Zülfe yataktan kalktığında, iki ses birbirine karıştığından, kendisini uyandıranın müezzinin mi, yoksa komşunun horozunun sesi mi olduğundan emin değildi. Kapıyı açtığında ise, sıkışıp kalmış uyku kokusu odadan çıkıp, yerine gri ışıkla beraber serin bir esinti sızdı. Belki içerideki boğucu havadan dolayı, uyuyan bedenlerin hiçbiri yerinde değildi. Geçmiş yıllardan bir gün, doğu yönündeki duvarın tek pencere camı kırılmıştı. Selim, hemen sonraki kışın başlarında, köyün yakınlarından çekilen Fransızların arkada bıraktıkları cephane sandığının tahtalarıyla burayı kapamak zorunda kalmıştı. Fransızların, bir daha gelmemek üzere gittiklerinden emin olmasaydı, sandığı sakladığı yerden çıkarıp, her birinde ilginç harfler bulunan tahta parçalarına ayırmaya cesaret edemezdi.Velid Mimari, Notos'tan.
Evin avlusuna çıktı. Madeni kovanın kapağını kaldırarak, biraz su avuçlayıp, başından son uyku sisini kovarcasına yüzüne serpti. Alışkın bir hareketle küpü taşıyıp, içinde kalan suyu, şebboy çiçeklerinin ekili olduğu toprağın üzerine döküyordu ki, kapının açıldığını duydu. Selim dönmüştü. Birkaç sabahtır tekrarlanan eli boş geri gelmelerinden tedirgin olmasaydı, ona doğru dönmezdi. Ya çocuklar! Adamın oğlu, kendi kızı ve ikisinin üç çocukları yirmi gündür proteinli yemek yemedi. Çünkü Selim'in kapanları, o günden beri hiçbir ava kapanmadı. Daha doğrusu bir tilkiye... Onun için Zülfe, huzura kavuşmak ya da hayal kırıklıklarına bir tane daha eklememek için, yanında kırılan kuru soğan olmadan gitmeyen, yalnızca su ve tuzla pişirilen bulgurun tadını damağında duyumsayarak Selim'e doğru dönmüştü... Çocukların herhangi bir tarladan çektikleri soğan... Çocuklar, yemeğin hep aynı olmasından değil, tadının kötülüğünden dolayı da mızmızlanmaya başlamıştı.
Zülfe, eve dönen kocasının omzundan sırtına sarkan torbayı görmesine karşın pek huzura kavuşamamıştı.
"Kolay gelsin," dedi.
Duyulmayacak kadar alçak sesle söylenerek torbayı yere bıraktı. Olması gerekenin aksine, torbanın ağzı iple bağlıydı. Dahası, torbayı yere koyar koymaz, içinde canlı bir şey olduğu ve bu şeyin inlediği belli oldu.
Sormasına gerek yoktu, çünkü gözleri soruyla doluydu. Yanıt kısaydı: Tilki!
Torbanın bağını çözüp baş aşağı ettiğinde, hareketli varlık yere yuvarlandı. İlk adımı attığında, sağ arka ayağının kırık olduğu görüldü. En önemlisi de, büyük bir tilki değil, bir tilki yavrusuydu.
Yavru, biraz uluduktan sonra, çiçek ekilen yerin yanına çöküp, avcısının yönüne doğru boynunu büktü. O an kadının yüzünde şaşma, kızgınlık ve ümitsizlik ifadeleri belirdi. Kendini tutamayıp:
"Niçin onu canlı getirdin?" diye sordu.
"Bıçak bende değildi. Evde unutmuşum."
"Yanına aldın," diye tersledi.
"Kaybolmuş. Yolda düşmüş olabilir," diye karşılık verdi.
Yanıtına kendisi de inanmadı; çünkü gözleri tilkinin gözleriyle karşılaştığında, biraz sevgi duyarak, tilkinin gözlerindeki bağışlanma ve yalvarma isteğini okudu. Kocasının bahanesine pratik bir karşılık vermek ne kolaydı: Arkasındaki rafa elini uzatarak, tilkilerin yüzülmesinde kullanılan bıçağı eline tutuşturabilirdi, ki bu bıçak kesmek için de pekala kullanılabilirdi. Doğrusu Zülfe, kocasının evde bir tilki kestiğini hiç görmemişti. Yakalandıkları kapandan çıkmadan önce kestiğini düşünüyordu. Bu tilki dışında... Nasılsa o, normal bir kediden daha büyük olmayan, ne şişmanlatabilen ne doyurabilen bir tilki yavrusuydu.
Araya girmeme izin verin. Fakirliğin sınırları vardır ve bu sınırların en zoru, insanın bir ineği, koyunu ya da tavuğu olmadan bir köyde yaşamasıdır. İneğin otlayacağı bir tarlaya, koyunun geceleyeceği bir yere, tavuğun kalacağı bir kümese ihtiyacı vardır. Selim Dahmun'da bunlardan hiçbiri yoktu. Kendisine babadan bir tarla miraas kalmamıştı. Doğrusu, bir tarlanın on mirasçısından biriydi, kendine düşen pay, bir karış topraktan fazla değildi ve parasal karşılığı on lirayı geçmezdi. Evden yana da şansına, çamurdan inşa edilmiş yarım bir duvar parçası düşmüştü. İlk gençliğindeki tek şansı, bir yol şantiyesinde üç yıllığına çalışmasıydı ve o yıllardan sonra hiçbir zaman sabit bir geliri olmamıştı. O zamanlar, şansının bir kez daha döneceğini, çalıştığı yolun bitirileceğini ve zanaat kapılarının yüzüne kapanacağını, bir kunduracı, bir marangoz, bir demirci ve onlarca yoksuldan başka insanı olmayan bir köyde; tarlasız bir çiftçiye, işsiz bir işçiye dönüşeceğini tahmin bile etmiyordu.
Ücreti sabit ve yeri değişken yol şantiyesinde çalışırken, işinin ikinci yılından sonra oturduğu bu evi satın almıştı. Ev, büyükçe bir odaya; gizli, karanlığı yüzünden içine her şeyin tıkıştırıldığı küçük bir odaya açılır: Erzak varsa erzak, giyim varsa giyim, tilki avlama kapanları, şebboyun ekildiği toprağı daraltan bir avlu, çatıya çıkan bir merdiven. Nimetlerden biri, bu taş merdivenin, onlarca tilki kürkünün asılabildiği duvarı; diğeri, kürkleri kurutmak için uygun olan çatı... Ne merdiven duvarının çivilerine asılan kürklerin sayısından, ne kürksüz çivilerin sayısından, ailenin midesine giren tilki sayısının bilinmesi mümkündü. Çünkü, yılda iki kere eve uğrayan çingeneler, biriken kürkleri satın alıyor ya da ellerindeki kötü kumaşı kaliteli kürklerle değiştiriyorlardı.
Çocuklar art arda uyandı. Daha önce, karanlık odanın dışında gün ışığı bulma içgüdüsüyle çıkıyorlardı. Bu kez ışığın ve tilki sesinin uyarmasıyla çıktılar. Kimisi ona yaklaştı, öbürleri avlunun boş kalan yerlerinde oturdu. Hayvansa, çocuklardan birinin merak dürtüsüyle kuyruğunu çekmesinden dolayı, kırık ayağını sürükleyerek, çevresinin sarıldığı avlunun kalan boşluğunda dolanmaya başladı.
Kadın:
"Ellerinle boğsaydın," dedi. "Bugün çocuklar yiyecekti."
Adam, sertçe bakıp, bıyığının yarısını alt dudağının altında saklayarak, kararlı bir sesle:
"Bıçağı getir," dedi.
Kadın alay ederek:
"Bu sabah kaybettiğin bıçağı mı?" dedi.
Çocukların önünde küçük düştüğünü belli etmemek için, kızgınlığı içine atarak:
"Öbür bıçağı!" dedi.
Kadın, odaya girdi, çocuklardan birinin gömleğini elinde tutarak geri çıktı. Doğrusu, gömlek çocuklardan birinin değildi. Çünkü onlardan üçü, büyüğünden küçüğüne, en küçüğüne kadar, bu gömleği üç yıl art arda giymişti. Çünkü gömlek, eklenen yamalarla görüntüsünün çok değişmesine karşın ölçüsünü korurken, çocukların bedenleri hep büyüyordu.
Sarma işinden sonra, yırtılan gömleğin kalıntılarından bir ip yapıp, bir ucunu hayvanın boynuna, diğer ucunu şebboyların yanına çaktığı kazığa bağladı. Kuşluk zamanı, Dahmun'un evinde bir tilki olduğunun haberi, tüm köye yayılmıştı. Haber şöyleydi: Tilkilerin evinde bir tilki var... Tilki evi yeni bir ad değildi, ama şimdi bu deyiş yeni bir anlam kazandı.
Selim Dahmun, kapıyı, köyün her mahallesinden sıra sıra gelen çocukların yüzlerine kapadığında, onların dönmemek üzere çekip gideceğini sanmıştı. Ancak bunun hiçbir yararı olmadı; çünkü orayı, tilkiyi görme ümidiyle oyun yeri yapmışlardı. Küçük bir sorun araya girmeseydi, kapı kapalı kalabilirdi. Tilkinin acılarına, bir de açlığı eklenmeseydi. Ve Dahmun'un evinde, ailenin kahvaltısına ancak yetecek ekmek kırıntıları vardı...
Çocukların uğultusunun yükselmesiyle, Dahmun kapının önüne çıkıp, çocuklardan birinin parmakları arasında bir yumurtayı yukarı kaldırarak: "Görmeme izin ver!" dediğini duymasaydı, onları bağıra çağıra kovacaktı.
Dahmun, yumurtayı kapıp, çocuğu tek başına içeri alarak tilkiyi seyretmesine izin verdi. Üstelik çocuk küçük hayvanın sırtını sıvazlamak için tilkinin başını da tutmuştu.
Birkaç dakika sonra diğer çocuklar da, ellerinde birer giriş ücretiyle kapıyı çaldı. Bir yumurta, bir ekmek, bir bardak dolusu bulgur ve bir cevizle bile, Dahmun'un tilkisini görmek mümkündü. Bu yolla Zülfe'de, hem çocuklara hem aç tilkiye yetecek kadar yemek birikmişti.
İkinci günün toplamı: On yumurta, iki ekmek, bir avuç buğday ve tilkiye yedirmek bahanesiyle içeri sokulan, ancak çocukların anneleri ekmek getirene kadar yiyip bitirdikleri yarım kalıp peynir... Bu iş fazla yürümedi. Çünkü üçüncü günün getirisi üzücüydü. Adam, üçüncü günde, bazı çocukları yalvarmaları yüzünden ve bazılarını babalarının sözlü selamlarıyla hatır için almak zorunda kalmıştı. Buna karşın toplam getiri iyiydi. Son üç gün, kadın, kocası başka bir av getirene kadar bir hafta daha geçineceğini düşünerek, daha ekonomik tedbirler alıp, evde çocuklara yetecek kadar ekmek bulundurdu.
Tilkinin giderek iyileştiği görülüyordu. Bakışları daha uysal oldu. Fakat Selim Dahmun'un hayal kırıklıkları sürüyordu. Gece yarısından önce çıkıyor, kapanları kurup, bağların odalarının birinde üç saat kadar uyumak üzere uzaklaşıyordu. Daha sonra, yayları hala gergin, boşalmamış ve hiçbir ava kapanmamış kapanları denetlemek için kalkıyordu.
Gecenin birinde, küçük tilkisini, getirdiği torbaya koyup gitmek zorunda kaldı. Bağların başına ulaştığında bıraktı. Çünkü bulduğu yere geri götürmesinin bir anlamı yoktu. Tilki, ayağındaki sargıya rağmen koştu. Ay ışığının altında gölgesinin hareketlerinden, ayağının tümüyle iylleştiği belli oluyordu.
Selim Dahmun'un hayal kırıklıklarına rağmen, Zülfe, dış kapının sesiyle uyanmayı sürdürdü. İşte iki gün geçtiği halde, Selim yine boş dönüyor ve çocuklar yine yemek bekliyordu. Bekliyorlardı, ancak kapanlar bir şey tutmuyordu.
Üçüncü günün tan vaktinde Selim, torbası sırtında döndü. Zülfe, şebboyların ekildiği yerin kenarına oturmuştu. Kapının sesini duyduğunda, rahatlıkla şöyle düşünmüş olabilir: Artık bu sefer de boş dönmüyordur.
Torbasının içindekini yere boşalttığında, küçük bir tilki yere yuvarlandı. Kesilmiş bir tilki... Arka sağ ayağında bir kumaş sargısı vardı.
23 Ocak 2010
Tilkilerin Evi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Sert bir yazıydı, paylaşım için teşekkürler.
YanıtlaSil