Dobro doşli'yi nerede, ne zaman duyduğumu düşünüyorum. Elbette ne anlama geliyor olabileceğini de. Bir filmde duymadığıma emin olmakla birlikte bir yerlerde okumuş olma ihtimalim var. Şu ihtimaller de olmasa ne yapıp edeceğiz, bilmiyorum hiç. Dobro doşli'yi boş verelim de şimdi, Sabina hangi filmde oynuyordu yahu?
***
Meğer geçen gün burada iki günlük bir Kant Sempozyumu varmış. O tarafa gittiğim gün sonuncu günmüş. Oradan geçerken kalabalığı da gördüm üstelik. Bir etkinlik olduğu besbelliydi. Zaten de hafta sonuydu, hafta sonları bina kapalı olur, ortalıkta da pek kimse olmaz, halbuki o gün ana baba günüydü. İnsan bir gidip bakar. Eğer baksaydım yapmam gereken bir-iki işi erteleyecektim gerçi, bu da biraz canımı sıkacaktı, fakat Kant üzerine yeni ve belki çok heyecanlı bir şeyler öğrenecektim. Kant'ı çok severim. Günün birinde bir Alman arkadaşım olsa ve bir oğlu doğsa adını Immanuel koymasını öneririm. Bir Alman, diğer her şey bir yana, sırf Kant'ın yurttaşı olduğu için doya doya övünebilir.
***
Bir de Kiyarüstemi'nin fotoğraf sergisi vardı CerModern'de. Aylar önce, sergi henüz açılmadan afişlerini görmüştüm metroda. Zaman bol, elbet giderim dedim. Dedim de dedim. Ha bugün, ha yarın derken gidemedim, inanabiliyor musun! (Bu paragrafı yazar yazmaz CerModern bitişik mi, ayrı mı yazılıyor diye CerModern'in sitesine girdim ve serginin 24 Nisan'a kadar uzatıldığını gördüm. İnanabiliyor musun!) *
Kiyarüstemi'nin film çekmenin yanında fotoğraf da çektiğini bilmiyordum. Sergi afişinde kullanılan fotoğrafı şahaneydi. Zaten sinemayla fotoğraf kardeş iki sanat dalı değil mi? Biri öbürünün hareketli hali.
***
Bu CerModern, cermodern diye mi okunur, sermodern diye mi, ne zaman yanından geçsem bunu düşünüyorum.
***
Babasını kıskanan insanlar var mıdır acaba, bugün bunu da düşündüm.
***
Kant Sempozyumu'nun afişinde N. Hoca'nın da adı vardı. Görünce zamanın bu denli hoyratça geçişine bir kez daha içerledim. Vakti zamanında ondan da bir-iki ders almıştım. Çok iyi insandı. Hâlâ da öyledir. Evet, bazı insanların iyiliği dönemseldir. Yani, galiba öyledir. Bazılarınınkiyse daimidir. Yüzlerine bakınca anlarsınız bunu. N. Hoca onlardandı. Alman terbiyesi de almıştı. Doktorasını Mainz'da yapmıştı filan.
***
Trivia Crack diye bir oyun çıkmış. Bir tür bilgi yarışması. Millet oynayıp duruyor. Ben de biraz oynadım. Soruları kullanıcılar hazırlayıp gönderiyor galiba. Genel olarak kıytırık sorular.
***
Dün terleten bir güneşli hava vardı, bugünse herkes üşüyordu.
***
Sabina gerçek bir oyuncu muydu, yoksa o da filmde oynayan diğer pek çoğu gibi ora halkından biri miydi, bunu hiç bilemedim.
***
Annem bana çilek yıkayıp getirdi. Babamsa akşam gelince bana ceviz içi verdi. Hayır, çocukluğumda değil, bugün oldu bunlar.
***
Norveç'in kendi dilindeki adı Norge. Bu kelime Eski Norse dilindeki nordr ve vegr kelimelerinden türemiş. "Kuzey yolu" anlamına geliyormuş.
[Baharatın] Avrupalının ağız tadıyla ilgili lüks bir ihtiyaca karşılık verdiği düşünülmemelidir. Baharata Batı ülkelerince neden bu kadar değer verildiğini anlamak için Ortaçağ'ın hayat şartlarını incelemek gerekir. Bu çağda Avrupa mutfağı genellikle baharata dayanmaktaydı. Patates ve birçok sebze cinsleri henüz bilinmiyordu. Buna karşılık büyük tüketimi olan etlerin uzun süre bozulmadan saklanması gerekmekteydi. Kuzey Avrupa'da hayvan kesimi ve etlerin kış ayları için baharatlanması sonbaharda yapılırdı. Ortaçağ Avrupasının yemek listesi, bugüne kıyasla çok sınırlıydı. Ne çay biliniyordu ne kahve, ne de kakao. Ancak çok zengin ailelerin şeker ve şarap almaları mümkündü. Halkın çoğunluğu, büyük bir gıda yoksunluğu içindeydi. Yalnız tat bakımından çok kuvvetli olan ilaçların iyi edici nitelikte olduğuna inanılıyor, bu nedenle baharat ayrıca ilaçları tatlandırmakta da kullanılıyordu.
(...)
Karabiber, karanfil, tarçın, hindistancevizi, zencefil, havlıcan, kakule, Çin tarçını, ve günlük gibi baharat cinsleri, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı, Avrupa'nın ticaret hayatını yüzyıllar boyu etkiledi durdu.
Kütüphanedeyim. Sabahtan geldim. Bugün hiç saate bakmadım. Bir ara karnımın acıktığını fark ettim, aşağıdaki kantine inip bir peynirli çizi bir de çay aldım, yedim içtim, gene yukarı çıktım. Saate baksan da bakmasan da zaman geçiyor ya, küçük çocuklar gibi seviniyorum bu duruma. Bak mesela, geçen yıl gene burada, birkaç masa ötede dışarıya bakıp saksağanları görüşümün üzerinden bir yıl geçmiş. Hatta bir yılı on gün aşmış. İlginçtir, o gün salonun en sonundaki masada oturmuştum, bugünse en başındakinde oturuyorum. Bu masanın bir sorunu var, hemen yanında kalınca bir kolon var, dışarıyı adamakıllı görmemi engelliyor. Gerçi epey yoğundum bugün, bilgisayardan başımı kaldıracak zamanım pek olmadı. Demin iki güvercin gördüm de aklıma geçen yılki saksağanlarım geldi, başladım bunu yazmaya. Geçen yıl bu vakitler hava şimdikinden daha sıcaktı. Günlük güneşlikti. Bugün de açıktı açık olmasına, biraz esiyordu ama. Bana sorarsanız zamanın geçtiği filan yok. Esasında zaman denen bir şey yok. Bir dünya şey oluyor, milyonlarca, milyarlarca, sonsuzca, sınırsızca şey oluyor ve bu oluşların adına da toptan zaman deniyor. Haksızsam söyleyin. Saksağanlar birbirini seviyor, saksağanlar yumurtluyor, yumurtalardan yeni saksağanlar çıkıyor, ağaçlar yapraklanıyor, birinde saksağanların yuvası duruyor, dalların içinden başka kuşların sesi geliyor, oynayan çocuk seslerine karışıyor, uzaktan bir köpeğin havlayışı duyuluyor,arabalar geçiyor, yel esiyor, biri yerinden kalkıp pencereyi açıyor, biri toparlanıp evine gidiyor, kütüphaneci ışıkları yakıyor, havanın rengi akşama yüz tutuyor... Oluyor da oluyor. Sonra da oturup tüm bunların adına zaman diyoruz.
Doya doya su içip susuzluğunu gidermiş olan kadın kuyunun dibinde bekliyor. Yukarı çıkmak için ip yok. Kuyuya inmeden önce içini kavurmuş olan susuzluk, inip su içtikten sonra nasıl geri çıkacağını düşünmesine engel olmuştu. Şimdi susuzluğunu gidermiş ama nasıl çıkacağını bilmiyor. Ne edecek bu kadın?
Bazı şeyler yoktur. Fakat olmadıkları halde onları var biliriz. Bilmek hadi neyse de, var “kabul ederiz” ve asıl yanılgıya da işte o zaman düşeriz. Mesela, şişede duran şey nedir? Alıp tencereye boşalttığımızda yalnızca şişedeki sütü değil, ayrıca ağırlığı da boşaltmış oluruz. Elimizde boşalıp hafiflemiş bir şişe kalır geriye. Şu halde, tencereye boşaltmadan önce şişede duran şeyin süt mü yoksa ağırlık mı olduğu meselesi sanıldığından daha önemlidir. “Burada önemli olan ne var ki? Hem süt hem de ağırlık, ikisi bir arada bulunur,” diyecek olanlara verilecek bir yanıtımızın olmadığını unutmadan söylemeliyiz. Bununla birlikte, edilecek ısrarlara da hazırlıklı olmalıyız. Şişeden boşalan kadar sütün şişeden boşalan kadar ağırlıkla birlikte tencereye geçmiş olduğu iddiasıyla üzerimize gelinebilir. Biz de o an bilumum ağırlık ölçer aletlerin, örneğin terazinin, tartının, kantarın insan yapımı olduğunu, bunlara güvenmemekte ya da bunları yok saymakta herkes kadar özgür olduğumuzu söylemeliyiz. Şöyle bir karşı sav da geliştirebiliriz: Küçük bir çocuğa kaldıramayacağı denli ağır gelen bir şişe süt, bir yetişkine gayet de hafif gelebilir. Evet, şu halde ağırlık denen şey gerçekte yoktur. Oysaki süt bütün gerçekliğiyle orada duruyordur. Çocuğa, yetişkine ya da başka bir şeye göre değişmez bu, süt süttür ve orada duruyordur. İşte bunun gibi, aslında yok olduğu halde var kabul edilen şeylere felsefede araz derler. Sonradan ilinek diye Türkçeleştirilmiş de. Gelmek istediğim yer şurası, eğer ağırlık denen şey yoksa, ki yok, bize ağır gelen onca şeyin altında hiç yere mi eziliyoruz? Diğer milyon kadar şey bir tarafa, bazen hayatın kendisi bir bütün halinde bize ağır gelmiyor mu? O vakit, gerçekte olmayan şeyi varmış gibi düşünmemizi, öyle kabul etmemizi sağlayan şeyi bulmamız gerekiyor galiba. Bulduk mu dünyanın tekmil ağırlıklarını üzerimizden kolayca atabiliriz, değil mi?
Karınca doğduğu günden beri o dağın ardını merak edip durmuştu. Henüz küçücük bir yavruyken ne pahasına olursa olsun günün birinde oraya gideceğine dair kendine söz vermişti. Bir gün bu konudan Karga'ya da söz açmıştı. Karga, "Dostum, gel seni götüreyim oraya, bu benim için hiç de zor bir şey değil," demişti. Karınca bunu duyar duymaz heyecanlanmış, ama heyecanı geçer geçmez de düşüncelere dalmıştı. Bir huzursuzluk sezmişti. Nitekim çok geçmemiş, bulmuştu huzursuzluğun nedenini. Başkasının sırtında gidecek olmak onu enikonu rahatsız edecekti. Vicdanına sığmazdı bu. –Evet ya, karıncaların da vicdanı vardır. Hem de insanlarınkine hiç benzemeyen.– Hem, yıllar sonra gitmeyi koymuştu kafasına, şimdi değil. Eğer hemen şimdi dostu Karga'nın sırtına atlayıp da oraya gidip gelse merakını giderecekti gidermesine, fakat o büyük idealini yitirmiş olacaktı. "Karıncaları yaşatan idealleri değil midir," demişti içinden ve eklemişti, "oraya kendi başıma, kendi emeğimle gitmeliyim." Karga'nın önerisini nazikçe geri çevirmiş, orada ne olduğuna dair kendisine tek bir şey söylememesini de tembihlemişti.
Saatini kolundan çıkarıp masanın üzerine koyuyor. Kollarını da koyuyor masaya, öylece duruyor. Ne düşünüyor? Kendi de bilmiyor. Saatin tik taklarını işitiyor. Nicedir kolunda gezdirdiği saatin sesini ilk duyuşu oluyor bu. Şimdi o da en az senin kadar kendine uzak,,,
Kayıkçı kayığının içini dışını, küreklerini maviye boyadı, denizde belirgin olmasın diye. Kendi de baştan ayağa mavi kıyafetler giyindi, denize açıldı. Gelgelelim denizin canı o gün yeşile bürünmek istemişti.