26 Ocak 2010

Hayatımın Koyunu

Sevgili Mambrino;

Kendime bir yaşam koyunu almaya karar verdim. Durup dururken bu da nereden çıktı şimdi, deme. Yaşam koyunu da nedir? diye meraklandığını da görür gibiyim. Sabırsızlanma hemen, anlatacağım. Beni bilirsin önce meseleyi ortaya atar meraklandırır, sonra anlatmaya başlarım.

Belki sen de duymuşsundur, son yıllarda yaşam koçu diye bir şey duyulmaya başladı bizim memlekette. Ben de birkaç yıldır duyuyordum duymasına, üstelik meraklanıyordum da, nedense bir türlü üstüne eğilip araştırmadım neyin nesidir diye. Geçen gün nasıl olduysa merakım depreşti ve açtım bilumum bilgi kaynaklarını, baktım teker teker. Doğrusu sandığımdan da ilginçmiş bu yaşam koçu konusu. Eminim sana da ilginç gelecektir. Mesele şundan ibaret: İnsanlar kendilerine bir adet yaşam koçu tutuyorlar ve bu koç onlara yaşamayı öğretiyor. Evet evet, aynen böyle. İlginç geldi değil mi? Muhtemelen sen daha da meraklandın şimdi.

Şimdi insan bir şeyi kendine öğretmesi için neden birilerini tutar? Üstelik de parayla. O şeyi bilmiyordur da ondan. O halde yaşam koçu tutanların yaşamayı bilmedikleri anlamı çıkıyor bundan değil mi? Bizim burada buna düz mantık diyorlar. "Peki ama bunların anaları-babaları, abileri-ablaları yok mu da gidip koç tutuyorlar?" diye sorardın burada olsaydın. "Evet ama" diye cevaplardım ben de, "bunlar sandığın gibi ufak çocuk falan değil ki, koca koca insanlar bunu yapanlar, iş güç, ev bark sahibi yani..." Hani düşündüğün gibi yeni yetmeler, çoluk çocuk olsa tamam. Verirsin yanına birini, misal, toplum içinde yemek yemeyi falan öğretir, hem bu işi de zaten ana-babalar yapar. Ama insanlar o kadar değişti ki buralarda, tahmin edemezsin. Yaşamayı unuttular ya da öğrenemiyorlar, sonra da gidip kendilerine yaşam koçu tutuyorlar...

Buralar bir acayipleşti Mambrino kardeşim. Düşünsene, hangi kitabı okuyacağını sana koç söylüyor arkadaş, koç. Değişimin de bu kadarı. Yani insan bu kadar mı değişir? Ben ki değişim taraftarı biriyim, ne diyeceğimi bilmez durumdayım...

Tabii ben senin esas merak ettiğin noktayı biliyorum. Aynısını ben de merak ededurdum da ondan biliyorum. İnsandır, bilmeyebilir, yaşamak da olsa bilmeyebilir diyelim hadi, çiğ süt emmiştir, her şey beklenir ondan madem, yaşamayı bilmemesini de normal karşılayalım. Peki ama arkadaş, yaşamı öğretmesi için neden başka bir şey değil de bir koç, bir türlü anlamadığım mesele bu. Hâlâ da üzerinde düşünüyorum ve cevabını da bulmuş değilim. Aklıma elle tutulur bir fikir gelse hemen sana yazacağım. Bu arada sen de üstünde düşün olur mu? Olur da sen benden daha mantıklı bir cevap bulursun. Doğrusu kafamı kurcalayan bu soruya doğru dürüst bir cevap bulacağımı da pek ummuyorum. İşte o nedenledir ki, bir taraftan düşünürken bir taraftan da meseleyi bizzat deneyerek işin aslını öğrenmek niyetindeyim. Bundan ötürü ben de onlar gibi yapmaya karar verdim. Lakin ben koç yerine bir tane koyun tutacağım galiba. Bir farkı yok diye düşünüyorum koyunla koçun, neticede koçun öğretebildiğini koyun da öğretir, ne var.

Hatırlar mısın, dedenlerle bizi ziyarete geldiğiniz yaz tatiliydi, senin de buralara ilk gelişindi, bizim koçlardan biri teyzemin küçük oğlunu kovalamıştı da son anda kadınlar kurtarmıştı zavallıyı. Uzun süre atlatamamıştı o şoku garibim. İşte o gün bugündür koçlara karşı bende bir antipati var, bu yüzden hayatımda bir koça yer vermeye henüz hazır olmadığımı bildiğimden bir koyun almanın pekala yerinde olacağını kararlaştırdım. Geçen gün büyük kuzenimle konuştum, o anlar bu işlerden, bu haftasonu hayvan pazarına gidip bana bir yaşam koyunu alacağız. Bakalım ne olacak, çok merak ediyorum. Koyun bana ilk derste ne öğretecek diye meraktan uyuyamıyorum. Muhtemelen bir kitap listesi falan verir, şunları şunları oku diye. Velhasılıkelam, inanılmaz heyecanlıyım. Sonuçtan seni haberdar ederim.

Satırlarıma son vermeden önce selam eder, her iki karakaş gözlerinden hasretle öperim. Baki selam...

23 Ocak 2010

Tilkilerin Evi

Zülfe yataktan kalktığında, iki ses birbirine karıştığından, kendisini uyandıranın müezzinin mi, yoksa komşunun horozunun sesi mi olduğundan emin değildi. Kapıyı açtığında ise, sıkışıp kalmış uyku kokusu odadan çıkıp, yerine gri ışıkla beraber serin bir esinti sızdı. Belki içerideki boğucu havadan dolayı, uyuyan bedenlerin hiçbiri yerinde değildi. Geçmiş yıllardan bir gün, doğu yönündeki duvarın tek pencere camı kırılmıştı. Selim, hemen sonraki kışın başlarında, köyün yakınlarından çekilen Fransızların arkada bıraktıkları cephane sandığının tahtalarıyla burayı kapamak zorunda kalmıştı. Fransızların, bir daha gelmemek üzere gittiklerinden emin olmasaydı, sandığı sakladığı yerden çıkarıp, her birinde ilginç harfler bulunan tahta parçalarına ayırmaya cesaret edemezdi.
Evin avlusuna çıktı. Madeni kovanın kapağını kaldırarak, biraz su avuçlayıp, başından son uyku sisini kovarcasına yüzüne serpti. Alışkın bir hareketle küpü taşıyıp, içinde kalan suyu, şebboy çiçeklerinin ekili olduğu toprağın üzerine döküyordu ki, kapının açıldığını duydu. Selim dönmüştü. Birkaç sabahtır tekrarlanan eli boş geri gelmelerinden tedirgin olmasaydı, ona doğru dönmezdi. Ya çocuklar! Adamın oğlu, kendi kızı ve ikisinin üç çocukları yirmi gündür proteinli yemek yemedi. Çünkü Selim'in kapanları, o günden beri hiçbir ava kapanmadı. Daha doğrusu bir tilkiye... Onun için Zülfe, huzura kavuşmak ya da hayal kırıklıklarına bir tane daha eklememek için, yanında kırılan kuru soğan olmadan gitmeyen, yalnızca su ve tuzla pişirilen bulgurun tadını damağında duyumsayarak Selim'e doğru dönmüştü... Çocukların herhangi bir tarladan çektikleri soğan... Çocuklar, yemeğin hep aynı olmasından değil, tadının kötülüğünden dolayı da mızmızlanmaya başlamıştı.
Zülfe, eve dönen kocasının omzundan sırtına sarkan torbayı görmesine karşın pek huzura kavuşamamıştı.

"Kolay gelsin," dedi.
Duyulmayacak kadar alçak sesle söylenerek torbayı yere bıraktı. Olması gerekenin aksine, torbanın ağzı iple bağlıydı. Dahası, torbayı yere koyar koymaz, içinde canlı bir şey olduğu ve bu şeyin inlediği belli oldu.
Sormasına gerek yoktu, çünkü gözleri soruyla doluydu. Yanıt kısaydı: Tilki!
Torbanın bağını çözüp baş aşağı ettiğinde, hareketli varlık yere yuvarlandı. İlk adımı attığında, sağ arka ayağının kırık olduğu görüldü. En önemlisi de, büyük bir tilki değil, bir tilki yavrusuydu.
Yavru, biraz uluduktan sonra, çiçek ekilen yerin yanına çöküp, avcısının yönüne doğru boynunu büktü. O an kadının yüzünde şaşma, kızgınlık ve ümitsizlik ifadeleri belirdi. Kendini tutamayıp:
"Niçin onu canlı getirdin?" diye sordu.
"Bıçak bende değildi. Evde unutmuşum."
"Yanına aldın," diye tersledi.
"Kaybolmuş. Yolda düşmüş olabilir," diye karşılık verdi.
Yanıtına kendisi de inanmadı; çünkü gözleri tilkinin gözleriyle karşılaştığında, biraz sevgi duyarak, tilkinin gözlerindeki bağışlanma ve yalvarma isteğini okudu. Kocasının bahanesine pratik bir karşılık vermek ne kolaydı: Arkasındaki rafa elini uzatarak, tilkilerin yüzülmesinde kullanılan bıçağı eline tutuşturabilirdi, ki bu bıçak kesmek için de pekala kullanılabilirdi. Doğrusu Zülfe, kocasının evde bir tilki kestiğini hiç görmemişti. Yakalandıkları kapandan çıkmadan önce kestiğini düşünüyordu. Bu tilki dışında... Nasılsa o, normal bir kediden daha büyük olmayan, ne şişmanlatabilen ne doyurabilen bir tilki yavrusuydu.
Araya girmeme izin verin. Fakirliğin sınırları vardır ve bu sınırların en zoru, insanın bir ineği, koyunu ya da tavuğu olmadan bir köyde yaşamasıdır. İneğin otlayacağı bir tarlaya, koyunun geceleyeceği bir yere, tavuğun kalacağı bir kümese ihtiyacı vardır. Selim Dahmun'da bunlardan hiçbiri yoktu. Kendisine babadan bir tarla miraas kalmamıştı. Doğrusu, bir tarlanın on mirasçısından biriydi, kendine düşen pay, bir karış topraktan fazla değildi ve parasal karşılığı on lirayı geçmezdi. Evden yana da şansına, çamurdan inşa edilmiş yarım bir duvar parçası düşmüştü. İlk gençliğindeki tek şansı, bir yol şantiyesinde üç yıllığına çalışmasıydı ve o yıllardan sonra hiçbir zaman sabit bir geliri olmamıştı. O zamanlar, şansının bir kez daha döneceğini, çalıştığı yolun bitirileceğini ve zanaat kapılarının yüzüne kapanacağını, bir kunduracı, bir marangoz, bir demirci ve onlarca yoksuldan başka insanı olmayan bir köyde; tarlasız bir çiftçiye, işsiz bir işçiye dönüşeceğini tahmin bile etmiyordu.
Ücreti sabit ve yeri değişken yol şantiyesinde çalışırken, işinin ikinci yılından sonra oturduğu bu evi satın almıştı. Ev, büyükçe bir odaya; gizli, karanlığı yüzünden içine her şeyin tıkıştırıldığı küçük bir odaya açılır: Erzak varsa erzak, giyim varsa giyim, tilki avlama kapanları, şebboyun ekildiği toprağı daraltan bir avlu, çatıya çıkan bir merdiven. Nimetlerden biri, bu taş merdivenin, onlarca tilki kürkünün asılabildiği duvarı; diğeri, kürkleri kurutmak için uygun olan çatı... Ne merdiven duvarının çivilerine asılan kürklerin sayısından, ne kürksüz çivilerin sayısından, ailenin midesine giren tilki sayısının bilinmesi mümkündü. Çünkü, yılda iki kere eve uğrayan çingeneler, biriken kürkleri satın alıyor ya da ellerindeki kötü kumaşı kaliteli kürklerle değiştiriyorlardı.
Çocuklar art arda uyandı. Daha önce, karanlık odanın dışında gün ışığı bulma içgüdüsüyle çıkıyorlardı. Bu kez ışığın ve tilki sesinin uyarmasıyla çıktılar. Kimisi ona yaklaştı, öbürleri avlunun boş kalan yerlerinde oturdu. Hayvansa, çocuklardan birinin merak dürtüsüyle kuyruğunu çekmesinden dolayı, kırık ayağını sürükleyerek, çevresinin sarıldığı avlunun kalan boşluğunda dolanmaya başladı.
Kadın:
"Ellerinle boğsaydın," dedi. "Bugün çocuklar yiyecekti."
Adam, sertçe bakıp, bıyığının yarısını alt dudağının altında saklayarak, kararlı bir sesle:
"Bıçağı getir," dedi.
Kadın alay ederek:
"Bu sabah kaybettiğin bıçağı mı?" dedi.
Çocukların önünde küçük düştüğünü belli etmemek için, kızgınlığı içine atarak:
"Öbür bıçağı!" dedi.
Kadın, odaya girdi, çocuklardan birinin gömleğini elinde tutarak geri çıktı. Doğrusu, gömlek çocuklardan birinin değildi. Çünkü onlardan üçü, büyüğünden küçüğüne, en küçüğüne kadar, bu gömleği üç yıl art arda giymişti. Çünkü gömlek, eklenen yamalarla görüntüsünün çok değişmesine karşın ölçüsünü korurken, çocukların bedenleri hep büyüyordu.
Sarma işinden sonra, yırtılan gömleğin kalıntılarından bir ip yapıp, bir ucunu hayvanın boynuna, diğer ucunu şebboyların yanına çaktığı kazığa bağladı. Kuşluk zamanı, Dahmun'un evinde bir tilki olduğunun haberi, tüm köye yayılmıştı. Haber şöyleydi: Tilkilerin evinde bir tilki var... Tilki evi yeni bir ad değildi, ama şimdi bu deyiş yeni bir anlam kazandı.
Selim Dahmun, kapıyı, köyün her mahallesinden sıra sıra gelen çocukların yüzlerine kapadığında, onların dönmemek üzere çekip gideceğini sanmıştı. Ancak bunun hiçbir yararı olmadı; çünkü orayı, tilkiyi görme ümidiyle oyun yeri yapmışlardı. Küçük bir sorun araya girmeseydi, kapı kapalı kalabilirdi. Tilkinin acılarına, bir de açlığı eklenmeseydi. Ve Dahmun'un evinde, ailenin kahvaltısına ancak yetecek ekmek kırıntıları vardı...
Çocukların uğultusunun yükselmesiyle, Dahmun kapının önüne çıkıp, çocuklardan birinin parmakları arasında bir yumurtayı yukarı kaldırarak: "Görmeme izin ver!" dediğini duymasaydı, onları bağıra çağıra kovacaktı.
Dahmun, yumurtayı kapıp, çocuğu tek başına içeri alarak tilkiyi seyretmesine izin verdi. Üstelik çocuk küçük hayvanın sırtını sıvazlamak için tilkinin başını da tutmuştu.
Birkaç dakika sonra diğer çocuklar da, ellerinde birer giriş ücretiyle kapıyı çaldı. Bir yumurta, bir ekmek, bir bardak dolusu bulgur ve bir cevizle bile, Dahmun'un tilkisini görmek mümkündü. Bu yolla Zülfe'de, hem çocuklara hem aç tilkiye yetecek kadar yemek birikmişti.
İkinci günün toplamı: On yumurta, iki ekmek, bir avuç buğday ve tilkiye yedirmek bahanesiyle içeri sokulan, ancak çocukların anneleri ekmek getirene kadar yiyip bitirdikleri yarım kalıp peynir... Bu iş fazla yürümedi. Çünkü üçüncü günün getirisi üzücüydü. Adam, üçüncü günde, bazı çocukları yalvarmaları yüzünden ve bazılarını babalarının sözlü selamlarıyla hatır için almak zorunda kalmıştı. Buna karşın toplam getiri iyiydi. Son üç gün, kadın, kocası başka bir av getirene kadar bir hafta daha geçineceğini düşünerek, daha ekonomik tedbirler alıp, evde çocuklara yetecek kadar ekmek bulundurdu.
Tilkinin giderek iyileştiği görülüyordu. Bakışları daha uysal oldu. Fakat Selim Dahmun'un hayal kırıklıkları sürüyordu. Gece yarısından önce çıkıyor, kapanları kurup, bağların odalarının birinde üç saat kadar uyumak üzere uzaklaşıyordu. Daha sonra, yayları hala gergin, boşalmamış ve hiçbir ava kapanmamış kapanları denetlemek için kalkıyordu.
Gecenin birinde, küçük tilkisini, getirdiği torbaya koyup gitmek zorunda kaldı. Bağların başına ulaştığında bıraktı. Çünkü bulduğu yere geri götürmesinin bir anlamı yoktu. Tilki, ayağındaki sargıya rağmen koştu. Ay ışığının altında gölgesinin hareketlerinden, ayağının tümüyle iylleştiği belli oluyordu.
Selim Dahmun'un hayal kırıklıklarına rağmen, Zülfe, dış kapının sesiyle uyanmayı sürdürdü. İşte iki gün geçtiği halde, Selim yine boş dönüyor ve çocuklar yine yemek bekliyordu. Bekliyorlardı, ancak kapanlar bir şey tutmuyordu.
Üçüncü günün tan vaktinde Selim, torbası sırtında döndü. Zülfe, şebboyların ekildiği yerin kenarına oturmuştu. Kapının sesini duyduğunda, rahatlıkla şöyle düşünmüş olabilir: Artık bu sefer de boş dönmüyordur.
Torbasının içindekini yere boşalttığında, küçük bir tilki yere yuvarlandı. Kesilmiş bir tilki... Arka sağ ayağında bir kumaş sargısı vardı.
Velid Mimari, Notos'tan. 

16 Ocak 2010

İtiraf ediyorum, İzafiyet Teorisi'nin babası benim

Sevgili dostlarım, geçen hafta beynelmilel bir toplantıya katılmak için Vaşinton’a gittim. Bu toplantıya taa bir yıl önceden davet edilmiş olmama rağmen anca şimdi vakit bulabildim. Sağolsun, arkadaşlar benim için bir yıl ertelemişler toplantıyı. (Ee, beni seviyorlar canım, Allah onnarı başımızdan eksik etmeye!).

Toplantının konusu bilimin gidişatı idi. Bilim nereye gidiyor, diye sorduk, soruşturduk. Bari bir cevap bulabildiniz mi, diye sorar iseniz, ben de bilmiyorum, bulabildik mi, bulamadık mı?..


Tabii, böyle önemli bir konuyu tartışmak için dünyanın tüm bilim adamları ve bilim kadınları orada toplandık. (Seneye toplantıya bilim çocuklarını da davet etmeyi düşünüyoruz).

İpini koparan Vaşinton’a gelmişti. Bayaa yoğun geçen üç günden sonra Vaşinton belediye başkanı bize bir akşam yemeği verdi. Yemekte masamda Aynştayn da vardı. (Zannediyorum önceden benim masama oturmak için birtakım planlar yapmıştı, sırf bana yakın olmak için). Sürekli bana birşeyler sorup durdu. Bir ara bana sokulup, “Abi,” dedi, “izafiyet mizafiyet diyorlar, nedir bunun aslı?”


Tabii, beni bilirsiniz, başka bilim adamlarına benzemem. Başkalarının yedi yüz sayfalık kitapta anlatabildiğini ben bir çizgi ile anlatabiliyorum. Böyle bir özelliğim var. Örneğin Nivton on-on iki yıl önce sırf aklındaki ufak bir fikri bilim dünyasına açıklamak için tam 3 yıl didindi durdu, yemeden içmeden kesildi, inzivaya çekildi, dünyadan elini eteğini çekti de öyle üstesinden geldi. Üç yıl içinde de ortaya birkaç yüz sayfalık bir kitap çıktı.


Ama ben... Ben öyle miyim? Elbette hayır.


Neyse efendim, gelelim esas konumuza. Aynştayn bana izafiyet teorisinin ne olduğunu sorunca, hemen dışarı çıkıp ayın bir fotoğrafını çekmesini istedim. “Abi,” dedi “fotoğraf makinem yanımda değil.” (Esasında Aynştayn’ın fotoğraf makinesi yok, hiçbir zaman da olmadı, bana karşı mahcup olmamak için salladı. Bende ne göz var, ben yer miyim?).


Hemen çantamdan benim makineyi çıkarıp verdim. Nasıl kullanacağını da gösterdim. Dışarı çıktı, biraz sonra ayın bir fotoğrafını çekip geldi. Aldım elime fotoğrafı, büzdüm, gerdim, çektim, evirdim, çevirdim, ”Aynştayncım,” dedim, “iyi bak, ne görüyorsun?”


“Ayı görüyorum,” dedi. “Onu anladık, nasıl görüyorsun” dedim. “Uzun ince bir halde, denize düşen ışığıyla paralel bir şekilde, abi” dedi.


“İyi,” dedim, “şimdi de bu şekilde bak bakalım. Ne görüyorsun?”


“Abi,” dedi, sakin bir edayla, “şimdi de yuvarlakça bir şekilde görüyorum, sanki biraz yumurtaya benziyor gibi.”


“Hah, işte bu!” dedim. “Gördün mü izafiyet neymiş”


Devam edecek…

11 Ocak 2010

2010'un takvimi


Smashing Magazine adlı sitedeki bu tipografik masaüstü takvimi tam anlamıyla bir 2010 takvimi. Dünyamızın önceki yıllardan devam başlıca sorunları ustaca bir biçimde işlenmiş. İşte o sorunlar: açlık, aids, barış, enerji, gençlik, güç, ırkçılık, kriz, nükleer, obezite, ölümler, petrol, refah, savaş, su, suç, terörizm, yardım, yoksulluk, 11 eylül.

Takvimi indirip masaüstünüzde kullanabilirsiniz.

9 Ocak 2010

Barbarlar

Montaigne
… Özellikle sevgi açısından, doğru-dürüst okunduğunda, insanda ivedilikle yamyam olma hevesi uyandıran “Des cannibales” (Yamyamlar) adlı denemesine eğilmek başlıbaşına bir acılıklar-tatlılıklar şölenidir. Kısa bir süre öncesinde Amerika’nın ortalarında yaşadığı gözlemlenen bazı boyların, Montaigne’in “nations” diye, “uluslar” diye nitelediği yerli halkına, Avrupalıların “barbar” yaftası takmasına karşı çıkıyor bu başlıbaşına bir yaşama-düşünme okulu durumundaki deneme. Montaigne’e göre aslında, insanları özyaşamlarında tek tek ya da topluca, türlü kılıktaki işkencelerle “yiyen” beyaz ırk Avrupalıların yaptığı, insanlık dışı bir şey. Öyle ya: “Birini canlıyken yemekte, ölüyken yemekten çok daha barbarlık var” diye düşünüyor.

Ne de olsa, o barbar denenler, Montaigne’in benimsediği saptamalar uyarınca, geri kalan insanlardan daha yumuşak kişilerdir, birbirlerine karşı daha duyarlı kişilerdir: Bizlerle karşılaştırdıkta, haksızlıklara bizden daha öfkeli; iyiliklere daha az nankör, bizden daha zengin, bizden daha mutlu. Onlar doğuşlarındaki saflığı hala sürdürmekteler: doğuşlarındaki saflığa yakın bir varlık göstermekteler: "estre encore for voisienes de leur naifveté originelle” Düzmecilikle bozulmamış insanlar onlar, yaratılışındaki saflığı yitirmemiş insanlar onlar.

Neden onları “barbar” diye damgalayıp insanlığın dışına atmaya kalkıyoruz, peki? Yanıtı düpedüz şudur Montaigne’in: “Bana anlattığına göre, bu ulusta ne barbarlık ne de yabansılık var; ger gör ki, herkes kendi kendisinin yapıp etmediği şeye barbarlık diyor.”
Alışkanlık yüzünden pusulayı şaşıran insanın yapmayacağı yanlışlık, yapmayacağı kötülük yok, Montaigne’e göre. Alışkanlıklarla gözü dönen insanları, vurmaya kırmaya götürür, öldürmeye götürür alışkanlıklar. Tekdüze duygularda, düşüncelerde, eylemlerde gide gele, gide gele yalama olan benliğimiz (sorumluysam, benzetmeden ben sorumluyum, Montaigne değil) tepeden tırnağa batağa gömer bizi. Nitekim, Raimond Sebon’a ayırdığı nerdeyse bir kitap uzunluğundaki savunuda (keşke daha uzun olsaydı, üzülüyorum, elimde mi?) şu acı, şu doğru saptamada bulunuyor: Kendimizi olduğumuzdan üstün görmemiz en doğal, en köklü hastalığımızdır.
Bunun da nedeni, kendi çabamızla kendimize verdiğimiz yaşama biçimi, yani alışkanlık. Kendi kendimizle hem yalın hem karmaşık bir ilişkiler çekimidir alışkanlıklar: Yalın, “doğal” gözüyle bakarız onlara; biz onları bile-isteye edindikçe, onlar bizi kıskıvrak bağlar. Varoluşumuzun aracı durumundan varoluşumuzun taşıyıcısı durumuna dönüşürler. Böylece birbirine kilitlenir insan ile alışkanlık: işte bunun için, “Kendimizi büsbütün unuturcasına saldırmamalıyız duygulanımlarımız ile çıkarlarımızın üstüne.”

İşler bu kerteye varınca, (başkalarına) ne hoşgörü ne sevgi kalır ortada. Nasıl kalsın, alışkanlıklarının değerinden, gerekliliğinden, özden dışa, en küçük kuşkuya yer vermez olur artık insan. Oysa insan olarak insana en çok yaraşan davranış “Bilmem ki?” türünden davranıştır. Sorgulamak, yüzeysel başarıyla yetinmemek, olup biteni bir de başka yönden görmeye girişmek, -işte bu örnek davranışı kendi doğası yapmıştır Montaigne. Gerçekte, herkes kendine örnek almalıdır bu davranışı.
Öyle ama, insanı göreceliğe, relativizm’e götürürmüş bu. İnsansa kendini sapasağlam bir kazığa iyice bağlamak ister. Neye yarayacak, peki, görecelik? Kafa karıştırmaya, eylemleri geciktirmeye, eylem dağıtmaya. O zaman gelsin ‘sağlam kazık’, aman gelsin. Ne var ki “o zaman” derken, hep çoğul konuşulur: O zaman “her” zaman, tüm zamanlar hep sağlam-kazık, -ne yazık ki, hep bu anlayış doğrultusunda yuvarlanıp gitmiştir yaşam.

İşte buna, “Bu böyle olmaz!” diyor Montaigne. Uzun uzun gerekçelere dayandığı da yok, boş veriyor alışkanlıklara. Kendi gündüzünü gecesini gözler önün koyup özyaşamının örnekliğiyle sayısını artırıyor Montaigne’lerin. Herşeye karşın arttıkça artıyor da. Bence, çok daha artması gerek.

Görecelik, görecelik de, hiçbirşeye bağlanmadan yaşanmaz ama. Doğrudur. Gelin öyleyse göreceliğe bağlanalım, herkesin anladığı anlamda bağlanmaysa görecelik, görecelikle çözülmez bir evlilik kuralım. Öyle de, “doğru” diye bildiğimiz, herşeye “Güle güle!” demiyorsunuz o zaman. Orası öyle, kesinlikten, güvenden yoksun kalıyoruz o zaman. Gelgelelim: ‘kesin doğru’ güven mi ki? Güvensizliğin ta kendisi kesinlik! Bir masal kesin doğru; doğru kesin olmaz, olur gibi olunca doğru’luk sona ermiştir artık… Duruyorum.
Nermi Uygur, Başka Sevgisi.

1 Ocak 2010

Yeni Yıl

Yeni bir yıl demek, yeni bir dünya demek değil kuşkusuz. 2010'a girdik ya bugün, büyük değişimler falan beklemek akıl kârı değil, en azından benim için. Dün gece, yani geçen sene başımı yastığa koydum, işte bu sabah uyandığımda geçen yıldan beri uyuyan biri olarak uyanmış oldum. Ve işte dünya yine aynı dünya. Bir yıldan bir sonraki yıla kadar uyumak... Yedi Uyurlar misali kitaplara, tarihlere geçecek kadar dişe dokunur bir tarafı yoksa bile en azından kulağa hoş geliyor. Geçen yıl uyudum, bu yıl uyandım...

Galiba biraz fazla gerçekçiyim. Son zamanlar kendimle bunun muhasebesini yapar oldum. Gerçekçi bir hayat hoş bir hayat değil bunu baştan söyleyeyim. Biraz palavra, biraz görmezden gelme, biraz öyleymiş gibi gösterme, mizansen, hayal, meyal, şu bu olmalı hayatta. Olmalı ama işte yine çok gerçekçi bir hayatı sürdürüp gidiyorsun be adam!

Neyse, yalandan kim ölmüş? E peki gerçekten kim ölmüş? O zaman yeni yılın bu ilk yazısını da gerçekçi birkaç satırla bitireyim.

Yıllık  to do listeleri yapılıyor ya. Bu sene şunu bunu yapacağım falan filan. Hepsi palavra, bunu hepimiz biliyoruz artık. Büyük bir iddia gibi gelebilir; Dünya değişmeden biz değişemeyiz, dünya değişti miydi biz de kendiliğimizden değişiriz zaten. Bu bir yana, hayatımızda bir değişim ihtiyacı o derece kendini hissettiriyorsa bunu neden yeni yıla bırakıyoruz ki? Yeni yılda hayatımdaki birçok şeyi değiştireceğim, diyen biri aslında, hiçbir şeyin değişeceği falan yok, sadece kendimi avutuyorum, demek istemiyor mu? Yeni yılda sigarayı bırakacağım! Yeni yılı beklemeden bıraksana, sıkıyor mu?

Off! Harbi çok gerçekçiyim yahu! Enseyi karartmayalım...

Bu yeni yılda kim olursanız olun, nerede, nasıl, hangi koşullarda yaşıyor olursanız olun, mutlaka ama mutlaka sizi mutlu edecek birşeyler de çıkacaktır, üzecek bir şeyler de. Kısacası dünya dünkü dünya işte. 2010'da da her şey "normal" akışında devam edip gidecek vesselam.
Sayfa başına git