27 Kasım 2016
23 Kasım 2016
Tarih dersi
Tarih kitapları, hemen her konuda olduğu gibi, Sanayi Devrimi konusunda da yalan söylemektedir. Güya Sanayi Devrimi XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Büyük Britanya'da başlamış. Yok tabii böyle bir şey. Hakikatte Sanayi Devrimi 1840'larda Hollanda'da başlamıştır. İşte tam da bundan ötürü, Hollanda –kendi nüfusu çok az olduğu için– fabrikalarda çalıştırılmak üzere Osmanlı devletinden işçi ister. Bunun üzerine memleketin dört bir yanından insanlar Hollanda'ya gitmek üzere işçi olarak yazılır. Padişah bir emirname yayımlatır. Buna göre, Hollanda'ya gidecekler payitahtta, yani İstanbul'da toplanacak, Hollanda'ya hep birlikte gidilecektir. İlk kafile 1845 yılında yola çıkar ve dört ay sonra sağ selamet Rotterdam limanına ulaşır. İşte, kendi halinde fakir bir köylü olan Vanlı Taha İdris de bu kafiledeki işçilerden biridir.
Gemi limana yanaşınca Hollandalı görevliler derhal gelip işçileri karşılar ve onları saymaya, kayıtlarını tutmaya başlarlar. Taha İdris, kafiledeki hemen herkes gibi haliyle Felemenkçe bilmemektedir. Zaten bunu bilen Hollandalılar gemi henüz oraya varmadan Türkçe bilen tercümanlar getirtmiştir.
İşçiler gemiden inmiş, isimlerini kaydettirmek için limanda sıraya dizilmişlerdir. Sıra Taha İdris'e gelir. Tercüman, adın nedir, diye sorunca bizimki "Taha İdris Vanî" der. Gelgelelim Hollandalı kâtip bunu "Theodorus Van" diye anlar ve öyle kaydeder. Tesadüfe bakın ki tercüman da askerliğini Van'da yapmış biridir. Karşısında bir Vanlı görünce heyecanlanır, "Yaa, demek Vanlısın, neresinden?" diye sorar bu kez. Ancak Türkçe bilmeyen kâtip, tercümanın ona soyadını sorduğunu zanneder. Taha İdris kendisine yöneltilen soru üzerine köyünün adını söyler: Kox. Kürtçede kümes demektir kox, rivayete göre vakti zamanında bu köyde epeyce tavuk beslendiği için köy bu adı almıştır. Taha İdris köyünün adını söyleyince, dedik ya, kâtip bunu soyadı sanır ve kendi alfabesince "Gogh" yazar. (Bilmeyenler için küçük bir not: Kürtçede /x/ boğazdan okunan kalın /h/ harfidir. Felemenkçede bu sesi /gh/ bileşimi verir.) Kâtip, Taha İdris'in kartını eline verir, tercüman da "Hayırlı uğurlu olsun," der ve bizimki oradan ayrılır. Elinde tuttuğu kâğıtta isminin "Theodorus van Gogh" olarak yazıldığından haberi yoktur elbette.
Taha İdris, diğer bazı işçilerle birlikte gönderildiği fabrikada çalışmaya başlar. İşçiler yabancı olduklarından Hollandalılar onları tanıyabilmek için yaka kartı dağıtmışlardır. Bunlara da doğal olarak işçi kartlarında yazılan isimler yazılmıştır. Taha İdris de farkında bile olmadan yakasında "Theodorus van Gogh" ismiyle yaşıyordur artık. Gelen giden de kendisini bu isimle çağırmaktadır haliyle. Başlangıçta buna bir anlam veremese de kısa sürede duruma alışır ve bu yepyeni adını benimser.
Yıllar geçer. Taha İdris'in, pardon, Theodorus'un artık memlekete dönmeye niyeti yoktur. Hollanda'ya iyicene alışmıştır. Hem, dillerini de öğrenmiştir. Bu arada, Anna Carbentus adında Hollandalı bir kadınla da evlenmiştir. Evlenince Anna onun nüfusuna geçmiştir.
Theodorus-Anna van Gogh çiftinin 30 Mart 1853 yılında bir oğlu dünyaya gelir. Adını Vincent koyarlar. Ve işte bu çocuk gelecekte dünyaca ünlü bir ressam olacak olan Vincent van Gogh'tur.
Evet, Van Gogh aslında Vanlıdır. Dolayısıyla da bizim hemşehrimiz sayılır. Yaaa.
Gemi limana yanaşınca Hollandalı görevliler derhal gelip işçileri karşılar ve onları saymaya, kayıtlarını tutmaya başlarlar. Taha İdris, kafiledeki hemen herkes gibi haliyle Felemenkçe bilmemektedir. Zaten bunu bilen Hollandalılar gemi henüz oraya varmadan Türkçe bilen tercümanlar getirtmiştir.
İşçiler gemiden inmiş, isimlerini kaydettirmek için limanda sıraya dizilmişlerdir. Sıra Taha İdris'e gelir. Tercüman, adın nedir, diye sorunca bizimki "Taha İdris Vanî" der. Gelgelelim Hollandalı kâtip bunu "Theodorus Van" diye anlar ve öyle kaydeder. Tesadüfe bakın ki tercüman da askerliğini Van'da yapmış biridir. Karşısında bir Vanlı görünce heyecanlanır, "Yaa, demek Vanlısın, neresinden?" diye sorar bu kez. Ancak Türkçe bilmeyen kâtip, tercümanın ona soyadını sorduğunu zanneder. Taha İdris kendisine yöneltilen soru üzerine köyünün adını söyler: Kox. Kürtçede kümes demektir kox, rivayete göre vakti zamanında bu köyde epeyce tavuk beslendiği için köy bu adı almıştır. Taha İdris köyünün adını söyleyince, dedik ya, kâtip bunu soyadı sanır ve kendi alfabesince "Gogh" yazar. (Bilmeyenler için küçük bir not: Kürtçede /x/ boğazdan okunan kalın /h/ harfidir. Felemenkçede bu sesi /gh/ bileşimi verir.) Kâtip, Taha İdris'in kartını eline verir, tercüman da "Hayırlı uğurlu olsun," der ve bizimki oradan ayrılır. Elinde tuttuğu kâğıtta isminin "Theodorus van Gogh" olarak yazıldığından haberi yoktur elbette.
Taha İdris, diğer bazı işçilerle birlikte gönderildiği fabrikada çalışmaya başlar. İşçiler yabancı olduklarından Hollandalılar onları tanıyabilmek için yaka kartı dağıtmışlardır. Bunlara da doğal olarak işçi kartlarında yazılan isimler yazılmıştır. Taha İdris de farkında bile olmadan yakasında "Theodorus van Gogh" ismiyle yaşıyordur artık. Gelen giden de kendisini bu isimle çağırmaktadır haliyle. Başlangıçta buna bir anlam veremese de kısa sürede duruma alışır ve bu yepyeni adını benimser.
Yıllar geçer. Taha İdris'in, pardon, Theodorus'un artık memlekete dönmeye niyeti yoktur. Hollanda'ya iyicene alışmıştır. Hem, dillerini de öğrenmiştir. Bu arada, Anna Carbentus adında Hollandalı bir kadınla da evlenmiştir. Evlenince Anna onun nüfusuna geçmiştir.
Theodorus-Anna van Gogh çiftinin 30 Mart 1853 yılında bir oğlu dünyaya gelir. Adını Vincent koyarlar. Ve işte bu çocuk gelecekte dünyaca ünlü bir ressam olacak olan Vincent van Gogh'tur.
Evet, Van Gogh aslında Vanlıdır. Dolayısıyla da bizim hemşehrimiz sayılır. Yaaa.
21 Kasım 2016
Kayıp Kaptanın Öyküsü
O ülkenin bütün kaptanları, bütün tayfaları yıllar yılı içlerinde yanıp duran bir ateşle yaşadı. Kayıp limanı bulma arzusunun dinmek bilmez ateşiydi bu. Günlerden bir gün her biri ardı sıra yenik düştü o ateşe. Ve beklendiği gibi, gemilerine binip coşkuyla denize açıldılar.
Yüzlerce gemi, kayıp limanın izinin peşinde haftalarca, aylarca, yıllarca dolanıp durdu denizlerde. Yüzlercesinden yüzlercesi fırtınalara yenildi, dalgalara yem oldu, sulara gömüldü. Kimi yolunu kaybetti, kimi başka diyarlara vardı. Sonunda kala kala bir tek gemi kaldı. Mürettebatının tamamını yolda kaybetmişti. Yalnızca kaptanı yaşıyordu ama pejmürde bir haldeydi. Aynaya bakınca kendini tanıyamıyordu. Fakat içindeki ateşten hiçbir şey yitirmemişti. Hâlâ ilk günkü gibi kararlıydı. Hayatta kayıp limanı bulmaktan başkaca bir amacı, bir ideali kalmamıştı. Kayıp limanı bulma düşü hayatının anlamı, hatta hayatının kendisi olmuştu. Ya bir gün kayıp limanı bulacak ya da o uğurda ölecekti.
İşte bu adam, bu tutkulu kaptan, günün birinde, hem de hiç beklemediği bir anda, kayıp limanı buldu.
Gemiciler sözleşerek denize açılmışlardı. Kayıp limanı bulan, ilk iş olarak bunu öbürlerine bildirecekti. Her biri bunun için yanına kâğıt, kalem ve bir şişe almıştı. Tutkulu kaptan, kayıp limana varır varmaz sandukasından şişesini, kâğıdını ve kalemini çıkardı. Tarifi imkânsız bir heyecan ve bir o kadar büyük bir gururla, kayıp limanı bulduğunu yazdı. Şişenin içine koydu, ağzını iyice kapattı, öpüp denize bıraktı.
Şişe yıllar sonra kaptanın ülkesine ulaştı. O zamana değin bir tek ondan haber alınamamıştı. Yıllar önce o gün denize açılan gemilerin tamamının akıbeti belli olmuştu. İşte nihayet o sonuncusundan da haber gelmişti. Üstelik de kayıp limanı bulduğunu söylüyordu. Gelgelelim kayıp limanın nerede olduğuna dair bir bilgi yoktu mektupta. Yoktu, zira kaptan da kaybolmuştu, nereye vardığını kendi de bilmiyordu. Halk yeni bir haber beklemeye koyuldu. Beklemekten başka da elinden bir şey gelmiyordu. Bekleyiş sürdü. Günler haftalara, haftalar aylara, aylar yıllara dönüştü. Kayıp limanın bulunuşunun üzerinden yıllar yıllar geçti. Fakat onu bulan kaptanı bir daha gören eden olmadı.
Kuşaklar sonra, kaptanın öyküsünü okuyan ülkenin ünlü bir heykeltıraşı, onun som altından bir heykelini yaptı. Altına da şöyle yazdı: “BULMAK KAYBOLMAKTIR”.
Yüzlerce gemi, kayıp limanın izinin peşinde haftalarca, aylarca, yıllarca dolanıp durdu denizlerde. Yüzlercesinden yüzlercesi fırtınalara yenildi, dalgalara yem oldu, sulara gömüldü. Kimi yolunu kaybetti, kimi başka diyarlara vardı. Sonunda kala kala bir tek gemi kaldı. Mürettebatının tamamını yolda kaybetmişti. Yalnızca kaptanı yaşıyordu ama pejmürde bir haldeydi. Aynaya bakınca kendini tanıyamıyordu. Fakat içindeki ateşten hiçbir şey yitirmemişti. Hâlâ ilk günkü gibi kararlıydı. Hayatta kayıp limanı bulmaktan başkaca bir amacı, bir ideali kalmamıştı. Kayıp limanı bulma düşü hayatının anlamı, hatta hayatının kendisi olmuştu. Ya bir gün kayıp limanı bulacak ya da o uğurda ölecekti.
İşte bu adam, bu tutkulu kaptan, günün birinde, hem de hiç beklemediği bir anda, kayıp limanı buldu.
Gemiciler sözleşerek denize açılmışlardı. Kayıp limanı bulan, ilk iş olarak bunu öbürlerine bildirecekti. Her biri bunun için yanına kâğıt, kalem ve bir şişe almıştı. Tutkulu kaptan, kayıp limana varır varmaz sandukasından şişesini, kâğıdını ve kalemini çıkardı. Tarifi imkânsız bir heyecan ve bir o kadar büyük bir gururla, kayıp limanı bulduğunu yazdı. Şişenin içine koydu, ağzını iyice kapattı, öpüp denize bıraktı.
Şişe yıllar sonra kaptanın ülkesine ulaştı. O zamana değin bir tek ondan haber alınamamıştı. Yıllar önce o gün denize açılan gemilerin tamamının akıbeti belli olmuştu. İşte nihayet o sonuncusundan da haber gelmişti. Üstelik de kayıp limanı bulduğunu söylüyordu. Gelgelelim kayıp limanın nerede olduğuna dair bir bilgi yoktu mektupta. Yoktu, zira kaptan da kaybolmuştu, nereye vardığını kendi de bilmiyordu. Halk yeni bir haber beklemeye koyuldu. Beklemekten başka da elinden bir şey gelmiyordu. Bekleyiş sürdü. Günler haftalara, haftalar aylara, aylar yıllara dönüştü. Kayıp limanın bulunuşunun üzerinden yıllar yıllar geçti. Fakat onu bulan kaptanı bir daha gören eden olmadı.
Kuşaklar sonra, kaptanın öyküsünü okuyan ülkenin ünlü bir heykeltıraşı, onun som altından bir heykelini yaptı. Altına da şöyle yazdı: “BULMAK KAYBOLMAKTIR”.
17 Kasım 2016
Soğuk
Kış günü, ayaz, iki kadın çamaşır asıyor, biri hamile, üçüncü çocuğuna, öbürü yeni gelin, sen kenarda dur, ben yaparım diyor, arkada terk edilmiş tren vagonları, öylece duruyorlar, yaşamın durukluğunu temsil ediyorlar, kadınların konuşmasıysa her şeye rağmen sürdüğünün göstergesi, soğuğun yalnızca bu coğrafyayı değil, burada sürüp giden yaşamı da mevsim mevsim dondurduğunun adı bu.
16 Kasım 2016
Tarihteki ilk mahkeme kararı: Suskun Kadın Davası
MÖ 1850 dolaylarında bir vakitte Sümer ülkesinde bir cinayet işlenir. Nanna-sig, Ku-Enlil ve Enlil-ennam adlı üç adam Lu-İnanna adında bir tapınak rahibini öldürürler. Katiller, bilinmeyen bir nedenden ötürü kurbanın Nin-dada adındaki karısına kocasının öldürüldüğünü haber verirler. Fakat ilginçtir, Nin-dada bundan kimseye söz etmez; ağzını açmaz, “dudakları mühürlü kalır”.
Dava, zamanın kralı Ur-Ninurta'ya bildirilir. Kral, Nippur Meclisi'nde mahkeme kurulmasını emreder. Emri yerine getirilir. Mahkeme heyetinin dokuz üyesi;
Lugal oğlu Ur-gula,
kuş avcısı Dudu,
azatlı Ali-ellati,
Lu-Sin oğlu Buzu,
-Ea oğlu Eluti,
hamal Şeş-Kalla,
bahçıvan Lugal-Kan,
Sin-andul oğlu Lugal-azida ve
Şara oğlu Şeş-kalla,
“Bir insanı öldürenin yaşamaya hakkı yoktur. Bu üç adam ve de kadın, tam da maktulün öldürüldüğü yerde öldürülmelidir,” diye görüş bildirirler. Fakat memur Şu...-lilum ve bahçıvan UbarSin, “Evet,” derler, “bu kadının kocası öldürülmüştür, gelgelelim kadının kendisi idam edilmek için ne yaptı ki?” diyerek kadını savunurlar.
Dokuz üye suçluların hüküm giymesini talep eder. Onlara göre yalnızca üç katil değil, kadın da idam edilmelidir. Kuşkusuz, cinayeti öğrendikten sonra sessizliğini koruduğu için bu kadının sonradan suç ortağı sayılabileceğini düşünmüşlerdi. Ama heyetin iki üyesi kadının savunmasını üstlenip onun cinayette yer almadığını, bundan ötürü de cezalandırılmaması gerektiğini ileri sürerler. Sonuç olarak mahkeme kadını savunanların yanında yer alır; kocası kadının ihtiyaçlarını karşılama görevini yerine getirmediğinden kadının da sessiz kalmak için nedenleri olduğuna hükmeder ve yalnızca gerçek katillerin, yani üç adamın idam edilmesine karar verir.
Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer'de Başlar.
Dava, zamanın kralı Ur-Ninurta'ya bildirilir. Kral, Nippur Meclisi'nde mahkeme kurulmasını emreder. Emri yerine getirilir. Mahkeme heyetinin dokuz üyesi;
Lugal oğlu Ur-gula,
kuş avcısı Dudu,
azatlı Ali-ellati,
Lu-Sin oğlu Buzu,
-Ea oğlu Eluti,
hamal Şeş-Kalla,
bahçıvan Lugal-Kan,
Sin-andul oğlu Lugal-azida ve
Şara oğlu Şeş-kalla,
“Bir insanı öldürenin yaşamaya hakkı yoktur. Bu üç adam ve de kadın, tam da maktulün öldürüldüğü yerde öldürülmelidir,” diye görüş bildirirler. Fakat memur Şu...-lilum ve bahçıvan UbarSin, “Evet,” derler, “bu kadının kocası öldürülmüştür, gelgelelim kadının kendisi idam edilmek için ne yaptı ki?” diyerek kadını savunurlar.
Dokuz üye suçluların hüküm giymesini talep eder. Onlara göre yalnızca üç katil değil, kadın da idam edilmelidir. Kuşkusuz, cinayeti öğrendikten sonra sessizliğini koruduğu için bu kadının sonradan suç ortağı sayılabileceğini düşünmüşlerdi. Ama heyetin iki üyesi kadının savunmasını üstlenip onun cinayette yer almadığını, bundan ötürü de cezalandırılmaması gerektiğini ileri sürerler. Sonuç olarak mahkeme kadını savunanların yanında yer alır; kocası kadının ihtiyaçlarını karşılama görevini yerine getirmediğinden kadının da sessiz kalmak için nedenleri olduğuna hükmeder ve yalnızca gerçek katillerin, yani üç adamın idam edilmesine karar verir.
Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer'de Başlar.
13 Kasım 2016
8 Kasım 2016
Hayaller anılar gibidir
Başka hayallerim de vardı, ama söylemeye cesaret edemezdim. Zengin olmak istemezdim, sadece hediye alabilecek kadar param olsa yeterdi. Ufka baktığımda, o kupkuru, gri, kızıl kayaları gördüğüm zaman hayallerim dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu, onların bu nankör, bu sert ve umutsuz toprağa karışmasından korkuyordum. Oralarda her şey aşırıydı: Soğuk kadar sıcak da, ışık kadar fırtına da, kimi geceler gökyüzünü yığınla kaplayan yıldızlar, tek bir damla yağmur vermeden gökyüzünü boydan boya örten bulutlar. Böylelikle hayallerin kapalı kaldığı mağaranın kapısını itmeye ya da kapağını açmaya cesaret edemiyordum. Ne bulacağımdan korkuyordum. Hayaller anılar gibidir, nereye gittiklerini, nerede saklandıklarını bilmiyorum. Bir gün çocuklarımdan biri şunu sordu: Gece olunca ışık nereye saklanır? Ben de kendi kendime şöyle dedim: Ben babama asla böyle bir şey soramazdım. Cevabı da o verdi: Dünya döner, ışık hareket etmez, biz dünyayla birlikte hareket ederiz. Ben cevap vermesem de çocuklarımın bana sorular sorduğu günlerdi. Bugün, neredeyse yüzüme bile bakmıyorlar.Tahar Ben Jelloun, Ülkemde.
2 Kasım 2016
1 Kasım 2016
Bir gün, beklenmedik bir şekilde, anılarınızın düzenini yitiriyorsunuz
Bu önemsiz bir mesele değil. Anlamanızı umuyorum. Hayatınız boyunca çocukluğunuza dair anıları, hisleri, kokuları, annenizin saçını aydınlatan ışığı, evin içindeki ilk maceralarınızı, akıl sır ermez bir şekilde o çocukluğu oluşturan korkuları, mutlulukları, tüm duyguları ve az biraz karmakarışık ifadeleri korumayı başardığınızı düşünün. Ardından büyüme sürecinizin kaydı geliyor. Okul bunları düzene koyuyor. Öğretmenler, sınıf arkadaşları, ilk maceralar... Ve böylece şimdiki zamana değin yaşanan tüm deneyimlerin anıları birikiyor.
Bir gün, beklenmedik bir şekilde, anılarınızın düzenini yitiriyorsunuz. Hâlâ oradalar evet ama bulunamaz bir hal aldılar. İlk eşinizin görüntüsünü aradığınızda çocukluğunuzdaki uzak, çorak arazide ayakkabı kemiren bir köpek görüyorsunuz. Annenizin yüzünü aradığınızda karanlık bir ofisteki sevimsiz bir tiple karşılaşıyorsunuz. Hikâyeniz sona eriyor.Carlos María Domínguez, Kâğıt Ev.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)