıştır,
Tatlı bir sevginin kaybolmuş sevinci ardından.
Friedrich Schiller (1759-1805)
Çeviren: Vural Ülkü
Bir kız oturmuş yeşilliklerinde kıyının,
Dalgalar çarpıyor devler gibi,
Oysa içini çekiyor kapkaranlık gecede,
Ağlamaktan buğulanmış gözleri.
“Kalbim öldü, bomboş bu dünya.
Hiçbir şey vermiyor artık arzulara.
Yanına al çocuğunu ne olur kutsal varlık,
Tattım yeterince yeryüzü mutluluğunu ben,
Yaşadım, sevdim!”
Boş yere akıp gidiyor gözyaşları,
Diriltmez ölenleri bu acı yakınışlar;
Ama söyle, ne teselli eder, ne iyileştirir gönlü
Tatlı bir sevginin kaybolmuş sevinci ardından.
Ben, göksel varlık, yoksun komayacağım seni ondan.
Bırak boş yere aksın bu gözyaşları;
Diriltmesin ölenleri bu acı yakınışlar!
En tatlı mutluluk yas çeken gönül için,
Sevginin acısıyla yakmıştır,
Tatlı bir sevginin kaybolmuş sevinci ardından.
Friedrich Schiller (1759-1805)
Çeviren: Vural Ülkü
20 Aralık 2017
Bir arayışın romanı
Geçen yılki okunacaklar listemde bulunan Deniz Kenarında Geyikler'le bu yılkinde bulunan Günah Keçisi'nden birini ya da ikisini birden almak üzere halk kütüphanesine gittim. Dışarıdan bakılınca hiç mi hiç belli olmasa da her zaman şanssız olduğumu iddia etmiş, iddiamda haklı olduğumu da savunmuşumdur. Nitekim kim bilir kaç bin kitabın bulunduğu kütüphanede almaya niyetlendiğim hepi topu iki tanesi de tamir için depoya kaldırılmıştı. Şayet o gün örneğin kütüphane görevlisiyle konuşan birine kulak misafiri olup da almak istediği iki kitabın da tamirde olduğunu duysaydım inanın çok şaşıracak, tesadüfün de böylesi, diye geçirecektim içimden, gelgelelim konu bendim ve, dedim ya, kendim dışında neredeyse hiç kimse bilmese de dünyadaki en şanssız insanlardan biriydim, velhasılıkelam hiç şaşırmadım. Eh, gelmişken başka bir kitap alayım bari diyerek raflar arasında dolaşmaya koyuldum ve gene geçen yılki listede yer alan Lizbon'a Gece Treni'ni görünce hemen alıp oracıkta okumaya başladım.
İnsan zaman zaman tesadüflerin gerçekten tesadüf olup olmadığını sorgular. Tesadüf diye bir şey gerçekten var mıdır? Konuya felsefi pencereden yaklaşan var, dini pencereden yaklaşan var, kozmos meselesine giren var, evrende yalnız olmadığımızı söyleyip bizi küçük çocuklar gibi korkutmaya çalışan var, galiba konuyu psikolojik olarak ele alan bile var. Kitabın ilk bölümünü okuyunca üzerinde ilk durduğum mesele bu oldu. Gregorius'un başına gelen tesadüf gerçekten bir tesadüf müydü acaba?
*
Gregorius günün birinde bir kadınla tesadüfen karşılaşır, sıradışı denebilecek bir-iki olay yaşanır, kadın göründüğü gibi sırra kadem basar ve Gregorius'un, yaşını başını almış, bileğinin hakkıyla herkesin saygınlığını kazanmış bu adamın hayatının akışı değişir. Bern'den Lizbon'a aktarmalı giden trene bindiğinde kendisi de henüz farkında olmasa da eski yaşamını bir kenara bırakmıştır bile. İlk bakışta kadından çok etkilenip onun peşinden gittiği izlenimine kapılır insan, fakat çok geçmez, aslında kadının değil de bu tesadüfler zincirinin bir halkası olarak eline geçen bir kitabın gizemli yazarının peşinde olduğu anlaşılır. Böylece kitap baştan sona bir arayışla geçer. En nihayetindeyse öğreniriz ki Gregorius aslında ne güzel bir kadını ne de gizemli bir yazarı arıyordur, bizzat kendisidir aradığı.
Kitabı okuyup bitirince, hayat nedir, diye soruyor insan kendine. Bir de şu: Bir hayat, sahibine ne kadar dahildir? Bir ad gibi midir mesela hayat, ya da yüzümüzün şekli gibi mi, gitgide bizimle bütünleşir mi? Yoksa bize ait ama bizim dışımızda olup biten bir şey mi? Cevabı uzakta görünen bir soru.
Gregorius'un yaşamı, kendi payıma, kesinlikle yaşanabilecek, sonuna kadar götürülebilecek bir yaşam. Bugün bana öylesi bir yaşam vaat edilse bir dakika bile düşünmeden kabul ederim. Ama işte, burada bitmiyor iş. Çiğ süt emmiş ya insanoğlu, üstelik bir de tercih diye bir illet verilmiş kendisine, yaşamını durmadan değiştiresi geliyor, ille daha fazlasını değil, fakat daha başkasını, daha farklısını istiyor. En azından içinde yaşadığımız dünyanın büyük bölümünde yaşayan insanlar için bu böyle. Romanın yarısından sonra hep sorduğum soru, Gregorius'un yaşamındaki eksikliğin ne olduğu, onu arayışa sürükleyenin ne olduğuydu. Cevabını bulamadım. İlk elden cevap gibi görünen bir-iki yüzeysel şey ortaya çıkıyor, fakat sonra anlaşılıyor ki değil. Her kim olursa olsun, hangi koşullar altında bulunuyorsa bulunsun, insan niye değiştirmek ister hayatını?
Bunları söylemekle maksadım nedir? Lizbon'a Gece Treni'ni okuyunca yaşamın böyle bir şey olmaması gerektiğini düşündüm ister istemez. Madem aklımız var, hayvanlardan üstün yönlerimiz var, o halde onlardan farklı bir yaşamımız da olmalı değil midir? Şu da atlanamayacak bir soru: İnsan neden yerinde duramaz? Gitme isteğinin altında yatan esas neden nedir? Ve de şu: İnsanı arayışa iten güdü tam olarak nedir?
Soru sorduran kitap iyi kitaptır.
***
Raimund Gregorius İsviçre'nin başkenti Bern'de yaşıyor. Öğretmen. Evine yakın bir lisede eski diller dersi veriyor yıllardır. Türkiye'de kesinlikle bulamayacağınız türden bir lise öğretmeni; branşına büsbütün hakim, o kadar ki üniversite profesörlerini bile cebinden çıkarır. Olabildiğince tekdüze olan hayatı günün birinde bir tesadüfle ansızın değişir. İnsan zaman zaman tesadüflerin gerçekten tesadüf olup olmadığını sorgular. Tesadüf diye bir şey gerçekten var mıdır? Konuya felsefi pencereden yaklaşan var, dini pencereden yaklaşan var, kozmos meselesine giren var, evrende yalnız olmadığımızı söyleyip bizi küçük çocuklar gibi korkutmaya çalışan var, galiba konuyu psikolojik olarak ele alan bile var. Kitabın ilk bölümünü okuyunca üzerinde ilk durduğum mesele bu oldu. Gregorius'un başına gelen tesadüf gerçekten bir tesadüf müydü acaba?
*
Gregorius günün birinde bir kadınla tesadüfen karşılaşır, sıradışı denebilecek bir-iki olay yaşanır, kadın göründüğü gibi sırra kadem basar ve Gregorius'un, yaşını başını almış, bileğinin hakkıyla herkesin saygınlığını kazanmış bu adamın hayatının akışı değişir. Bern'den Lizbon'a aktarmalı giden trene bindiğinde kendisi de henüz farkında olmasa da eski yaşamını bir kenara bırakmıştır bile. İlk bakışta kadından çok etkilenip onun peşinden gittiği izlenimine kapılır insan, fakat çok geçmez, aslında kadının değil de bu tesadüfler zincirinin bir halkası olarak eline geçen bir kitabın gizemli yazarının peşinde olduğu anlaşılır. Böylece kitap baştan sona bir arayışla geçer. En nihayetindeyse öğreniriz ki Gregorius aslında ne güzel bir kadını ne de gizemli bir yazarı arıyordur, bizzat kendisidir aradığı.
Kitabı okuyup bitirince, hayat nedir, diye soruyor insan kendine. Bir de şu: Bir hayat, sahibine ne kadar dahildir? Bir ad gibi midir mesela hayat, ya da yüzümüzün şekli gibi mi, gitgide bizimle bütünleşir mi? Yoksa bize ait ama bizim dışımızda olup biten bir şey mi? Cevabı uzakta görünen bir soru.
Gregorius'un yaşamı, kendi payıma, kesinlikle yaşanabilecek, sonuna kadar götürülebilecek bir yaşam. Bugün bana öylesi bir yaşam vaat edilse bir dakika bile düşünmeden kabul ederim. Ama işte, burada bitmiyor iş. Çiğ süt emmiş ya insanoğlu, üstelik bir de tercih diye bir illet verilmiş kendisine, yaşamını durmadan değiştiresi geliyor, ille daha fazlasını değil, fakat daha başkasını, daha farklısını istiyor. En azından içinde yaşadığımız dünyanın büyük bölümünde yaşayan insanlar için bu böyle. Romanın yarısından sonra hep sorduğum soru, Gregorius'un yaşamındaki eksikliğin ne olduğu, onu arayışa sürükleyenin ne olduğuydu. Cevabını bulamadım. İlk elden cevap gibi görünen bir-iki yüzeysel şey ortaya çıkıyor, fakat sonra anlaşılıyor ki değil. Her kim olursa olsun, hangi koşullar altında bulunuyorsa bulunsun, insan niye değiştirmek ister hayatını?
***
Günümüz insanının hayvandan pek farkı kalmamış görünüyor. Bunu ciddiyetle söylüyorum. Şöyle ki bir hayvanın gündelik yaşamı sabah kalkıp akşama dek karnını doyurmak, akşamdan sabaha kadar da dinlenmekten ibarettir. Geri kalan şeyler ayrıntılardır. Dünyanın başka yerlerinde hayat nasıl işliyor bilmiyorum, yaşamadan bilinmez, fakat kendi toplumumuza bakınca temel yaşama güdüsünün tam da böyle, hayvanlarınki gibi bir hal aldığını görüyorum. Arada tek bir fark var. Hayvan yalnızca o gün karnını doyurmanın derdindedir, yarını düşünmez, fazlasını da almaz. İnsansa hep daha fazlasının peşindedir. Gözünü doyuracak bir şey henüz bulunamamıştır. Hep daha fazlası istenince haliyle peşinden koşulmalıdır. İşte böyle olunca da sabahları dolmuşlar, otobüsler, metrolar, arabalar tıklım tıkış olur, insanoğlu işe gidiyordur, akşam gene aynı manzara. Bir yerde geçim derdi en önemli şey halini almışsa orada insan yaşamı hayvan yaşamının seviyesine inmiş demektir.Bunları söylemekle maksadım nedir? Lizbon'a Gece Treni'ni okuyunca yaşamın böyle bir şey olmaması gerektiğini düşündüm ister istemez. Madem aklımız var, hayvanlardan üstün yönlerimiz var, o halde onlardan farklı bir yaşamımız da olmalı değil midir? Şu da atlanamayacak bir soru: İnsan neden yerinde duramaz? Gitme isteğinin altında yatan esas neden nedir? Ve de şu: İnsanı arayışa iten güdü tam olarak nedir?
Soru sorduran kitap iyi kitaptır.
18 Aralık 2017
16 Aralık 2017
Okunacaklar
Geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da okuma konusunda pek randımanlı geçmedi. Gene geçen yılki gibi bu yıl da okumalarım çok bölük pörçük oldu. Başlayıp da bitirmediğim ya da yalnızca belli bölümlerini okuduğum kitaplar çok oldu, onları saymadığım için ne kadar olduklarını da şimdi kestiremiyorum. Aslına bakarsanız hep böyleydi.
İki-üç ay önce başlayıp da yarım bıraktığım iki kitap vardı, böyle durumlarda hep olduğu gibi aklımın bir köşesini meşgul ediyorlardı (neyse ki bana özgü bir durum değil bu, psikolojide Zeigarnik etkisi diyorlar), üstelik öyle çok hacimli kitaplar da değillerdi, birini geçen gün baştan açıp okudum, öbürünü de dün elime aldım. Bir de geçen yıl bitiremediğim bir kitap vardı, on dört bölümünü okumuş, on beşinci ve son bölümünü bitiremeden evden ayrılınca öylece kalmıştı, anladım ki ben farkında olmasam da öylece duruyor aklımda, açıp o kalanını da okudum.
Bu yıl şu vakte kadar hepi topu on sekiz kitap okumuşum. Çok az. Bir ara kitap okuma orucuna girmiştim. Dergi mergi okuyordum gerçi. Bir de kütüphanelerle kitapçılarda ayak üstü okuduklarım vardı, bazen beş sayfa, bazen yirmi-otuz. Bir ara bir kitapçıda ayak üstü bir kitabın neredeyse üçte birini okudum, param yoktu, sonra alırım, dedim, ama daha sonra gelince, şansa bak, satılmıştı. Daha sonra dediğime bakmayın ama, arada şehir değiştirmiştim, nerden baksan üç ay geçmişti.
Bu yılki okumalarımın en dikkat çekici yanı, okuduğum ilk altı kitabın e-kitap oluşu. Bir gün bir arkadaşımın evinde bir kitap alıp yarıya kadarını okudum, güzeldi, birkaç gün sonra tesadüfen gördüm ki bende o kitabın elektroniği varmış, kalanını da öyle okudum. Tuhaf bir şey gibi geliyor, teknolojinin bu denli olmadığı bir devirde anlatsan insanlar yadırgardı herhal.
Yapılacaklar listeleri genelde tutmaz, bilirsiniz. Açıp listelerime baktım, 2016 için on altı kitaplık bir liste yapmışım fakat yalnızca dördünü okumuşum onların, birini de yarım bırakmışım. 2017 de farklı olmamış, yirmi üç kitaplık bir liste yapmışım ama okuduklarımın yalnızca üçü bu listeden. Niye böyle oluyor ki? Kitapların çokluğundan olsa gerek. Okunacak o kadar şey var ki.
İki-üç ay önce başlayıp da yarım bıraktığım iki kitap vardı, böyle durumlarda hep olduğu gibi aklımın bir köşesini meşgul ediyorlardı (neyse ki bana özgü bir durum değil bu, psikolojide Zeigarnik etkisi diyorlar), üstelik öyle çok hacimli kitaplar da değillerdi, birini geçen gün baştan açıp okudum, öbürünü de dün elime aldım. Bir de geçen yıl bitiremediğim bir kitap vardı, on dört bölümünü okumuş, on beşinci ve son bölümünü bitiremeden evden ayrılınca öylece kalmıştı, anladım ki ben farkında olmasam da öylece duruyor aklımda, açıp o kalanını da okudum.
Bu yıl şu vakte kadar hepi topu on sekiz kitap okumuşum. Çok az. Bir ara kitap okuma orucuna girmiştim. Dergi mergi okuyordum gerçi. Bir de kütüphanelerle kitapçılarda ayak üstü okuduklarım vardı, bazen beş sayfa, bazen yirmi-otuz. Bir ara bir kitapçıda ayak üstü bir kitabın neredeyse üçte birini okudum, param yoktu, sonra alırım, dedim, ama daha sonra gelince, şansa bak, satılmıştı. Daha sonra dediğime bakmayın ama, arada şehir değiştirmiştim, nerden baksan üç ay geçmişti.
Bu yılki okumalarımın en dikkat çekici yanı, okuduğum ilk altı kitabın e-kitap oluşu. Bir gün bir arkadaşımın evinde bir kitap alıp yarıya kadarını okudum, güzeldi, birkaç gün sonra tesadüfen gördüm ki bende o kitabın elektroniği varmış, kalanını da öyle okudum. Tuhaf bir şey gibi geliyor, teknolojinin bu denli olmadığı bir devirde anlatsan insanlar yadırgardı herhal.
Yapılacaklar listeleri genelde tutmaz, bilirsiniz. Açıp listelerime baktım, 2016 için on altı kitaplık bir liste yapmışım fakat yalnızca dördünü okumuşum onların, birini de yarım bırakmışım. 2017 de farklı olmamış, yirmi üç kitaplık bir liste yapmışım ama okuduklarımın yalnızca üçü bu listeden. Niye böyle oluyor ki? Kitapların çokluğundan olsa gerek. Okunacak o kadar şey var ki.
14 Aralık 2017
İnsan ne zaman kendisidir?
Hayatımız sürüklenen kumlardan meydana gelen geçici oluşumlardır, bir rüzgârla kurulur, bir başkasıyla yıkılır. Doğru dürüst kurulamadan dağılıp giden nafile oluşumlardır.
***
İnsan ne zaman kendisidir? Her zaman olduğu gibiyken mi? Kendini hep gördüğü biçimdeyken mi? Yoksa düşüncelerin ve duyguların yakıcı lavları bütün yalanları, maskeleri ve kendini kandırışları içine aldığı zaman olduğu gibi mi? Bir insanın artık kendi gibi olmadığından yakınanlar çoğu kez başkalarıdır.Pascal Mercier, Lizbon'a Gece Treni.
12 Aralık 2017
Hangi
Geçen yıl olsun, daha önceki yıllar olsun, tam da bu vakitlerde yapıp ettiğimiz bir şeyin bu yıl aynı vakitte kendiliğinden aklımıza gelmesi olur mu acaba? Sanmam. Olsa bile bunun büsbütün tesadüf olarak geliştiğini sanmam. Şöyle oluyordur belki, geçen yıl bu vakitlerde olup biten şeyler üç aşağı beş yukarı bu yıl da aynı biçimde olduğu için o zamanlar yapmış olduklarımızı aklımıza getirirler. Ne bileyim, okullar her yıl aynı vakitlerde açılır, yapraklar aynı vakitlerde dökülür, havalar aynı vakitlerde soğur filan.
*
Bu hafta kar yağdı buraya. Etraftaki köylere, dağlara çoktan yağmıştı da şehre de yağmış oldu sonunda. Hem pencereden hem dışarıdayken doğrudan doğruya karın yağışını izledikçe içimden geçen yıl okuduğum Norveçli yazar Levi Henriksen’in romanının adı çınladı durdu: Kar Yağacak. Baktım, iki-üç gün boyunca boyuna bu iki kelimeyi içimden tekrarlayıp duruyorum. Dindarların sık sık içlerinden bir duayı, şiir severlerin bir şiiri, kimilerinin bir şarkıyı tekrarlaması misali tekrarlayıp durdum ben de: kar yağacak. Bir ara fark ettim ki bunu böyle içimden söylemek bana ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler hissettiriyor. Özlem mi desem, yalnızlık mı bilemedim.
Açıp bakınca, kitabı geçen yıl tam da bu vakitte okuduğumu gördüm. Acaba karın yağışı mıydı bana onu anımsatan, yoksa zamanın uyuşması mı?
*
Bu hafta kar yağdı buraya. Etraftaki köylere, dağlara çoktan yağmıştı da şehre de yağmış oldu sonunda. Hem pencereden hem dışarıdayken doğrudan doğruya karın yağışını izledikçe içimden geçen yıl okuduğum Norveçli yazar Levi Henriksen’in romanının adı çınladı durdu: Kar Yağacak. Baktım, iki-üç gün boyunca boyuna bu iki kelimeyi içimden tekrarlayıp duruyorum. Dindarların sık sık içlerinden bir duayı, şiir severlerin bir şiiri, kimilerinin bir şarkıyı tekrarlaması misali tekrarlayıp durdum ben de: kar yağacak. Bir ara fark ettim ki bunu böyle içimden söylemek bana ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler hissettiriyor. Özlem mi desem, yalnızlık mı bilemedim.
Açıp bakınca, kitabı geçen yıl tam da bu vakitte okuduğumu gördüm. Acaba karın yağışı mıydı bana onu anımsatan, yoksa zamanın uyuşması mı?
11 Aralık 2017
10 Aralık 2017
Kahkahanın özgürleştirici gücü
Başıma harika bir şey geldi. Göğün yedinci katına çıkarıldım. Bütün tanrılar toplanmış oturuyordu. Özel bir lütufla bir dilek hakkı bahşedildi bana. Şöyle dedi Merkür: “Gençlik mi istersin, güzellik mi, güç mü, uzun ömür mü, dünyanın en güzel kızını mı yoksa hazinemizdeki diğer hazları mı? İstediğini seç ama sadece birini seçebilirsin.” Bir an için ne diyeceğimi bilemedim, sonra tanrılara şöyle seslendim: “Ey muteber çağdaşlarım, bir şey seçiyorum, kahkahanın her zaman benden yana olmasını.” Karşılığında tanrılar tek kelime etmedi. Onun yerine hepsi birden gülmeye başladı. Bundan dileğimin kabul edildiğini anladım. Tanrıların bir tarzı olduğunu da öğrenmiş oldum: Karşımda ciddi ciddi durup şöyle cevap verseler yakışık almazdı ne de olsa: “Dileğiniz işbu vesileyle kabul edilmiştir.”Kierkegaard, Either/Or, Akt.: Robert Ferguson, Kierkegaard’dan Hayat Dersleri.
8 Aralık 2017
Kimin fikri?
Bazan başkasına ait bir fikri o denli sever, benimser, paylaşırız ki bir zaman sonra onun kendimize ait bir fikir olduğuna kanaat getiririz. Bir yerden sonraysa gerçek sahibinin –bu bir filozof, bir şair, bir karikatürist olabilir– nasıl olup da “tıpkı bizim gibi” düşünmüş olduğuna hayret ederiz.
Bu durumun bir adı var mıdır ki?
Bu durumun bir adı var mıdır ki?
6 Aralık 2017
Felek
Felek seninle gizlice uyuşup anlaşsa bile sonunda yine onun elinden kurtulamazsın. O sana bazan taç ve taht verirse, bazan da felaket verir. Düşmana da benzer dosta da. İnsana bazan iç yedirir bazan da kabuk. Felek bir hokkabaz gibidir: zamanına göre türlü türlü oyunlar yapar. Önce başını bulutlara kadar yükseltir, sonra da kara toprağın içine sokuverir. Kimini denizden ta aya kadar yükseltir, kimini de aydan kaldırıp bir çukura atar. Dükkat et de ona güveneyim deme, bu yeryüzüne gönül vermeye gelmez.Firdevsi, Şehname.
3 Aralık 2017
Bilinmez
Rüyamda adamın biri gelip kendini Müdür diye tanıttıktan sonra ne rüyası görmek istediğimi soruyor. Gülüyorum. Neye güldüğümü soruyor. “Bu ismi nereden buldun,” diyorum. “Nereden bulduysam buldum,” diye cevaplıyor. “Ben,” diyorum, “gerçek hayatta pek çok arkadaşıma Müdür diye hitap ediyorum da...” Şaşırarak soruyor: “Gerçek hayat?”
Sustuğumu görünce kendi cevabını kendi verircesine sürdürüyor: “Bunun bir rüya oluşu gerçek olmadığı anlamına gelmez dostum. Hem sonra, bunun hayat olduğunu da nereden çıkardın? Bir rüyayla bir hayat büsbütün farklı şeylerdir.”
Hoşuma gidiyor bilgece sözleri. Sanki uzun uzadıya konuşacakmış da ben de keyifle dinleyecekmişim gibi arkama yaslanıyorum. Fakat bunu görünce silkinip sorusunu yineliyor: “Ne rüyası görmek istiyorsun?”
“Kafam karıştı,” diye yanıtlıyorum, “bu zaten bir rüya değil mi? Demin bunun bir rüya olduğunu kendin dedin. Şimdi rüya içinde rüya göreceğim, öyle mi? Üstelik de dilediğim rüyayı?”
Kollarını bağlayıp hafifçe gülümsedikten sonra, “Evet,” diyor, “senin gibi bahtsızlar ancak rüyalarında diledikleri rüyayı görebilirler.” Bunu duyunca çok üzülüyorum. Üzüntüm beni huzursuz etmiş olacak ki uykum bölünüyor, uyanıyorum. Telefona uzanıp saate bakıyorum, üçü yirmi yedi geçiyor. Karanlıkta bahtsızlığıma üzülüyorum bir süre daha, rüyada değil, gerçekte. “Rüyada bile dilediğin rüyayı görmen için önüne seçenek konuyor fakat dileyemeden uyanıyorsun be bahtsız adam,” diye geçiriyorum içimden.
***
Rüyalardan gerçeklere geçelim. Bir arkadaşımızın annesi öldü. Haberi alır almaz üç-dört arkadaş evlerine gittik. Cenaze şehir dışında, bir aydır yatmakta olduğu hastanedeydi, oradan yola çıkmış geliyordu. Bizler de mezar işiyle uğraşalım diyerek gerisin geri çıktık evden. Benle Yunus Çay bizim eve gidip kazma kürek alıp diğer arkadaşların yanına döndük. Onlar da kürek mürek ayarlamıştı, binip mezarlığa gittik. Annesini kaybeden arkadaşımız da bizimleydi. Bizim mahallenin mezarlığı olabildiğince dolu. Neredeyse hiç yer kalmamış. Kalan da 2011 depreminde dolmuş dediklerine göre. Her yer mezarla dolu olunca haliyle kepçe filan giremiyor, mecburen elle kazılıyor mezarlar. İlk olarak sekiz-on dakika arayıp bir yer bulduk. O sırada muhtar geldi. Mezar kazıcılığı yapan birileri varmış. İki mi üç mü kardeşmiş bunlar, filankesin oğulları derlermiş, bir saate varmadan mezarı kazıp bitirirlermiş. Muhtar numaralarını bulup aradı fakat adamlar Mersin’e mi nereye portakal yükleyip getirmeye gitmişlermiş. Akşamın karanlığında cep telefonu fenerleriyle başladık kazmaya. Toprak sert. Hava da tıpkı bugün olduğu gibi epeyce soğuk. Hiçbirimiz kazma küreğe alışkın tipler değiliz. Her birimiz en son bilmem kaç yıl önce eline kürek aldığını söylüyor. Ben mesela, en son üniversitenin birinci sınıfını bitirdiğim yaz tatilinde inşaatta çalışmışım. İşin kötüsü, hepimiz hastayız. Kimimiz nezle olmuş, kimimizin boğazı dolmuş, kimimiz öksürüp duruyor. Üstüne bir de işe bak ki hepimiz kahvaltıyla duruyoruz, kimse öğle yemeği yememiş. Fakat bunların hiçbiri umurumuzda değil doğrusu. Duraklamadan çalıştık. Kazdıkça derinleşti, bir de baktık bitirmişiz. İki saatimizi aldı. Hepimiz şaşırdık bu işi nasıl çıkardığımıza. Kadınların mezarı erkeklerinkinden daha derin oluyormuş, onu da yenice öğrendim. Mezarı bitirip cenaze evine döndük. Kadınlar filan toplaşmışlardı, kimisi ağlıyordu. Erkeklerse odada sessizce oturuyorlardı. Arkadaşımızın babasını gördük. Beş dakika kadar oturduk. Çay ikram ettiler, içip kalktık. Çarşıya gittik. Bir başka arkadaşımızın çorbacı dükkânı geç vakte kadar açık. Sobası cayır cayır yanıyor. Her birimiz ikişer kâse sımsıcak çorba içip kendimize geldik. Sonra tekrar cenaze evine. Oradan da cenazeyi karşılamaya. Şehrin kırk-elli km. dışına çıkmıştık ki cenaze arabasıyla karşılaştık. Vakit tam gece yarısıydı. Getirip hastanenin morguna kaldırdık, oradan da evlere dağıldık. Sabah da erkenden gidip defnettik.
Arkadaşımızın annesi 78 yaşındaydı, uzunca süredir KOAH hastasıydı. Bütün cenazelerde hep duyduğumuz o bilindik sözleri gene duydum birkaç kez: “Dünya fani.” “Her şey boş.” “Tek gerçek ölüm.” Bense yıllar önce bir yerlerde okuduğum, çok hoşuma giden o sözü bir kez daha tekrarladım arkadaşlarıma: “Günün birinde hepimiz ölmüş olacağız.” Bu gördüğümüz yüzlerce, binlerce insandan hiç kimse yüz yıl sonra burada olmayacak.
***
Yunus Çay’ın ilkokuldaki kızı hafta sonları kursa gidiyormuş. Bitiş saatine yakın kızı alıp eve bırakmaya gittik. Okul taziye evine yakın. Okulun bahçesinde liseden ikimizin de sınıf arkadaşı M.yi gördük. Bu okulda öğretmen. Epey olmuştu görmeyeli. M. ile çok iyi arkadaştık lisede. Aradan yıllar geçmiş su gibi. Yatılıydı okulumuz. Evi yakın olan bizler hafta sonu tatiline çıkardık. Cuma gününe önemsiz dersler konmuştu. Bundan ötürü son derse kadar boşuna beklemeyip erkenden kaytarmak en iyisiydi. İşte o yıl M.yle gayet iyi işleyen bir düzen oturtmuştuk. Cuma gününün ikinci, bilemedin üçüncü teneffüsünde kendimizi hastalığa vurur, müdür yardımcısının kapısını çalar, bize sevk kâğıdı vermesi için bir şeyler uydururduk. Hoca haliyle inanmazdı bize ama ne yapar eder, bazan sakız gibi yapışır, sevki almayı başarırdık. Kapıdan çıkar çıkmaz da sabahtan hazırladığımız çantamızı kapıp kaçardık. Ne güzel günlerdi.
Yukarıda rüyamı anlatırken bahtsız olduğumu söyledim ya, evet, tek bahtsız ben değilim elbette, bunun gayet iyi farkındayım. M. küçücük yaşta anasını kaybedip öksüz büyümüştü. Kadere bak ki kendi çocukları da babalarının kaderine ortak oldular. On yıl kadar önce okulu bitirip öğretmen olduktan sonra evlendi M. İki-üç yıl aradan sonra eşinin ikinci doğumunu yaparken öldüğünü duydum bir gün. Bir süre sonra çarşıda karşılaştık, çok üzgündü, “İki yavrucağı geride bırakıp gitti,” dedi.
Hayat böyle bir şey işte. Koca bir muamma. Bir anlaşılmazlıklar, bilinmezlikler sistemi.
***
Arkadaşımız M.’den ayrılınca eski günleri yâd ettik biraz. M.nin hiç değişmediğini söyledim. Yunus güldü. İçi elbette değişir insanın fakat dışında hakikaten de neredeyse hiç değişiklik yoktu arkadaşımızda. On beş yıl önce nasılsa bugün hâlâ öyle. Bir an M.’nin yerinde olmak istedik. O okulu bitirir bitirmez atanmıştı, bizse bir türlü atanamadık, ikimizin de içinde kaldı öğretmenlik illeti. Sonra biraz daha düşününce insan gerçekten başkasının yerinde olmak ister mi ki, diye geçirdim içimden? Bir insanın hayatının ne kadarının, neresinin yerinde olmak isteriz mesela? Sevgili arkadaşımız M.nin bahtsız hayatının neresinde olmak isterdik ki? Belki de herkes olması gerektiği yerdedir, kim bilir. Son tahlilde, günün birinde hepimiz ölmüş olacağız.
Sustuğumu görünce kendi cevabını kendi verircesine sürdürüyor: “Bunun bir rüya oluşu gerçek olmadığı anlamına gelmez dostum. Hem sonra, bunun hayat olduğunu da nereden çıkardın? Bir rüyayla bir hayat büsbütün farklı şeylerdir.”
Hoşuma gidiyor bilgece sözleri. Sanki uzun uzadıya konuşacakmış da ben de keyifle dinleyecekmişim gibi arkama yaslanıyorum. Fakat bunu görünce silkinip sorusunu yineliyor: “Ne rüyası görmek istiyorsun?”
“Kafam karıştı,” diye yanıtlıyorum, “bu zaten bir rüya değil mi? Demin bunun bir rüya olduğunu kendin dedin. Şimdi rüya içinde rüya göreceğim, öyle mi? Üstelik de dilediğim rüyayı?”
Kollarını bağlayıp hafifçe gülümsedikten sonra, “Evet,” diyor, “senin gibi bahtsızlar ancak rüyalarında diledikleri rüyayı görebilirler.” Bunu duyunca çok üzülüyorum. Üzüntüm beni huzursuz etmiş olacak ki uykum bölünüyor, uyanıyorum. Telefona uzanıp saate bakıyorum, üçü yirmi yedi geçiyor. Karanlıkta bahtsızlığıma üzülüyorum bir süre daha, rüyada değil, gerçekte. “Rüyada bile dilediğin rüyayı görmen için önüne seçenek konuyor fakat dileyemeden uyanıyorsun be bahtsız adam,” diye geçiriyorum içimden.
***
Rüyalardan gerçeklere geçelim. Bir arkadaşımızın annesi öldü. Haberi alır almaz üç-dört arkadaş evlerine gittik. Cenaze şehir dışında, bir aydır yatmakta olduğu hastanedeydi, oradan yola çıkmış geliyordu. Bizler de mezar işiyle uğraşalım diyerek gerisin geri çıktık evden. Benle Yunus Çay bizim eve gidip kazma kürek alıp diğer arkadaşların yanına döndük. Onlar da kürek mürek ayarlamıştı, binip mezarlığa gittik. Annesini kaybeden arkadaşımız da bizimleydi. Bizim mahallenin mezarlığı olabildiğince dolu. Neredeyse hiç yer kalmamış. Kalan da 2011 depreminde dolmuş dediklerine göre. Her yer mezarla dolu olunca haliyle kepçe filan giremiyor, mecburen elle kazılıyor mezarlar. İlk olarak sekiz-on dakika arayıp bir yer bulduk. O sırada muhtar geldi. Mezar kazıcılığı yapan birileri varmış. İki mi üç mü kardeşmiş bunlar, filankesin oğulları derlermiş, bir saate varmadan mezarı kazıp bitirirlermiş. Muhtar numaralarını bulup aradı fakat adamlar Mersin’e mi nereye portakal yükleyip getirmeye gitmişlermiş. Akşamın karanlığında cep telefonu fenerleriyle başladık kazmaya. Toprak sert. Hava da tıpkı bugün olduğu gibi epeyce soğuk. Hiçbirimiz kazma küreğe alışkın tipler değiliz. Her birimiz en son bilmem kaç yıl önce eline kürek aldığını söylüyor. Ben mesela, en son üniversitenin birinci sınıfını bitirdiğim yaz tatilinde inşaatta çalışmışım. İşin kötüsü, hepimiz hastayız. Kimimiz nezle olmuş, kimimizin boğazı dolmuş, kimimiz öksürüp duruyor. Üstüne bir de işe bak ki hepimiz kahvaltıyla duruyoruz, kimse öğle yemeği yememiş. Fakat bunların hiçbiri umurumuzda değil doğrusu. Duraklamadan çalıştık. Kazdıkça derinleşti, bir de baktık bitirmişiz. İki saatimizi aldı. Hepimiz şaşırdık bu işi nasıl çıkardığımıza. Kadınların mezarı erkeklerinkinden daha derin oluyormuş, onu da yenice öğrendim. Mezarı bitirip cenaze evine döndük. Kadınlar filan toplaşmışlardı, kimisi ağlıyordu. Erkeklerse odada sessizce oturuyorlardı. Arkadaşımızın babasını gördük. Beş dakika kadar oturduk. Çay ikram ettiler, içip kalktık. Çarşıya gittik. Bir başka arkadaşımızın çorbacı dükkânı geç vakte kadar açık. Sobası cayır cayır yanıyor. Her birimiz ikişer kâse sımsıcak çorba içip kendimize geldik. Sonra tekrar cenaze evine. Oradan da cenazeyi karşılamaya. Şehrin kırk-elli km. dışına çıkmıştık ki cenaze arabasıyla karşılaştık. Vakit tam gece yarısıydı. Getirip hastanenin morguna kaldırdık, oradan da evlere dağıldık. Sabah da erkenden gidip defnettik.
Arkadaşımızın annesi 78 yaşındaydı, uzunca süredir KOAH hastasıydı. Bütün cenazelerde hep duyduğumuz o bilindik sözleri gene duydum birkaç kez: “Dünya fani.” “Her şey boş.” “Tek gerçek ölüm.” Bense yıllar önce bir yerlerde okuduğum, çok hoşuma giden o sözü bir kez daha tekrarladım arkadaşlarıma: “Günün birinde hepimiz ölmüş olacağız.” Bu gördüğümüz yüzlerce, binlerce insandan hiç kimse yüz yıl sonra burada olmayacak.
***
Yunus Çay’ın ilkokuldaki kızı hafta sonları kursa gidiyormuş. Bitiş saatine yakın kızı alıp eve bırakmaya gittik. Okul taziye evine yakın. Okulun bahçesinde liseden ikimizin de sınıf arkadaşı M.yi gördük. Bu okulda öğretmen. Epey olmuştu görmeyeli. M. ile çok iyi arkadaştık lisede. Aradan yıllar geçmiş su gibi. Yatılıydı okulumuz. Evi yakın olan bizler hafta sonu tatiline çıkardık. Cuma gününe önemsiz dersler konmuştu. Bundan ötürü son derse kadar boşuna beklemeyip erkenden kaytarmak en iyisiydi. İşte o yıl M.yle gayet iyi işleyen bir düzen oturtmuştuk. Cuma gününün ikinci, bilemedin üçüncü teneffüsünde kendimizi hastalığa vurur, müdür yardımcısının kapısını çalar, bize sevk kâğıdı vermesi için bir şeyler uydururduk. Hoca haliyle inanmazdı bize ama ne yapar eder, bazan sakız gibi yapışır, sevki almayı başarırdık. Kapıdan çıkar çıkmaz da sabahtan hazırladığımız çantamızı kapıp kaçardık. Ne güzel günlerdi.
Yukarıda rüyamı anlatırken bahtsız olduğumu söyledim ya, evet, tek bahtsız ben değilim elbette, bunun gayet iyi farkındayım. M. küçücük yaşta anasını kaybedip öksüz büyümüştü. Kadere bak ki kendi çocukları da babalarının kaderine ortak oldular. On yıl kadar önce okulu bitirip öğretmen olduktan sonra evlendi M. İki-üç yıl aradan sonra eşinin ikinci doğumunu yaparken öldüğünü duydum bir gün. Bir süre sonra çarşıda karşılaştık, çok üzgündü, “İki yavrucağı geride bırakıp gitti,” dedi.
Hayat böyle bir şey işte. Koca bir muamma. Bir anlaşılmazlıklar, bilinmezlikler sistemi.
***
Arkadaşımız M.’den ayrılınca eski günleri yâd ettik biraz. M.nin hiç değişmediğini söyledim. Yunus güldü. İçi elbette değişir insanın fakat dışında hakikaten de neredeyse hiç değişiklik yoktu arkadaşımızda. On beş yıl önce nasılsa bugün hâlâ öyle. Bir an M.’nin yerinde olmak istedik. O okulu bitirir bitirmez atanmıştı, bizse bir türlü atanamadık, ikimizin de içinde kaldı öğretmenlik illeti. Sonra biraz daha düşününce insan gerçekten başkasının yerinde olmak ister mi ki, diye geçirdim içimden? Bir insanın hayatının ne kadarının, neresinin yerinde olmak isteriz mesela? Sevgili arkadaşımız M.nin bahtsız hayatının neresinde olmak isterdik ki? Belki de herkes olması gerektiği yerdedir, kim bilir. Son tahlilde, günün birinde hepimiz ölmüş olacağız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)