31 Temmuz 2015

Adam Azgını

Ormanda büyüyen adam azgını 
Çarşıda pazarda insan beğenmez 
Medrese kaçkını softa bozgunu 
Selam vermeğe dervişan beğenmez 

Âlemi ta’n eder yanına varsan
Seni yanıltır bir mesele sorsan
Bir çim bile çıkmaz karnını yarsan
Camiye gelir de erkân beğenmez

Elin kapusunda kul kardaş olan 
Burnu sümüklü gözü yaş olan 
Bayramdan bayrama bir tıraş olan 
Berber dükkânında oğlan beğenmez

Dağda bayırda gezen bir yörük 
Kimi tımarlı sipahi kimi bir bölük 
Bir elife dili dönmeyen hödük 
Şehristana gelir ezan beğenmez

Bir çubuğu vardır gayet küçücek 
Zu'mü fa'sidince keyf getirecek 
Kırık çanağı yok ayran içecek 
Kahveye gelir de fincan beğenmez 

Yaz olunca yayla yayla göçenler 
Topuz korkusundan şardan kaçanlar 
Meşe yaprağını kıyıp içenler 
Rumeli yenicesi duhan beğenmez 

Aslında neslinde giymemiş hare
İş gelmez elinden gitmez bir kâre
Sandığı gömleksiz duran mekkare
Bedestene gelir de kaftan beğenmez

Kazak Abdal söyler bu türlü sözü
Yoğurt ayran ile hallolmuş özü
Köyden şehre gelse bir Türk'ün kızı
İnci yakut ister mercan beğenmez 

Kazak Abdal




Bu şiiri çok severim. Sevmemek mümkün mü? Dün memleketin gündemine bakınca gene aklıma geldi ve açıp bir kez daha okudum. Okurken işkillendim, "Kazak Abdal hâlâ yaşıyor olmasın?" diye sordum kendime. Çünkü şiiri günümüz insanına bakıp da yazmış gibi. Size de öyle gelmiyor mu?

29 Temmuz 2015

Karl Schmidt'in peşinde

Karl Schmidt diye bir adamı arıyorum arkadaşlar. Alman olduğuna dair duyumlar aldım. Karl Şımit diye okunuyormuş, çat pat Almanca bilen bir tanıdık söyledi. Ararsam kolay bulabileceğimi söyledi amcam. Dediğine göre Alman aksanı dünyanın her yerinde kendini belli edermiş. Dünyada Almanca bilen pek memleket yokmuş zaten, gittiği yerlerde İngilizce konuşması kuvvetle muhtemelmiş, bundan ötürü de Alman aksanlı İngiliz diye ararsam bulmam işten bile değilmiş. Geçen gün kahvede bu meseleyi açtım, birisi oradan söze girdi, şansımın az olduğunu söyledi. Şayet Karl Schmidt Alman değil de Hollandalı olsaymış daha rahat bulabilirmişim. Hollandalılar yüz metre öteden belli ederlermiş kendilerini çünkü. Yüzüne baktın mı anlarmışsın Hollandalı olduğunu. Hemen hepsi sarışınmış, çoğunluğu uzun boyluymuş ve saire. Boş boş konuştu durdu adam. Neye yarayacaksa konuştuğu... Öyle olmasaydı da böyle olsaydı cart curt... İşimiz o değil ki kardeşim, neticede bu adam bir Alman ve ben onu arıyorum, varsa aklında işime yarayacak bir yol, söyle. Bir başka gün de ortaokul İngilizce öğretmenime rastladım yolda, ona da meseleden söz ettim. O da ararken işime yarar diye küçük bir bilgi verdi, Karl Scmhidt Amerika'ya filan gittiyse adını Carl Schmitt diye yazdırmış olması muhtemelmiş. Hatta başka ülkelerde de bu adla dolaşabilirmiş, buna dikkat etmem gerekirmiş falan.

Karl Schmidt'i aramaya başlayalı da az zaman sayılmaz. Epey oldu yani peşinde koşalı. Kararlıyım, bulacağım. Kararlı olmasam kaç yazar gerçi, adamı bulmak zorundayım. Gelgelelim nasıl bulacağım? Amcam kolay bulursun diyor, fakat siz gelin bir de bana sorun. Hiç de kolay olmayacak. Ama bulacağım onu. Buraya yazmamın nedeni de o. Birden aklıma geldi, onlar bilir belki diyerek bir de arkadaşlara sorayım dedim. Bunca zaman neden akıl etmedim ki?.. 

Evet arkadaşlar, Karl Schmidt'i gören duyan varsa Allah rızası için bana bildirsin. Ben yarın Arjantin'e gidiyorum. Onu aramaya oradan devam edeceğim. Umarım eli boş dönmem. Bu arada siz de çevrenize bakıverin. Yabancı gördünüz mü yanına gidip bir bahaneyle konuşun, Alman aksanlıysa ya da doğrudan Almanca konuşuyorsa beni derhal haberdar edin. Unutmadan söyleyeyim, Karl Schmidt'in onu aradığımdan haberi yok. Hadi selametle...

28 Temmuz 2015

Okuduklarım

Baktım pek çok kişi okuduğu kitapların listesini yapmış orada burada, bari ben de yapayım dedim. Zaten bir zamanlar ben de yapardım böyle listeler, sonraları nedense bıraktım. İşte geçtiğimiz ay okuduğum kitaplar: 

  • Kalın Ahmet - Yaşlı Kemal
  • Tutunabilenler - Uğur Altay
  • Senin Adın Mavi - Korhan Pamuklu
  • Bir Kına Gecesi - Hürriyet Paşaoğlu
  • Bulancaklı Yusuf - Selahattin Ali
  • Kalemdağ'da Var Bir Akrep - Sacit Faruk Ceketiyanık
  • Memleketimden Hayvan Manzaraları - Kâzım İsmet
  • iPhone'ları Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hâdi Akpınar
  • Ana Evi - Korhan Cemal
  • Özel Okul - Füruğzan
  • Yıldız Kaydığı Gece - Kemal Binbasar
  • Bir Hüzünlü Kaz - İhsan Ali Tektaş

27 Temmuz 2015

Yavru karıncanın yoldan çıkışı

Her şey yavru ağustosböceğinin yavru karıncayla oynamak için karıncaların evine gelmesiyle başladı,,,

24 Temmuz 2015

Vıladimir'e Beşinci Mektup

Çok kıymetli kardeşim Vıladimir,

Satırlarıma başlamadan önce selam eder, hep yaptığım gibi her iki karakaş gözlerinden hasretle öperim. Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı da her zamanki gibi canı gönülden dilerim. Her şeyin yolunda olduğunu umarım. 

(Sözü açılıp aklıma gelmişken şunu söylemeden geçmek istemem, her şeyin yolunda olması sanıldığı kadar da günlük güneşlik bir durumu ifade etmez sanki, ne dersin? Zira her şeyin yolunda oluşu hayatın rutin bir renge büründüğünün kanıtıdır. Rutin de sıkıcılığın diğer adıdır. Bana öyle geliyor. Aslında bu bağlamda kafama takılan mesele tam olarak şu ki, insanlar yalnızca her şeyin yolunda olup olmadığıyla ilgileniyorlar. Ne yazık. Mesela yol nasıl bir yoldur, dahası, nereye gitmektedir, kimse bunları soracağa, sorup bir cevabın peşine düşeceğe benzemiyor. Her şey dönüp dolanıp zamanın kıskacına kapılıyor anlayacağın, yol sürüyor, sürüp gidiyor, giden de elbette bir yerde sona eriyor. Hiçbir şey değil, yalnızca bu!)

Kardeşim, sana bu mektubu oldukça serin geçen bir yaz gününden yazıyorum. Hiçbir anlamıyla baş olmayan; yani ne coğrafi, ne kültürel, ne sosyal, ne siyasal, ne bilmem ne'sel anlamda baş olabilen, ama bunlara rağmen baş olan kentten yazıyorum sana; başkentten. Fakat bugün ayrılıyorum buradan. Biraz da bundan ötürü yazıyorum ya bu mektubu. Çünkü sana son mektubumu yazdıktan kısa bir süre sonra buraya geldiydim ve aklıma geldi ki burada olduğum sürece sana hiç yazmamışım. İnsan kardeşine yazmaz mı? 

Kıymetli kardeşim, mektubun buraya kadarını tam on beş gün önce yazdım. Elbette bitirip zarfa koyup hemen göndermekti niyetim fakat olmadı ve işte gördüğün gibi anca şimdi yazabiliyorum devamını.

Mektubun ilk bölümünde de dediğim gibi, o gün ayrıldım Ankara'dan. O günden beri de burada, memleketteyim. Kürkçü dükkânımda. Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır demişler, biliyorsun. Bu noktada ben tilkinin durumunu biraz iyi görüyorum. Kimsenin aklına gelmeyen, dolayısıyla kimsenin de konuşmadığı mesele kürkçünün kendisidir. Kürkçü dükkânının sahibi hayatının neredeyse bütününü yaşadığı yerde, dükkânının bulunduğu memlekette geçirir. Geçirmek zorundadır. Bu bir anlamda onun kaderidir. Gelgelelim kimin umurundadır bu? Kimsenin. Zaten konuşulmamasının nedeni de budur. Hemen herkesin kendini düşündüğü, bireyselleşmenin handiyse bir din rengine bürünmeye başladığı böylesi bir zamanda, işin aslına bakarsan, ne kürkçü artık tilkinin umurundadır ne de tilki kürkçünün. Her biri kendinin umurundadır. Böylelikle tilkinin kürkçü dükkânına "dönüşü" de artık yalnızca kendisinin bir kararı olarak değerlendirilebilir; kendisini ilgilendirir. Yani, sözü geçen atasözünün ruhu da yitip gitmiştir. Tilkinin dönüşünü belirleyen artık bir zorunluluk değil, bir karardır. Gene de içinde bulunduğu durumu kolaycacık yabana atmamak gerekir. Kürkçü dükkânına tamamen özgür iradesiyle gelmiş olsa bile ola ki bu "içsel bir özgürlük"tür. 

Geçelim, yaz günü kafanı bunlarla bulandırmayayım.
***
Sevgili kardeşim, bizleri soracak olursan iyiyiz. Ben bildiğin gibiyim, şimdilik bir değişiklik yok yani. Hayatımı gözlerden uzakta, bir dağ başında akıp giden küçük bir dereye benzetiyorum. Akmasına akıyor ama kendileyin. Kendinin de umurunda olmadan. Böyle oldu muydu da ister istemez aklına gelen o soruya takılıp kalıyor insan, ben neden akıyorum peki? Bu da o ezeli sorulardan biri, farkındayım, kolaycacık bir yanıt bulamayacağımı da elbette biliyorum, ama neylersin, soramadan da edemiyorum ki. 
***
Geçenlerde resim öğretmenleriyle karşılaştım, oturduk çay may içtik, konuştuk. Resim yeteneğimin hiç olmadığını onlara da söyledim. Bir ara, yetenekli bir ressam olsaydım Galina teyzemle Aleksey amcamın portresini çizerdim dedim kendi kendime. Ne güzel olurdu, değil mi? Tanrı eğer onları bir resim çerçevesine beraber girsinler diye yaratmamışsa niçin yaratmış olabilir diye düşünüyor insan.

Hayat ne garip! Galina Teyze'nin ekmeğimizin üzerine sürdüğü taze tereyağlı günlerimizi ne çok özlüyorum bilemezsin. Sen de özlüyorsundur o günleri muhakkak, fakat emin ol ben senden daha çok özlüyorum. Neden, bilmiyorum.

Bu vesileyle Galina Teyze'yle Aleksey Amca'ya çok içten selamlarımı iletmeni istemeye bilmiyorum gerek var mı? Bu arada, aklıma gelmişken, Aleksey Amca'nın iki ay önce gönderdiği "ilaç"tan haberin var mı? Sizin oralarda yapılan şu koca karı ilacından söz ediyorum, votkayla yapılan. Aleksey Amca dediğine göre bu ilacı yapmayı büyükannesinden öğrenmiş. Ne güzel, sen de öğrensene, belki bir gün bana da öğretirsin, fena mı olur?
***
Buralarda havalar biraz ısındı bu aralar. Akşamları kapı pencere hep açık. Sizin oralar serindir. Bol bol balığa çıkıyorsunuzdur yeğenlerimle. Benim de balığa çıkmaya epey ihtiyacım var, en son ne zaman çıktığımı bile hatırlamıyorum. Diyorum ki, olur da yolum o taraflara düşerse, oraya ayak bastığım gün balığa çıkalım. Harika olur vallahi. Sende ve tabii Aleksey Amca'da her daim olta takımları falan da bulunur zaten.

İyisi mi uzatmayayım kardeşim. Uzattıkça gözümde pek çok şey tütmeye başlıyor çünkü. Arayı fazla açmadan sana sık sık yazmak ümidiyle. Kendine çok iyi bak.

Satırlarıma son vermeden evvel tekrar selam eder, seni hasretle kucaklarım kardeşim. 
Görüşmek dileğiyle...

23 Temmuz 2015

Kara Delik: İnsanın kadim doyumsuzluğu üzerine



Bana sorarsanız, dünyayı bilmiyorum fakat insanlığın sonu böyle gelecek derim, ama bugün, ama yarın.

22 Temmuz 2015

Başsız

Ortada yalın bir gerçek var ki hepimiz anamızdan doğarak geliriz bu dünyaya? Peki ama anamız nereden gelmiştir? Bunun cevabı da çok gizli saklı değildir; elbette o da kendi anasından doğmuştur. Ya onun anası? E, tabii ki o da kendi anasından. Evet ama ya onun anası? 

İşte böyle sürer gider başsız'a doğru. İnsanoğlu, gözleri kafasının ön tarafında yer aldığı için, doğal olarak önüne bakmaya meyillidir. Önüne on bakarsa arkasına bir bakar. Bunun bir sonucu olarak da evren üzerine düşüncelerinde çoğunlukla sonsuz'a takılıp kalır. Oysa belki de hakikat başsızdadır, nereden bilebiliriz?

Elbette başsızla sonsuz birdir. Baş yoksa son da yoktur, son yoksa baş da yok. Bir çubuğun, yahut bir parça ipin başı belli olduğu için sonu bellidir, fakat bu öyle değil, bir çember gibi düşün, başı olmadığı için sonu da yok. Buna rağmen başsız ile sonsuzu birbirinden ayıran bir şey olmalı, muhakkak olmalı, yoksa niye birine baş birine son densindi ki, ama biz bilemeyiz, belki en fazla sezeriz.

Anaların bizi milyon yıl boyunca doğurageldiğine şüphe yok. Peki ama kardeşim, o ilk anayı kim doğurdu, nasıl doğurdu?

İşte bu sorular, tıpkı bugün benim kafamı kurcaladığı gibi, binlerce, on binlerce yıl önce de bazılarının kafasını kurcaladı ve onlar da bir çıkış yolu olarak tahminler yürütmeye koyuldular, ne yapsındılar? Kimisi, bizi yüce bir güç yarattı, dedi, kimisi, doğa bizi var etti, dedi, kimisi şunu dedi, kimisi bunu dedi.

Via
Sonuç olarak –az buz değil– on üç milyarı aşkın yıl önce oluşmaya başladığı söylenen, kosmosta bir noktacık kadar yer kaplayan bu dünyamızda bugün hâlâ bir şeyleri merak ediyoruz. Bugün hâlâ bir şeyleri bilmiyoruz.

18 Temmuz 2015

Soru

Üç tarafı denizlerle çevrili, Ege Denizi'ne de kıyısı olan, halkı çalışmayı pek sevmeyen, tembel, yolsuzlukların denizde kum kadar olup hiçbir dönemde bitmek bilmediği ülke hangisidir?


17 Temmuz 2015

Roma'da bayram

Bu bayramı Roma'da geçireyim dedim. İyi ki de demişim...

Dün ikindi üzeri Roma uçağına binmek üzere Saliha Gökşen Havalimanı'na gittim. Gider gitmez arkadaşım Zekeriya Özpekmez'le karşılaştım. Selam kelamdan sonra, hayırdır, nereye gidiyorsun, diye sordu, Roma'ya gidiyorum dedim. Hadi ya, dedi, tesadüfün de bu kadarı, ben de Roma'ya gidiyorum, benimle gelsene. Kabul ettim. Zekeriya'nın özel uçağına atlayıp Roma'ya geldim. Geleceğimi önceden yakın arkadaşım Alfredo Rossi'ye bildirmiştim. Beni havalimanında bekliyordu. Bayram ağzı Roma caddelerinde inanılmaz bir trafik kalabalığı olduğu için sağ olsun beni büyükbabasının helikopteriyle almayı akıl etmiş. Zekeriya'yla bayramlaşıp vedalaştıktan sonra helikoptere atlayıp kalacağım Büyük Roma Oteli'ne geldik. Alfredo beni bırakıp sonra buluşmak üzere eve döndü. Ben de biraz dinlendim. 

Akşam Roma sokaklarında bir-iki saat dolaştık. İğne atsan yere düşmez, o kadar kalabalık. Sokaklarda bayram alışverişi hiç hız kesmiyor. Roma çarşısı karnaval alanına dönmüş. Kafelerde oturacak yer bulamıyorsun. Bundan ötürü otele erken döndüm. Alfredo da evine gitti.

Sabah erken bir vakitte telefonun çaldığını sanarak uyandım. Meğer çalan kapıymış. Kalkıp açtım, gelen Alfredo'ydu. Gelmiyor musun, diye sordu bana. Nereye, diye yanıtladım biraz şaşkınlıkla. Nereye olacak, dedi, bayram namazına. Aslında niyetim biraz daha yatmaktı, zaten Alfredo gelmese iki saat sonra uyanacaktım. Ama artık yapacak bir şey yoktu. Mecbur, hazırlandım çıktık.

Alfredo'yla Roma Ulu Camii'ne gittik. İmam Libya asıllı. Arkadaşımın dediğine göre Roma'nın en âlim imamıymış. Çok derin adammış. Vaazını çok beğendim. Apayrı bir yöntemi var bu imamın, vaazlarını şiirsel olarak veriyor. Yani, bildiğin şiir okuyor adam. Dediklerine göre bu şekilde daha etkileyici oluyormuş. Bayram namazı kılmayalı yedi-sekiz yıl olmuştu. İyi oldu gittiğimiz.

Namazdan sonra Roma Ulu Camii'nin avlusunda bayramlaşma vardı. O kadar çok tanıdığa rastladım ki az daha kendimi memlekette sanacaktım. Fakat iki arkadaşımı görmek benim için tam anlamıyla sürpriz oldu. Alfredo'yla caminin avlusundan ayrılmak üzereyken bir de baktım arkadaşlarım Doktor Mustafa ile Müdür Yusuf da oradalar. Yanlarına gittik. Onlar da beni gördüklerine çok şaşırdılar. Meğer onlar da tıpkı benim gibi düşünmüş, bir değişiklik olsun diyerek bu bayramı Roma'da geçirmeye karar vermişler. Birbirimizi bulunca hep beraber dolaşmaya karar verdik. Birkaç saattir Alfredo bize Roma'nın kimsenin pek bilmediği sokaklarını gezdiriyor. Yarım saat önce geçtiğimiz bir sokakta Alfredo'nun yaşlı teyzesi Giuseppina da oturuyormuş. Bir görünelim dedi, kapıda ayak üstü bayramını kutladık. Giuseppina Teyze bize Sardinya şekeriyle kendi eliyle yaptığı lokumlardan ikram etti, bir de kolonya tuttu. Çok cana yakın bir kadın. 

Şimdi hâlâ geziyoruz. Alfredo Roma'yı avucunun içi gibi biliyor. Buraya gelen turistler genellikle Aşk Çeşmesi'ne, Kolezyum'a falan giderler, fakat bu kadim kent baştan başa tarih kokuyor, bugün yepyeni yerler keşfediyoruz burada. Ee, insanın Romalı arkadaşı olması başka tabii. 

İyi bayramlar...

7 Temmuz 2015

"Rençber buğdayları biçiyor..."

Birkaç gündür kürkçü dükkânındayım. Hava burada Ankara'dakinden daha sıcak. Güneşte kalmak çok olmasa da rahatsızlık veriyor. Gerçi benim pek güneşe çıktığım söylenemez, evde yan gelip yatıyorum.

Boyuna deneme amaçlı fotoğraflar çekiyorum. Elif'i, kuşları, bahçeyi, ev hallerini, ayağımı vs. çekiyorum. Kuşlardan
şurada söz etmiştim. Beyazı ölmüş ne yazık ki. Öbürüne arkadaş olarak yeni birini almış ablam. Kedimiz Ramazan bir buçuk ay kadar önce kaybolmuştu, daha doğrusu küsüp evi terk etmişti, geri gelmiş, çok sevindim. Bir başka sevindirici haber, beklediğim üzere Ramazan kuşlara tamamen alışmış, artık hiç saldırmıyor. Ancak kuşlar beni garipsediler, yanlarına gidince ötüp durmaya başlıyorlar. Ablam bir kap su bırakıyor kafeslerine, hoş bir duş alıyorlar, izlemek çok keyifli oluyor.
***
Akşamlar sıkıntılı geçiyor. Sıcaktan yatmak istemiyor insan. Neyse ki bu akşam esiyor. Fazlasıyla serin. Keşke bütün yaz böyle geçse. 

Bu gece balkon bana kaldı, ben yatacağım orada. Şimdiye dek ya bir kez yatmışımdır balkonda ya iki. Balkon deyip geçmemek lazım, şiirlere konu olmuş bir şeyden söz ediyoruz.
***
Bu sıralar pek konuşasım da yok yazasım da. Ankara'dan ayrılacağım gün pek kıymetli kardeşim Vıladimir'e bir mektup yazmaya koyuldum, inanır mısınız, mektubum yarım kaldı. Olacak iş değil.
***
Bu yıl Ankara'da bahar mevsimi kendini hiç hissettirmedi. Sanki birileriyle bir alacağı vereceği vardı da kimselere varlığını sezdirmeden geldi de gitti. Ankara'da hep böyledir tahminimce. Bahar kendini sezdirmemeyi becerebilir ama yazın böyle bir şansı da yoktur pek. Bununla birlikte, yaz en kısa süren mevsimdir. Çünkü güz de en aceleci mevsimdir, bir an önce gelmek ister. Gelmek ve doyasıya kalmak. Benim de zaten en uzun gördüğüm mevsimdir güz. Fakat güzden konuşmanın zamanı değil henüz. Yaz darılabilir. 

Sarı bir mevsimdir yaz. Buğday başaklarından alır sarısını.

6 Temmuz 2015

Yalnızlık

Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.

Erselik saatlerde yağar yere
Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,
Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı
Ayrılınca birbirinden gövdeler;
Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde
Yatarken aynı yatakta yan yana:

Akar, akar yalnızlık ırmaklarca

Rainer Maria Rilke
Çev.: Behçet Necatigil

Nerededir?


2 Temmuz 2015

Surdibi Kahvesi

"Surdibi Kahvesi'nde seni bekliyorum, çok bekletme, gel" demişti. Hemen evden çıkıp surun dibine gitmiştim. Heyecanlıydım. Ne var ki saatlerce beklemiştim de gelen giden olmamıştı. Dürüst olalım; onunla görüşüp görüşmemek umurumda değildi, fakat tadını, kokusunu bekleyip içemediğim o kahve,,,
Sayfa başına git