Barbarlar
Montaigne
… Özellikle sevgi açısından, doğru-dürüst okunduğunda, insanda ivedilikle yamyam olma hevesi uyandıran “Des cannibales” (Yamyamlar) adlı denemesine eğilmek başlıbaşına bir acılıklar-tatlılıklar şölenidir. Kısa bir süre öncesinde Amerika’nın ortalarında yaşadığı gözlemlenen bazı boyların, Montaigne’in “nations” diye, “uluslar” diye nitelediği yerli halkına, Avrupalıların “barbar” yaftası takmasına karşı çıkıyor bu başlıbaşına bir yaşama-düşünme okulu durumundaki deneme. Montaigne’e göre aslında, insanları özyaşamlarında tek tek ya da topluca, türlü kılıktaki işkencelerle “yiyen” beyaz ırk Avrupalıların yaptığı, insanlık dışı bir şey. Öyle ya: “Birini canlıyken yemekte, ölüyken yemekten çok daha barbarlık var” diye düşünüyor.
Ne de olsa, o barbar denenler, Montaigne’in benimsediği saptamalar uyarınca, geri kalan insanlardan daha yumuşak kişilerdir, birbirlerine karşı daha duyarlı kişilerdir: Bizlerle karşılaştırdıkta, haksızlıklara bizden daha öfkeli; iyiliklere daha az nankör, bizden daha zengin, bizden daha mutlu. Onlar doğuşlarındaki saflığı hala sürdürmekteler: doğuşlarındaki saflığa yakın bir varlık göstermekteler: "estre encore for voisienes de leur naifveté originelle” Düzmecilikle bozulmamış insanlar onlar, yaratılışındaki saflığı yitirmemiş insanlar onlar.
Neden onları “barbar” diye damgalayıp insanlığın dışına atmaya kalkıyoruz, peki? Yanıtı düpedüz şudur Montaigne’in: “Bana anlattığına göre, bu ulusta ne barbarlık ne de yabansılık var; ger gör ki, herkes kendi kendisinin yapıp etmediği şeye barbarlık diyor.”
Alışkanlık yüzünden pusulayı şaşıran insanın yapmayacağı yanlışlık, yapmayacağı kötülük yok, Montaigne’e göre. Alışkanlıklarla gözü dönen insanları, vurmaya kırmaya götürür, öldürmeye götürür alışkanlıklar. Tekdüze duygularda, düşüncelerde, eylemlerde gide gele, gide gele yalama olan benliğimiz (sorumluysam, benzetmeden ben sorumluyum, Montaigne değil) tepeden tırnağa batağa gömer bizi. Nitekim, Raimond Sebon’a ayırdığı nerdeyse bir kitap uzunluğundaki savunuda (keşke daha uzun olsaydı, üzülüyorum, elimde mi?) şu acı, şu doğru saptamada bulunuyor: Kendimizi olduğumuzdan üstün görmemiz en doğal, en köklü hastalığımızdır.
Bunun da nedeni, kendi çabamızla kendimize verdiğimiz yaşama biçimi, yani alışkanlık. Kendi kendimizle hem yalın hem karmaşık bir ilişkiler çekimidir alışkanlıklar: Yalın, “doğal” gözüyle bakarız onlara; biz onları bile-isteye edindikçe, onlar bizi kıskıvrak bağlar. Varoluşumuzun aracı durumundan varoluşumuzun taşıyıcısı durumuna dönüşürler. Böylece birbirine kilitlenir insan ile alışkanlık: işte bunun için, “Kendimizi büsbütün unuturcasına saldırmamalıyız duygulanımlarımız ile çıkarlarımızın üstüne.”
İşler bu kerteye varınca, (başkalarına) ne hoşgörü ne sevgi kalır ortada. Nasıl kalsın, alışkanlıklarının değerinden, gerekliliğinden, özden dışa, en küçük kuşkuya yer vermez olur artık insan. Oysa insan olarak insana en çok yaraşan davranış “Bilmem ki?” türünden davranıştır. Sorgulamak, yüzeysel başarıyla yetinmemek, olup biteni bir de başka yönden görmeye girişmek, -işte bu örnek davranışı kendi doğası yapmıştır Montaigne. Gerçekte, herkes kendine örnek almalıdır bu davranışı.
Öyle ama, insanı göreceliğe, relativizm’e götürürmüş bu. İnsansa kendini sapasağlam bir kazığa iyice bağlamak ister. Neye yarayacak, peki, görecelik? Kafa karıştırmaya, eylemleri geciktirmeye, eylem dağıtmaya. O zaman gelsin ‘sağlam kazık’, aman gelsin. Ne var ki “o zaman” derken, hep çoğul konuşulur: O zaman “her” zaman, tüm zamanlar hep sağlam-kazık, -ne yazık ki, hep bu anlayış doğrultusunda yuvarlanıp gitmiştir yaşam.
İşte buna, “Bu böyle olmaz!” diyor Montaigne. Uzun uzun gerekçelere dayandığı da yok, boş veriyor alışkanlıklara. Kendi gündüzünü gecesini gözler önün koyup özyaşamının örnekliğiyle sayısını artırıyor Montaigne’lerin. Herşeye karşın arttıkça artıyor da. Bence, çok daha artması gerek.
Görecelik, görecelik de, hiçbirşeye bağlanmadan yaşanmaz ama. Doğrudur. Gelin öyleyse göreceliğe bağlanalım, herkesin anladığı anlamda bağlanmaysa görecelik, görecelikle çözülmez bir evlilik kuralım. Öyle de, “doğru” diye bildiğimiz, herşeye “Güle güle!” demiyorsunuz o zaman. Orası öyle, kesinlikten, güvenden yoksun kalıyoruz o zaman. Gelgelelim: ‘kesin doğru’ güven mi ki? Güvensizliğin ta kendisi kesinlik! Bir masal kesin doğru; doğru kesin olmaz, olur gibi olunca doğru’luk sona ermiştir artık… Duruyorum.
Nermi Uygur, Başka Sevgisi.
İyi bir paylaşım, teşekkürler.
YanıtlaSilUmarım keyif almışsınızdır, size de teşekkürler...
YanıtlaSil