26 Şubat 2018

Bir kitaba benzese hayatımız

İnsan bazen hayatın da bir kitap gibi olmasını istiyor. Şöyle:
Bir kitabı okumaya başlayacağı zaman ilkin kaç sayfa olduğuna bakar hani. Tutalım 167 sayfadır. Ardından ilk yaprağından çevirmeye başlar. Diyelim bu ilk yaprak bomboştur, her iki yüzünde de bir şey yoktur. İkinci yaprağın ön yüzünde yazarla çevirmenin kısa birer yaşamöyküsü vardır, arka yüzüyse gene boştur. Üçüncü yaprağın ön yüzünde yalnızca yazarla kitabın adı, arkasındaysa künyesi yazılıdır. Bir sonraki yaprakta kitapla yazarın adı bir kez daha vardır ve arka yüzü bir kez daha boştur. Arka yüzü gene boş olan beşinci yaprağın ön yüzünde diyelim tek bir cümle vardır, o da yazarın kitabı adadığı birilerinin adıdır. Bunun aynısı olan altıncı yaprakta diyelim yazarın sevdiği birilerinden alıntıladığı bir epigraf vardır. Bundan sonraki yaprakta da diyelim ki birinci bölümün adı yazılıdır yalnızca. Etti mi yedi yaprak, on dört sayfa. Bu, kitap aslında birinci değil, on beşinci sayfadan başlıyor demektir ki tamamının da 167 değil, 152 sayfa olduğu anlamına gelir. Kitap boyunca karşılaşacak diğer olası boş sayfalar da cabası. Ne kadar şanslı sayar kendini insan. Bugün değilse yarın bitiririm ben bunu, der kendine, hem de sindirerek iyice. Kitabın hikâyesine zaten dahil olmayan o ilk on dört sayfayı okumuşçasına bir yol gururlanır.
Evet, insan bazen durup dururken düşünüyor bunu sahiden. Yaşantılarım da böyle başlasa, diye geçiriyor içinden, "birinci sayfasından değil de şöyle on beşinci sayfasından. Aralarda da atlamamı sağlayacak boş sayfalar, resimli sayfalar filan olsa... 

Gelgelelim hayat bunu yapmaz çoğu kez. Kapağı çevirir çevirmez, üstelik de küçük puntolarla, baştan sona dolu bir sayfayla başlar çoğu yaşantımız. İşin zor yanıysa onu her halükârda yaşayacak zorunda oluşumuz.

21 Şubat 2018

Hayatlar uzun muamelelerle hazırlanır

İnsanların hayatlarını güzelce birbirine karıştırmak, kısa süreliğine de olsa, çocuk oyuncağı değil. Kimyada olduğu gibi, birbirini arayan ve iten elementler var. Hayatlar uzun muamelelerle hazırlanıyor. Evet, tıpkı yemekler gibi. Hayır, doğru, yemek yapan kimse yok, insan hayatın kendisini aşçı olarak nitelemiyorsa elbet; hem, neden olmasın? Her halükârda, burada gerekli olan kimyanın karmaşık olmadığı söylenemez. Bir hayat diğerinden daha uzun sürede pişirir, ocaklar yeryüzünün farklı yerlerindedir, sonuçta ortaya nasıl bir şey çıkacağı belirsizdir. Burada, hikâyemizde en uzun vakti bu kıyaslama aldı; o yüzden şimdi sadece bir şey daha söyleyelim: Hayat –bu aptalca soyutlamayı son bir kez daha kullanacak olursak– aşçı olarak tam bir ahmaktır. Bunun acısını genellikle insanlar çekerler ve bundan bazen, çok sık olmamakla birlikte, edebiyat faydalanır. Göreceğiz.
***
Ben bir kaybı telafi etmek üzere yola çıkıyorum. Kitap yazmış olan herkes bu duyguyu bilir. Bir tür veda ve dolayısıyla daima bir tür yastır bu. Bir iki yıl karakterlerle birlikte yaşarsın, onlara uyan ya da uymayan isimler takarsın, onlara acı çektirir ya da onları güldürürsün, onlar sana acı çektirir veya seni güldürürler, sonra da onları koca dünyaya salıverirsin. İyi olacaklarını, nefeslerinin bir süre daha yaşamaya yeteceğini umarsın. Onları yalnız bırakırsın ama onların seni yalnız bıraktıkları duygusuna kapılırsın. Eski Doğu Berlin'deki terk edilmiş bir tren garında yalnız kalırsın. Bundan daha hazin bir şey yoktur.  
Cees Nooteboom, Cennet Kayıp.
Çeviren: Esen Tezel, YKY.

11 Şubat 2018

Kasette Madrigal

Hani hep basıyorsun ya
play düğmesine
ben de artık cüret edeceğim söylemeye
sana daha önce hiç
yüz yüze
söylemeye cesaret edemediğim şeyi

bir de yüklenir misin var gücünle

şu stop düğmesine

Mario Benedetti
Çeviren: Bülent Kale

6 Şubat 2018

Darısı başına ne demek?

Bir süredir "darısı başına" sözünün kökeni üzerine araştırma yapıyordum. Birkaç ay önce bir düğüne gitmiştik. Millet oynuyordu falan. Ben de oturmuş ortalığı izliyordum. Bir ara baktım damadın annesi gençlerle sohbet ediyor, onlara, "Hadi bakalım, darısı başınıza," diyordu. Duyunca bir düşünce aldı beni, bu darısı başına sözü ne anlama geliyor olabilirdi? Yıllardır duyuyorduk da nereden çıkmıştı, neyin nesi olabilirdi? Böylece orada bu meseleyi araştırmaya karar verdim ve geçen ay başladım. Bugünse araştırmamı tamamladım.

Ne yazık ki kesin bir bulgu elde edemedim. Ancak "darısı başına" sözünün kökeni hakkında kabul gören iki ana görüş olduğunu tespit ettim. Görüşlerden biri Anglosakson dünyaya ait, 1962 yılında Amerikalı etimolog Peter A. Collier tarafından öne sürülmüş. Öbürüyse yakın bir zamanda Çinlilerce ortaya atılmış; 1998'de Pekin Üniversitesi'nden iki genç araştırmacı Xiulan Li ve Rong Zhang, Collier'ın görüşünü çürütmeyi amaçlayan makalelerini yayımlamışlar. 

Collier ve takipçilerinin görüşüne göre darısı başına sözünün kaynağı "yarısı başına". Li ve Zhang'a göreyse bu söz "karısı başına" kökünden geliyor. Şimdi gelin bunları biraz açalım. 

Collier'a göre vakti zamanında İskoçya'nın orta bölgelerinden birinde bir şenlik geleneği varmış. Bir güz şenliğinde genç oğlanlar ikiye böldükleri bir patatesin yarısını çiğ çiğ yer, öbür yarısınıysa, "Yarısı başına!" diye bağırarak evlenmek istedikleri kızın başına doğru fırlatırlarmış. Patatesi çiğ yemenin esprisi de şuymuş: "Bak, ben seninle gerçekten evlenmek istiyorum, o kadar ki senin uğruna çiğ patates bile yiyorum." Eğer patates gidip kızın başına değerse kız dönüp kimden geldiğine bakarmış. Oğlanda onun da gönlü varsa patatesi yerden alıp heybesine koyarmış. Gönlü yoksa patatesi yerden almazmış. Eğer oğlanın attığı yarım patates kızın kafasına değmezse zaten kızın da yapacağı bir şey olmazmış. Hatta bu durum oğlan için büyük bir utanç kaynağıymış. Bu yüzden intihar edenler bile olurmuş. Patatesi yerden almış olan kız patatesini eve götürür, ailesine durumu bildirirmiş. Aile de olur verince yarım patatesi pişirip bir pazar günü oğlanın evine gönderirlermiş. Onlar da bir sonraki pazar kızı istemeye gelirmiş. 

İşte bu gelenekten kaynaklı olarak, genç kızlar arasında yarısı başına sözü yayılmış. Patates usulüyle gelin olup giden kızlar arkadaşlarına ve kız kardeşlerine de evlilik dileklerinde bulunur ve "Yarısı başına," derlermiş. Bu söz zamanla o kadar kullanılmış ki, ilkin İskoçya'dan Britanya'ya, sonra da bütün bir Avrupa'ya yayılmış. Collier'a göre bu yarısı başına sözü zamanla değişerek darısı başına olmuş. Çinli araştırmacılarsa bunun doğru olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Li ve Zhang'a göre Ortaçağ'da İtalya'nın Umbria bölgesindeki bir köyde olabildiğince şirret bir kadın yaşarmış. Kadının asıl şirretliğiyse kocasına karşıymış. Adamcağıza etmediğini bırakmazmış. Öyle ki tüm köy halkı Massimo adlı bu adama içtenlikle acırmış. Gel zaman git zaman, bu köyde adamla zalim karısının bu halinden erkeklere yönelik bir beddua çıkıvermiş. Mesela bir kimse adamın birine beddua edecek olduğunda, "Dilerim Massimo'nun yaşadıklarını sen de yaşarsın," anlamında "Massimo'nun karısı başına" dermiş. Ve bu söz zamanla ilkin civardaki köylere, sonra kasaba ve kentlere yayılmış. Üzerinden zaman geçince de kimse artık ne Massimo'yu ne de yaşadıklarını bilir olmuş. Nihayetindeyse Massimo adı unutulmuş ve söz yalnızca "karısı başına" şeklinde söylenmiş. İtalya sınırlarını aşıp başka ülkelere yayılmasıyla beraber ise nasıl olmuşsa "darısı başına" biçimine girmiş ve günümüze kadar öyle gelmiş.

Panta Rhei

Elimizde zaman diye yenilmez yutulmaz bir kavram olduğuna göre, bana öyle geliyor ki her şey gider. Ama her şey. Dağlar bile. 

4 Şubat 2018

Terazi

Terazinin neyden yapılmış olabileceğini düşündüm. Alüminyuma benziyordu benzemesine de o güne değin gördüğüm tekmil alüminyum malzeme beyazdı, buysa sarı. Cansız bir sarı. Olabildiğince eskiydi de. Yalnızca o mu ama? Dükkân da eskiydi. Sahibiyse ikisinden de eskiydi, dükkânından da, terazisinden de.

Terazinin alüminyumdan mı, bakırdan mı, başka bir maddeden mi yapılma olduğunu hiç öğrenemedim. Günün birinde terazi durup dururken aklıma gelmişti de gidip İbrahim Amca'ya oradan taşınalı kaç yıl olduğunu sormuştum. Kırk, demişti. Nasıl yani, diye atılmıştım hemen, mesela otuz sekiz değil de kırk mı? Evet, demişti, tam olarak kırk. Aradan bunca zaman geçmişken dönüp oraya gitsem, dükkân hasbelkader hâlâ yerinde duruyor olsa, terazisi içinde duruyor mudur acep, diye sormuştum. İlkin içimden kendime, sonra da seslice İbrahim Amca'ya. Yalnızca alaycı bir bakışla vermişti cevabımı. Susup kalmıştım ben de.
Sayfa başına git