"Eğer göğe bakarsak ikimizin birden sevinme ihtimali doğar, o vakit durmadan göğe bakalım," dedi İbrahim.
"Olur," dedi muhatabı, "zaten ben de yıldızları çok severim."
20 Eylül 2018
19 Eylül 2018
Kraker Yiyen Tavuklar
Oldukça tuhaf bir rüya gördüm. Bir sürü horoz çölün ortasında eşeleniyorlar. Yolumun üzerindeler, yürüyorum. Niçin yürüdüğümü, nereye gittiğimi bilmiyorum. Yaklaşınca horoz değil, tavuk olduklarını fark ediyorum. “Horozlar nereye kayboldu,” diye soruyorum. “Horoz moroz yok,” diyor içlerinden biri, “o bizdik.” Bu kez şunu soruyorum: “Peki neden horoz gibi görünüyorsunuz uzaktan?” “Sadece uzaktan değil, yakından da görünebiliriz,” diyor bir başkası, “dilersek civciv gibi de görünebiliriz, hatta ördek gibi bile.” Yerden bir şey yediklerini görüp ne olabileceğine meraklanıyorum, çölde kumdan başkaca bir şey yok zira. Bunu da soruyorum. Cevabı yapıştırıyor bir tavuk: “Çubuk kraker.” Bir çölde çubuk kraker yiyen tavuklar… Üstelik uzaktan horoz gibi görünen tavuklar… Üstüne üstlük dilerse ördek gibi bile görünebilen tavuklar… Bu nasıl bir rüyadır, diye geçiriyorum içimden. Ancak içimi okuyor olacak ki bir tavuk, “Artık nasıl bir bilinçaltın varsa, böyle tuhaf rüyalar gördürüyor sana,” dedikten sonra gülüp eğleniyor benimle. “Neye gülüyorsun böyle,” diye çıkışıyorum, “eğer bu bir rüyaysa sen de bir rüya mahsulü olmuyor musun?” Daha da gülüyor tavuk, diğer birkaçı da ona katılıyor, "Rüyayı geçtim, biz yokuz bile," diyor. Cümbüş cemaat kahkaha atıyorlar. Onların kahkahasıyla uyanıyorum. Uyandıktan sonra bile seslerini duyuyorum, derinden bağırıyor biri: "Asıl sen ne kadar gerçeksin, bunu sorgulaaaa..."
18 Eylül 2018
Borges
Sonra devam ederim, diyerek böyle yarım yamalak bıraktığım öykümsülere üzülüyorum ister istemez. O sonranın büyük olasılıkla gelmeyeceğini aslında biliyorum da. Bitmeden kalıyor böyle işte. Taslaklar listesinde yıllarca bekleyen oluyor. Bloğumdaki öykümsülerin hepsini spontane yazarım. Esasında her biri birer taslaktır bu haliyle. Neyse. Epey uzun zamandır bekliyordu bu da. Taslak olarak bekleyeceğine yayımlansın da beklesin.
***
1945 yılıydı. Lise öğrencisiydim. O yılların öğretmenleri, hele hele edebiyat öğretmenleri epeyce kültürlü insanlardı. Fakat bahtsızlığımıza bak ki, bize zırcahil diyebileceğin bir edebiyat öğretmeni rast gelmişti. Cehaleti suratından akan bu "hasbelkader edebiyat öğretmeni"miz bir gün "Borges diye bir Fransız yazarı"nın çıktığından söz etti. Hiç duydunuz mu bu ismi, diye sordu. Her zaman olduğu gibi kimseden ses çıkmadı. Kendisi güya duymuştu fakat Borges'in bir tek satırını okumamış olduğunu adımız gibi biliyorduk, her zaman bildiğimiz gibi. Adamakıllı bir edebiyat öğretmeni olsaydı ne yapar eder, bir kitabını bulur, Borges'ten söz edeceği derse elinde onunla gelirdi. Ne gezer.
Liseden sonra babam beni üniversite okumam için Fransa'ya gönderdi. Gittim. İlk yıl dil dersi almaya başladım. Hocalarımız Fransızcamızı geliştirmek için bol bol Fransızca roman okumamız gerektiğini telkin ediyorlardı. Bir gün aklıma bizim cahil edebiyatçının bahsettiği o Fransız yazarı geldi. Kitabevine gittim. Tabii, adam Fransız olduğuna göre adı Boğje olmalıydı. Boğje'nin hangi kitaplarının olduğunu sordum. Boğje de kim diye sorumu geri çevirdiler. Yeni bir Fransız yazarıymış, diye yanıtladım. Ne yeni, ne eski, öyle bir Fransız yazarı yok, dediler. Çıkıp ülkenin en ünlü, en büyük kitabevine doğru yollandım. Aradığın her kitabı bulabildiğin bir kitabeviydi. Boğje'nin kitaplarını aradığımı söyledim. Adam kendisini izlememi işaret ederek önden yürüdü. Üzerinde Littérature argentine yazan rafların yanına geldik. Bir kitap alıp elime tutuşturup işine döndü. Baktım, kitap Fransızca filan değil, İspanyolca. Çok şaşırdım, Fransa'da, üstelik de ülkenin en ünlü kitabevinde bir Fransız yazarının kitabını istiyorsun, sana İspanyolca çevirisini veriyorlar, olacak iş mi? Adamın yanına dönmeden önce kitabı çekip çıkardığı yere baktım. Bir-iki tane daha Borges vardı, fakat yalnızca biri Fransızcaydı, öbürleri gene İspanyolca. İşe bak ki Fransızca olanın üzerinde bir de çevirmen adı yazılıydı. Nasıl? Bir Fransız yazarının yazdığı kitap Fransızcaya mı çevrilmişti? Daha neler! Adama söyledim bunu.
12 Eylül 2018
A sex education lesson
Okuyunca gülmekten kendimi alamadım. Dayanamadım, burada yayımlamak istedim, siz de görün. Çevirmeyi düşündüm önce ama çevirince gülünecek bir şeyi kalmaz sanırım.
A sex education lesson
Miss Wilkins, Chemistry teacher:
'As you know, children, this school – much against my will – has decided to commence a course in “sex” education. I have (unfortunately) been chosen to attempt to undertake the first lesson. The headmaster (as some of you girls may know) is very interested in ... in ... this aspect of education. He has decided that we should teach “sex” in complete frankness.
‘… girls … girls and … and boys well, are … are … well … slightly different. Boys … boys have … something that girls have not. This is called a … well, you know a … “tinkle” – which you know all about, don’t you Johnny? Stop that Johnny! Leave it alone! – No, Jimmy, you may not give us a demonstration. Did you hear that Jimmy! Jimmy! Pull your trousers up immediately!
‘Girls … or … you may have noticed a lack … a loss … a slight deficiency in that part of your anatomy. Instead of … of … of having … having what boys have, you have a “babyhole”….
‘Yes Johnny, I know you want to know how babies are born. I’m coming to that – No Mark, I will not give a demonstration! And that goes for you too Johnny! Johnny leave Susan alone!
‘Now before I start, I want to make it absolutely clear that I personally think that the whole thing is disgusting. I have never attempted – and will never attempt – this ugly procedure. I think nature could have quite easily have found a much “nicer” way of achieving the same result! But if you insist on propagating yourselves, which I don’t doubt for an instant, this is the method you shall be forced to adopt…
‘I now have some diagrams to show you, which frankly are a complete revelation to me. I already knew it was pretty disgusting, but I certainly wasn’t prepared for such filth! Yes, Jimmy, I know you don’t agree! And you too Mark…'Michael Swan, Kaleidoscope.
11 Eylül 2018
İhtiyar düşünürden düşünceler
Doğrusu ben de iyi düşününce ihtiyarlığı kötü gösteren dört sebep buluyorum: Birincisi, insanı işlerden uzaklaştırması; ikincisi, vücudu zayıflatması; üçüncüsü, insanı hemen hemen her zevkten mahrum etmesi; dördüncüsü, ölüme yakın oluşu.
*
Çocuklarda zayıflık, yetişkinlerde taşkınlık, orta yaşlılarda ağır başlılık, ihtiyarlarda olgunluk tabii hallerdir, bunları zamanında kabul etmek lazımdır.
*
Kuvvetimizi mahvedecek kadar değil, tazeleyecek kadar yiyip içmek lazımdır.
*
Gençlerde ihtiyarların, ihtiyarlarda da gençlerin bazı hallerinin bulunması iyi bir şeydir.
*
Solon: “Her gün bildiklerime birçok şeyler katarak ihtiyarlıyorum” diyor. Bunu demesi kendisi için bir şereftir. Şu muhakkak ki hiçbir maddi zevk manevi zevklerden daha üstün olamaz.
*
İtibar ihtiyarlığın şanındandır.
*
Bir ihtiyara selam vermek, yanına yaklaşmak, onu görünce ayağa kalkmak, önüne geçmemek, onu geçirmek, ona akıl danışmak gibi önemsiz ve alelade görünen şeyler bile ona gösterilen saygıya işarettir.
*
Atina’da ihtiyar bir adam oyunun ortasında tiyatroya girince, o kalabalık seyirciler içinde hiçbir vatandaşı kendisine yer vermemiş, ama elçi oldukları için hususi yerlere oturan Spartalıların yanına yaklaşınca hepsi ayağa kalkmış ve ihtiyarı oturtmak istemişler. Seyircilerin hepsi birden onları alkışlayınca, içlerinden biri: “Atinalılar iyilik nedir bilirler ama yapmak istemezler” demiş.
*
İhtiyarların hasisliğine gelince, buna aklım ermiyor. Öyle ya, yol kısaldıkça yolluğu arttırmaktan daha saçma bir şey olabilir mi?
*
Ölüm gençlerin de başında olduğuna göre neden ihtiyarlığı kötülemek için bir sebep olsun?
*
Diyebilirler ki: İyi ama, bir genç uzun zaman yaşayacağını ümit eder, ihtiyar bir insan böyle bir ümit besleyemez. (…) Öyle ama, ihtiyar gencin ümit ettiğini ele geçirmiş olduğuna göre daha iyi bir durumdadır: Biri uzun müddet yaşamayı ümit eder, öteki uzun müddet yaşamıştır.
*
Sonu olan bir ömür uzun sürmüş sayılmaz. Çünkü sona varılınca geçmiş zaman akıp gitmiştir; elde kala kala fazilet ve dürüstlükle kazandığın şey kalır.
*
Kendilerini daha uzun müddet anmamız için ruhları bize tesir etmeseydi, büyük adamlara ölümlerinden sonra hala saygı gösterilmezdi.Cicero, İhtiyarlık.
7 Eylül 2018
Başlangıçta Göz Vardı
Efendim, ben ve arkadaşlarım altı yıldır bir arkeoloji kazısı yapıyorduk. Kazımız birkaç ay evvel bitti. O zamandan beridir araştırmamızı derleyip toparlamak ve raporlaştırmakla meşguldük. Nihayet bugün işimizin sonuna geldik. Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarına ait binlerce yeni tablet ve belge bulduk. Hepimiz çok heyecanlandık. Aylar geçmiş olmasına rağmen heyecanımız hâlâ da dinmiş değil. Tabii, arkadaşlarıma ayıp olmasın diye bulduğumuz her şeyden burada söz edecek değilim. Yalnızca bir tane belgenin içeriğinden özetle söz edeyim.
Bilindiği gibi, İncil'in Yuhanna kitabının ilk ayetleri şöyledir:
Yeni bulgularımıza göre Kitap aslında şöyle başlıyordu:
Bilindiği gibi, İncil'in Yuhanna kitabının ilk ayetleri şöyledir:
Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi.Pek yeni tarihsel bulgu ve belgelerimize göre İncil'de aslında söz değil göz kelimesi yazılıydı. Arami dilinden Grek diline çevrilirken tercümanlardan birinin yaptığı küçük bir hatayla göz, söz diye yazıldı. Böylece ilk bakışta pek masum sayılabilecek bu hata yüzlerce yıl içinde değiştirilmesi imkânsız bir hal aldı.
Yeni bulgularımıza göre Kitap aslında şöyle başlıyordu:
Başlangıçta Göz vardı. Göz Tanrı'nın Gözü'ydü ve her daim O'nunla birlikteydi ve Göz Tanrı'ydı. Başlangıçta ve sonuçta O Tanrı'yla birlikteydi. Her şey O'na görünürdü. O, Göz'dü. Yaşam O'ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar ve Göz ışıkta görür.
Via |
3 Eylül 2018
Yaklaşım
Yaklaşım kelimesini duymayanımız yoktur. Peki, bu kelime nereden çıkmıştır, hiç merak ettiniz mi? Söyleyeyim, yaklaşım kelimesini literatüre bizim köyün avcıları soktu. Evet evet, aynen böyle oldu.
Bizimkiler bir gün gene takım taklavatlarını alıp ava çıkarlar. Beklenti bellidir, akşama her biri elinde ördekler, angutlar, tavşanlar ile dönecektir. Gelgelelim işler bekledikleri gibi gitmez. Av yerine gittiklerinde bir ayı karşılar onları. Dönüp kaçamayacaklarını çok iyi bilirler. Zira bunu yaparlarsa ayı derhal peşlerine düşecek, aralarından en az birini yere devirdiği gibi bir pençe darbesiyle parçalayacaktır. Şu halde ne yapmalı? Akşama değin böyle yerimizde duracak halimiz de yok, demişler. Ne yapalım ne edelim, derken içlerinden biri, madem ayıdan kaçıp uzaklaşamıyoruz o halde yaklaşalım, deyivermiş. Diğerlerinin aklına da yatmış bu. Peki, demişler, yaklaşalım o vakit. Yaklaşalım yaklaşmasına da nasıl yaklaşalım? İşte efendim, yaklaşım kelimesinin temelleri de tam olarak burada atılmış.
Birisi demiş, şöyle yaklaşalım, öbürü demiş, böyle yaklaşalım. Örneğin Mehmet Şirin demiş ki, "Sağdan yaklaşalım." Mahmut da demiş ki, "Olmaz, sağda tepe var, soldan yaklaşalım." Oradan Muhsin girmiş söze: "Aşağıdan yaklaşalım." "Yok olmaz," demiş Kemal, "aşağıdan yaklaşırsak üstümüze atlayabilir, yukarıdan dolaşıp yaklaşalım." Bunlardan başka bir dünya laf daha söylenmiş ama biri birine baskın çıkamamış. Biraz sonra bakmışlar ki handiyse ayıyı unutup birbirlerine düşecekler. Mustafa amcam tam o sırada duruma müdahale etme gereği duymuş. Düşünmüş ki madem herkes kendi dediğinde diretiyor, "Hepiniz haklısınız," demiş. Bunun üzerine ortalık biraz sakinleşmiş. Sürdürmüş amcam: "Madem herkes kendince haklı o vakit herkes dediği yerden yaklaşsın ayıya." Bunun üzerine herkes altta kalmayıp haklılığını ispatlamak için ayıya kendi dediği yerden yaklaşmış. Bunu gören hayvancağız korkayazmış. Bizimkiler biraz da tırsarak üç-beş temkinli adımla çepeçevre bir şekilde ayıya yaklaşınca bir de ne görsünler, ayı tabanları yağlamış bile. Ayı kaçmış, ekipse bugün bu kadar macera yeter, diyerek köyün yolunu tutmuş. Köye dönünce olan biteni herkes duymuş tabii.
Birkaç gün sonra köyde bir fikir ayrılığı çıkmış. Herkes gene fikrini söylemeye başlamış ve gene hiçbiri bir diğerine sözünü geçirememiş. Oradan biri, "Bizim avcıların ayıya yaklaşımına döndü bu iş," demiş. Ve işte o günden sonra köyde ne zaman bir konuda fikir ayrılığı çıksa avcıların ayıya yaklaşımından dem vurulup ona benzetilir olmuş. Gel zaman git zaman, ayı mayı unutulmuş tabii ve yaklaşım kelimesi de artık bir başına kullanılır olmuş. Örneğin bugün "filanca filozofun şu konudaki yaklaşımı" gibi sözler duyarız filan. Yaa.
Bizimkiler bir gün gene takım taklavatlarını alıp ava çıkarlar. Beklenti bellidir, akşama her biri elinde ördekler, angutlar, tavşanlar ile dönecektir. Gelgelelim işler bekledikleri gibi gitmez. Av yerine gittiklerinde bir ayı karşılar onları. Dönüp kaçamayacaklarını çok iyi bilirler. Zira bunu yaparlarsa ayı derhal peşlerine düşecek, aralarından en az birini yere devirdiği gibi bir pençe darbesiyle parçalayacaktır. Şu halde ne yapmalı? Akşama değin böyle yerimizde duracak halimiz de yok, demişler. Ne yapalım ne edelim, derken içlerinden biri, madem ayıdan kaçıp uzaklaşamıyoruz o halde yaklaşalım, deyivermiş. Diğerlerinin aklına da yatmış bu. Peki, demişler, yaklaşalım o vakit. Yaklaşalım yaklaşmasına da nasıl yaklaşalım? İşte efendim, yaklaşım kelimesinin temelleri de tam olarak burada atılmış.
Birisi demiş, şöyle yaklaşalım, öbürü demiş, böyle yaklaşalım. Örneğin Mehmet Şirin demiş ki, "Sağdan yaklaşalım." Mahmut da demiş ki, "Olmaz, sağda tepe var, soldan yaklaşalım." Oradan Muhsin girmiş söze: "Aşağıdan yaklaşalım." "Yok olmaz," demiş Kemal, "aşağıdan yaklaşırsak üstümüze atlayabilir, yukarıdan dolaşıp yaklaşalım." Bunlardan başka bir dünya laf daha söylenmiş ama biri birine baskın çıkamamış. Biraz sonra bakmışlar ki handiyse ayıyı unutup birbirlerine düşecekler. Mustafa amcam tam o sırada duruma müdahale etme gereği duymuş. Düşünmüş ki madem herkes kendi dediğinde diretiyor, "Hepiniz haklısınız," demiş. Bunun üzerine ortalık biraz sakinleşmiş. Sürdürmüş amcam: "Madem herkes kendince haklı o vakit herkes dediği yerden yaklaşsın ayıya." Bunun üzerine herkes altta kalmayıp haklılığını ispatlamak için ayıya kendi dediği yerden yaklaşmış. Bunu gören hayvancağız korkayazmış. Bizimkiler biraz da tırsarak üç-beş temkinli adımla çepeçevre bir şekilde ayıya yaklaşınca bir de ne görsünler, ayı tabanları yağlamış bile. Ayı kaçmış, ekipse bugün bu kadar macera yeter, diyerek köyün yolunu tutmuş. Köye dönünce olan biteni herkes duymuş tabii.
Birkaç gün sonra köyde bir fikir ayrılığı çıkmış. Herkes gene fikrini söylemeye başlamış ve gene hiçbiri bir diğerine sözünü geçirememiş. Oradan biri, "Bizim avcıların ayıya yaklaşımına döndü bu iş," demiş. Ve işte o günden sonra köyde ne zaman bir konuda fikir ayrılığı çıksa avcıların ayıya yaklaşımından dem vurulup ona benzetilir olmuş. Gel zaman git zaman, ayı mayı unutulmuş tabii ve yaklaşım kelimesi de artık bir başına kullanılır olmuş. Örneğin bugün "filanca filozofun şu konudaki yaklaşımı" gibi sözler duyarız filan. Yaa.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)